Erol Elmas'ın Emir Yıldızdan Romanı 9. Bölüm:
Kara Yöneticiler ve Yılanların Öcü
Ankara’ya kar yağıyor. Camdan lapa lapa yağan karı izliyorum. Bu manzarayı izlerken insan dalıp gidiyor. Geçmişe bir yolculuk yapıyor…
Uzun zamanımız oldu kaybetmek için. Kaybettikçe kazanıyorduk. Kazanmak ve kaybetmek bizim verdiğimiz anlamlardı. Gerçekte kaybediyor muyduk, yoksa kazanıyor muyduk?
Zamanın bereketi kaybolmamıştı, gecelerimiz ışıl ışıl olmamıştı daha. Gece ile gündüz karışmamıştı. Gecenin bereketini bilirdik. Anlamaya çalışırdık gecenin sırrını ve gölge gibi dolaşan büyüklerimizi.
Zaman kaybolmamıştı.
Uzun uzun uykularımız olmadı. Sobalar yanardı, biz üşürdük. Çatılardan sarkan mızrak gibi buzlar olurdu. Katur kutur yediğimiz çok olurdu o buzları. Kar yağardı, soğuk mu soğuk bir rüzgâr eserdi, lambalar titrerdi. Lambanın fitili yılan gibi gelirdi bana, korkar mıydım?
Bir bilmece dolaşırdı dillerde:
“Kuyu, kuyunun içinde suyu, suyun içinde yılan, yılanın ağzında mercan.” Masallar ile gerçekler arasında bir yaşam vardı ve hepsini tecrübe ediyorduk. Yaşıyorduk. Yani sanal bir âlem değildi. Yaşayarak öğreniyorduk ve yenildiğimizi sanıyorduk. Zaman ilerledi, yaşlar büyüdü. Hayat’a hazırladı bizi, yaşadıklarımız. Yokluk, imkânsızlık, sınırlar… Biz hayata hazırlanırken sırtımızdan geçti bütün imkânsızlıklar. Bu yüzden omuzlarımızda hep bir ağırlık hissederiz. Hissederiz ya; hala sıcak yatakta ayaklarım üşür, buzdan dişlerim kamaşır. Soğuğun kelimesi bile bizi üşütür. Kış bize göre; patates, turşu, çökelektir. Sıcak su değince çatlayan bardaktır, sobanın tellerinde kuruyan kazık gibi elbiselerdir.
Hafif bir kar yağdığında darmadağın olan şehirdeyiz şimdi. Metrelerce kardan santimetrelere düştü kar, adı felaketle anıldı. Oysa biz karın üstünde büyüdük, iptidai ayakkabılarla. Şimdi pahalı ayakkabıların içerisinde ayaklarımız donuyor.
Geçmişin hayallerinden sıyrılıp, dalıp gittiğim pencereden ayrılarak içerdeki odaya geçtim. Üzerime kalın bir şeyler giyerek dışarı çıktım.
Hafif yağan kara rağmen yürüyorum hedefime… Hedefim Eskici Amcam’ın dükkânı… Yokuş buz olmuş, duvara tutunarak girdim sokağa… Kahverengi ahşap kapının koluna nerdeyse elim yapışacak. İtiyorum kapıyı, kapının açıldığını haber veren ziller çalıyor. Amcam yine odada değil, ‘içerde olmalı’ diye düşünüyorum. Hep oturduğu büyük masif masa karşımda, koltuğuna yine koyun postu serili. Elektrikli semaver kapatılmış. Eskici Amca bazen onu kullanıyor bazen de küçük tüpte hazırlıyor çayını.
Gözüm içerideki odanın kapısında; “ha çıktı ha çıkacak” diye. İşlemeli kapı suskun.
Üşüdüm, yalan yok. Beremi çıkarıp cebime koydum. Montumun önünü açtım. İçerisi ılıktı. Dışardan sıcak, evden soğuk. Bu antikacı dükkânındaki eşyalara sanki hüzün çökmüştü. Soğuktan kabına çekilmiş gibiler. Tıpkı benim çocukluğumda üşüyüp yorganın altına saklanmam gibi. Soğuktan sanki eski neşeleri yok gibi geliyordu bana. Her şey suskun… Dedim ya tıpkı soğuk ve karlı gecelerdeki köyüm gibi…
İçerden tıkırtılar geliyor… İşlemeli kapı ağır ağır açılıyor… Hüzünlü bir sima sizi çarpıyor. Eskici Amca’da bir hal var. Beni o çağırmıştı, “müsaitsen saat 11’de burada ol!” diye. Günlerden Cuma idi ve bugün için işten izin almıştım.
“Hoş geldin Eren’im, hoş geldin…” Sessizdi sanki sözcükleri. Derin bir mana saklıydı sanki bu sözcüklerde.
Sustu.
“Hoş bulduk efendim.” diye mırıldandım.
“İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” dedi ve devam etti konuşmasına:
“Oğlum, dün Ahmet Amca Hakk’a yürüdü. Birazdan Cuma namazını müteakip Hacı Bayram’ın huzurundan ahirete yolculayacağız. Seni onun için çağırdım. Simitçi Ahmet.”
Şaşırdım, dondum. Üzüldüm… Gözlerim nemlendi. Uzun zamandır görmemiştim onu. Her hafta sonu muhakkak bizim evin önünden geçer, “smiiit, taze simitlerim var,” diye bağırırdı. Hep aynı saatte gelirdi. Sonra dost olmuştuk. Evimde kahvaltı yapmıştık. Hatta beni Eskici Amca’ya yönlendiren de o olmuştu. Erenlerden biri olduğunu sonradan öğrenmiştim. Öğrenmemle birlikte kaybolmuştu. Bir daha göremedim. Kızı ile birlikte başka semte taşınmış diye duydum ama adresi yoktu. Sepetini zor taşırdı, çünkü bir ayağı topallıyordu. Demek ki vefat etmiş Ahmet Amcam.
“Araban burada kalsın, bir taksiyle camiye gideriz, bugün Cuma, kalabalık olur oranın otoparkı.”
“Peki efendim.” deyip sustum. Ahmet Amcam gözümün önünden gitmiyordu; sesi, beresi, yüzü, sepeti, aksayan ayağı…Ve insanın içini delen o bakışları. Bunca şey gördüm, yaşadım ama onu tanıyamadım. Adeta benim mahalledeki hamim gibiydi. Dediğim gibi bunları sonradan öğrendim. Dışardan bakan için “bir simitçi ne olacak ki?” denirdi.
Simitçi diye bildiğim Ahmet Amca’m erenlerden bir eren beni gözetip kollayan biri imiş. Allah rahmet eylesin. O tiz sesini, sohbetlerini hiç unutmayacağım.
Eskici Amca kalın yeleğini giymiş, uzun paltosunu da yeleğin üzerine giymişti. Başına eski işlemeli yün bir bere taktı.
Hay maşallah nasıl da heybetli görünüyordu.
Besmeleyle dükkânı kilitledi. Dikkatimi çekti; camdaki “Antikacı” yazısının yaldızları iyice dökülmüştü.
Sokağı birlikte yürüdük yavaş yavaş, kaymamak için dikkatli adım atıyorduk.
Sokağın başına gelince bir taksiye bindik.
Öne oturan Eski Amca:
“Oğlum bizi Hacı Bayram’a kadar bırak.” dedi taksiciye.
Taksici bir şey demedi, mesafe kısa olduğu için pek memnun olmamıştı anlaşılan.
Konuşmadan gidiyorduk. Hacettepe, İbn-i Sina kavşağından aşağı indik, Tarihi Kültür Bakanlığı binasının yanından geçerek Ulus’a çıktık. Heykelin önünden sağa döndük, hal’in oradaki kavşakta indik. Kavşaktan Hacı Bayram’a doğru yürümeye başladık. Hiç konuşmuyorduk. Dudakları kıpır kıpırdı. Türbe’nin oraya geldik, cenaze henüz gelmemişti. Türbenin batı tarafına geçerek dua etmeye başladı. Gözlerini kapatmış murakabe halindeydi. Duasını bitirince etrafına bakındı ve yine konuşmadan camiye doğru yöneldi. Ben de onu takip ediyordum.
Hacı Bayram Camii daha dolmamıştı, girişte sağ tarafa, minberin hemen yanına oturduk. Daha ezana bir saat kadar vardı. Cami yavaş yavaş dolmaya başlamıştı. Eskici Amca tesbih çekiyordu. Ben de ona uydum.
Ezan okundu, namaza başladık.
Cuma namazı bitmiş çıkmıştık. Musalla taşının oraya geldik. Eskici Amca, Ahmet Amca’nın tabutunun başına geldi, dua okudu. Ben de adım adım ne yapıyorsa onu takip ediyordum. Sonra kızı olduğunu öğrendiğim kişiye başsağlığı diledi. Musallada Ahmet Amca’nın naaşından başka üç naaş daha vardı.
Ben de Ahmet Amca’nın tabutunun başına gelmiş, dualarımı okumuştum. Onunla olan konuşmalar geldi gözümün önüne. Açık kahverengi ceketi ve tiz sesi. Allah’a şükür ki onun duasını almıştım. Hayat ne garip… Sohbet ettiğimiz, yemek yediğimiz, çay içtiğimiz, dertleştiğimiz o insan şimdi önümdeki tabutta idi.
Hocanın gelmesiyle saf düzenine geçildi ve cenaze namazlarını kıldık. Sonra Cenazeler defin için belediye arabalarına alındı. Kızından başka birkaç komşusu vardı Ahmet Amca’nın. Eskici Amca, Ahmet Amca’nın tabutuna omuz verdi, ben de arka taraftan tabuta omuz verdim, 5-6 kişi hemen ilerdeki cenaze arabasına götürdük. Eskici Amca cenaze sahibi gibi milleti yönlendiriyordu. “Asri mezarlığa gideceğiz, Eren’im sen Demet Hanımı da al bizi takip et!” Demet Hanım da verilen talimata uydu. Arkadaşlarına ve komşularına defin yerini tarif etti. Ahmet Amca eşinin mezarının üstüne defnedilecekti. Bildiğim kadarıyla da Asri mezarlık normal definlere kapalıydı. Ben hemen Demet Hanım'ı ve bir arkadaşını aldım kavşaktan bir taksiye bindik.
Asri mezarlığın 4 nolu kapısından girdik kızının tarifi üzerine… Zaten az ilerde mezarın başında 8-10 kişi vardı. Bizden sonra Ahmet Amca’nın naaşını taşıyan Belediyenin cenaze arabası geldi. 20 kişi kadar olmuştuk, naaşı mezara Eskici Amca indirdi. Sonra toprak atmaya başladık. Hoca efendi duasını okudu. Kızı durmadan ağlıyordu. Eskici Amca onu teskin etti. 20-25 dakikada her şey bitmişti.
İşte bu kadar!
Bu kadar mıydı Ahmet Amca? Ayrılışımız böyle mi olmalıydı? Şimdi seni burada bırakıp gidecek miyim? O tiz sesini, sohbetlerini bir daha duymayacak mıyım? Saatlerce bana ne dersler anlatırdın, o zaman yeterince kıymetini bilemedim anlattıklarının ama kırıntıları bile şimdi hayatımı kurtarıyor. Zamanın da seni can kulağı ile dinlemeliymişim. Toy günlerimizdi, affet bizi Simitçi Amca, hakkını helal et. Bilemedik kıymetini. Hep öyle olmuyor mu, kaybettikten sonra değerlerini daha iyi anlıyoruz… Ah şimdiki aklım olsa Ahmet Amca…
Gözlerim yaşlı, önümdeki toprak yığınına bakakaldım. Toprağa su döküldü, başına bir tahta levha konuldu. Gönülden vedalaştım bu güzel insanla.
Eskici Amca, Demet Hanım ile beraber başsağlığı dileklerini kabul etti. Gelenler dağılmıştı.
Bana dükkânının anahtarlarını vererek, “Sen geç ben de birazdan gelirim.” dedi. Demet Hanım’ı ve iki kişiyi daha alarak benden ayrıldılar. Sanırım eve gidecekti.
Ben ise eski metal anahtarla elimde soğukta kalmıştım. Mezarlığın dışına yürüdüm, yolun karşına geçip bir taksiye bindim ve dükkâna geldim. Kapıyı açıp içeri girdim. Oldukça üşümüştüm, hemen elektrikli ısıtıcıyı açtım. Arka tarafa geçerek küçük tüpün üzerine çay koydum. Tekrar dışarı çıkarak aşağıdaki bir marketten zeytin, peynir helva gibi hafif şeyler alıp geldim. Eskici Amca’mın masasının üzerine sofra hazırladım. Çayı demledim. Beklemeye başladım.
İçerisi yavaş yavaş ısınmaya başlamıştı. Ben de önümdeki sehpada bulunan dergileri karıştırarak oyalanıyordum. “Türk ve İslam Eserleri Müzesi, Askeri Müze, İstanbul Deniz Müzesi…” gibi birkaç dergi. Dergideki ilgimi çeken makaleleri okumaya başlamıştım. Sanırım aradan bir, bir buçuk saat kadar bir zaman geçmişti ki nihayet kapı açıldı ve Eskici Amcam içeri girdi. Yüzü düşmüş, üzgün bir halde, selam verdi. Selamını aldım.
Ellerini yıkadıktan sonra geldi yanıma. Sofraya baktı:
“Niye zahmet ettin evladım.” dedi.
“Ne zahmeti efendim, beraber bir şeyler yeriz diye düşündüm.”
“İyi yapmışsın… İştahımız da yok ama madem bu kadar hazırlık yapmışsın, koy çaylarımızı da birkaç lokma yiyelim.”
Denileni yaptım. Sıcacık çay ona da iyi gelmişti. Üşüdüğü her halinden belli oluyordu.
Birlikte yedik ve sonra sofrayı kaldırdım.
Çaylarımızı tazeledim.
Eskici Amcam ısınmış olmalı ki, paltosunu çıkardı, yeleği ile kaldı. Üzgündü ve hiç konuşmuyordu. Nasıl üzgün olmasın ki, yakın bir dostunu, sırdaşını kaybetmişti.
Ben ise ne konuşacağını bilmez bir vaziyetteydim ve ben de üzgündüm. Bir yıldız daha kayıp gitmişti.
“Oğlum ne mutlu sana ki onun duasını almıştın. Onlar bu gök kubbe altında bin bir kılıkla geziyorlar. Ne çileli bir hayatı vardı ama ağzından öf çıkmazdı. Kendini Allah’a adayan adamlar onlar oğlum. Bu devlet, millet için dua ehli onlar.” dedi Eskici Amca.
Ta Meri Örgütü:
Aradan bir müddet geçtikten sonra, Eskici Amca: “Hadi oğlum biraz çalışalım,” deyince defterimi elime aldım, Eskici Amca’nın anlatacakları için hazırdım. O ise önemli bir göreve hazırlanıyor gibi ciddileşti. Nasıl da heybetli görünüyordu maşallah. Bir dostunu toprağa vermiş olan bu güzel insan, onca üzüntüsüne rağmen yine de boş durmuyordu. Bildiklerini milletinin hizmetine sunuyordu. Onun anlattıklarını tarihe not düşmek de benim vazifem olmuştu. İyi ki bu güzel insanları tanımışım diye geçti içimden.
Çekmecesinden bir dosya çıkarıp karıştırmaya başladı. Ben ise sessizce onu izliyordum. Sarı telli dosyanın içerisinde resimler, notlar ve bazı evraklar göze çarpıyordu.
Dosyayı açarak masanın üzerine bıraktı ve konuşmaya başladı:
“Ee, Eren evladım artık bazı konuları gündeme getirmenin zamanı. Bugünkü çalışmamızda dünya tarihinde şimdiye kadar aslı hiç gündeme getirilmemiş, saptırılmış, gerçek amaçları farklı anlatılan konuları ele alacağız. Bugünkü konu çok önemli. O yüzden anlatacaklarımızı iyi not al, anlamadığın yerler olursa sor ki, bunları paylaşırken hata olmasın. Dediğim gibi çok önemli ve uzun bir konu. Hazır mısın?”
“Evet, hazırım efendim” dedim heyecanla.
Koltuğuna yaslandı ve anlatmaya başladı:
“Artık açılmamış konuları açmanın zamanı geldi. Bugünkü dünya düzeninin köklerini eskilerde aramak gerekir. Çünkü egemen güç, hangi eskiyle hareket ediyorsa bugün de o yaşanır. Aslında bugünün yenisi, geçmişin eskisinden ibarettir.
Günümüzdeki birçok şerli teşkilatın eski Mısır sembollerini ve ezoterik bilgileri kullandıklarını biliyoruz. Bu tarihi betimlemelerin geçmişten bugüne olan serüveninde; semboller aynı kalır ama olayları ve gelişmeleri bugünün şartlarına uyarlar bu şerli teşkilatlar. Birçok konunun üzerini örterler zamanla. Bazen ölü taklidi yaparlar, uykuya yatarlar.
Şimdi seninle bu örtülenleri biraz aralayalım. Aralayalım da sanmasınlar ki bunlar bilinmiyor, ‘oh ne ala iş çeviriyoruz’ demesinler. Biz her şeyin farkındayız ve onların ciğerlerini biliriz evladım.”
Sesinin tonu değişmiş, oldukça vurgulu bir tonda konuşmuştu Eskici Amca. Odanın bu sessiz ortamında gür sesi yankılanmıştı adeta.
“Kölelik tarihi uzundur. Şimdi vaktimizi almasın, uzun uzun anlatmaya gerek yok. Kısa bir araştırma ile ayrıntıları öğrenebilirsin. Kölelik, Amerika’nın ve İngiltere’nin tarihinde de ayrı ve özel bir yer tutar.
ABD’deki kölelik tarihine baktığımızda; Amerika’nın Kuzey-Güney Savaşı’nı hatırlamak gerekir.
Amerika 19. yüzyılın sonlarına doğru büyük tarım arazilerinin ağırlıkta olduğu güney eyaletlerinde özellikle pamuk, tütün ve şeker kamışı üretiminden önemli gelirler elde ediyordu. Bu kadar büyük tarım arazilerinin işlenmesi için iş gücüne ihtiyaç vardı. Bunun için de Afrika’dan kaçırılıp getirilen siyahi kölelerden yararlanılıyordu. Diğer taraftan kuzey ve batı eyaletlerinde sanayi sektörünün gelişmesi serbest işçi sistemini beraberinde getirdi ve köleliğin yasaklanması gündeme geldi. Fakat köleliğin yasaklanması, gelirlerini tarımdan karşılayan ve tarım arazilerinde köle ihtiyacı olan güney eyaletlerinin tabi ki işine gelmiyordu. Böylece köleliğin güney eyaletlerinde de yasaklanacağını düşünerek devletten ayrılmak için bir iç ayaklanma çıkardılar.
Kuzey-Güney Savaşı 1865 yılında kapitalizmin zaferi ile sonuçlandı. Yani Kuzey kazandı.
Dedik ya kitabi bilgilere de atıf yapacağız, olayın perde arkasına da. Genel kabul Kuzey-Güney Savaşı’nın köleliğin kaldırılması üzerine yapıldığı yönündedir. Aslında arka planı irdelendiğinde başka sebepleri de olduğu görülür. Bunları da konuşacağız.
O dönem için faydalı bir kurum denilen kölelik, kaldırılmış gibi görünse de 20. yy’da başka sistemlerle devam ettirildi. İngiltere dünya genelindeki sömürgeleştirme görevini üstlendi. Britanya için boşuna sömürge imparatorluğu denmedi evlat.
Nitekim İngilizler, Amerika kıtasına birçok siyahi köle götürmüşlerdir. Diğer batı ülkeleri de bu yolu takip etmişlerdir.
Özellikle Afrika kıtasından getirilen zenciler Avrupa ve Amerika’da köle olarak kullanılmıştır o dönem. Dediğimiz gibi tarım ve ağır işler olmak üzere bir çok alanda bu köleler kullanıldı. Bu, efendileri için stratejik bir hamleydi. Stratejisi şuydu; köleliğe olan bakışları. Ne demek istediğimizi konular ilerleyince daha iyi anlayacaksın.
Şimdilerde örnek gösterilen bu Batı, yıllarca siyahileri köle yapmış hatta insanoğlundan bile saymamıştır.
Öyle ki 1800'lerin sonu ve 1900'lerin ortalarına kadar Avrupa'da ve Amerika'da özellikle Afrika’dan getirilen köleler, "İnsan Hayvanat Bahçeleri" adı verilen yerlerde kafeslere konulup ‘hayvan’ gibi sergileniyordu.
ABD’de siyahlar bu kadar uzun savaşlar ve mücadeleler vermelerine rağmen bugün Amerika’da başkan seçilemezler. Melez Obama veya bir kaç zenci bakanlar da aslında yine köle olarak kullanılmışlardır. Yani bunlar aslında efendilerinin köleleriydi. Hiçbir zaman efendi olmamışlardır. Dünyayı yöneten egemen güçler içinde siyahiler yer almamıştır. Kullanılmışlardır.
Arka planlarına da bakacağız dedik; bu işin tarihi köklerine ineceğiz. Konunun nedenleri için tarihe dönmemiz lazım. Dedik ya modern dünya geçmişin üzerine bina edilmiştir. Geçmişteki bazı alışkanlıklar bugün hala devam ettiriliyorsa, hala bazı örgütler varlıklarını sürdürüyorlarsa, biz de o zaman meselenin tarihi kökenlerine inmek zorundayız. Şimdi geçmişe, tarihi köklerine bakalım.
Nasıl hızlı gitmiyoruz değil mi Eren’im?” diye sordu Eskici Amca.
“Yok Efendim, notlarımı alıyorum” diye cevap verdim.
Eskici Amca masadaki dosyayı eline alarak gözlüklerini taktı, dosyayı tekrar gözden geçirdi ve anlatmasını sürdürdü:
“Bu kölelik ve ezoterik örgütler için Mısır’a bakmamız lazım. Eski Mısır’a, Kara Firavunlar dönemine gidelim.
Mısır’ın güneyinde yer alan altını işlemeleri ile ve madenleriyle meşhur olan Nübye[1] (Nubia) ve Nubiler (Nubyalılar) vardı. Nubia, Mısır dilinde altın anlamına geliyordu. Burada belki de şunu vurgulamak lazım; Mısır’ın o görkemli altın işlemelerinin ve sanatının kaynağı bu yerdi. Bugün Nubialılar’ın zengin tarihinin kalıntıları Sudan ve güney Mısır’da her alana yayılmış durumdadır. Ama nedense bu halk, bu krallık yok sayılmış, Mısır ön planda tutulmuştur.
Özellikle Mısır’ı fetheden ve fetihle beraber Mısır Firavunu olan, 25. Hanedan olarak bilinen Kral Piye[2] ve oğlu Taharka’yı[3] (Taharqa) araştırmanı tavsiye ederim. Bak tarihi kaynaklara Kush[4] (Kus) İmparatorluğu’na; bunlar siyahi firavunlardı. Kara firavunlar olarak literatüre geçeceklerdi.
(Kara Firavunlar) (Taharka)
(Piye)
Fakat sonraki firavunlar yani beyaz firavunlar, bu siyah firavunların hepsini tarih sahnesinden sildiler. Beyaz firavunlar, yönetimde siyahların olmamasını istiyorlardı ve çetin mücadeleler sonucunda siyah firavunlar yok edildi.
Ne dedik işin arkaik dönemine bakacağız. Siyahlar köleleştirildi. Öyle ki siyahların hanedanlarına ait ne varsa yok edildi. Heykelleri bile parçalandı.
Ve üstü örtüldü kara firavunlar döneminin. Yok sayıldılar. Buraya tekrar döneceğiz.
Şimdi, gerçekte Nubi halkından olan Taharka'ya özellikle dikkat çektik. Çünkü günümüzde de uzak geçmişin izlerini hala görmek mümkün. Taharka betimlemeleri 1934’te yayımlanmaya başlanan Mandrake çizgi romanındaki Abdullah karakterine hayat vermişti. Bu çizgi roman 11 Haziran 1934’te yayımlanmaya başlandı ve başlangıçta sendika gazetesi için tasarlanmıştı. Sihirbaz Mandrake ve kölesi Abdullah. Efendi ve köle. Beyaz ve siyah… Abdullah (Lothar) Mandrake’nin siyah dev kölesi olarak bilinecekti. Mandrake'nin Afrika'daki seyahatlerinde tanıştığı ilk kişiydi Abdullah.
Konu çok detaylı ama çok ayrıntıya girmeyeceğiz. Çünkü konumuz çok uzun. Biz ana hatları ile anlatmamıza devam edelim. Bu ayrıntıyı şunun için anlatıyorum; bugün modern yöntemleri kullanarak; sendika, işçilik ve kölelik algısı üzerinden mesaj veriliyor. Kara firavun kral Taharka; sihirbaz Mandrake romanında köle olarak, sihirbazın yancısı olarak gösterildi. Tekrar vurgulayalım ki; asıl dikkat edilmesi gereken nokta; efendi ve köle imajının eski isimler ve semboller üzerinden günümüz dünyasına uyarlanarak devam ettirilmesidir.
Bak oğlum, o nefret -yani siyah firavunlara olan nefret- bugün dahi devam ediyor. Bugün Mısır’daki Kahire Müzesi’nin bina girişindeki mermer sütunlarda firavunlara ait bütün hanedanların ismi yazılı iken 25. Hanedan’ın yani kara firavunların isimleri yer almaz. Neden bu hanedan atlanır? Çünkü 25. Hanedan siyahidir ve dedik ya siyah firavunlara olan öfke bugün dahi devam ettiriliyor. Birçok batılı belgeselci de bu konuya değinmiştir. Araştır Eren’im, bunları göreceksin.
Hatta yazılı kaynaklardan bile 25. Hanedan’ı, kara firavunları silmeye çalışmışlardır” dedi.
Eskici Amca’m elindeki dosyadan önceden çıkardığı resimleri gösteriyor, konu ile ilgili olanları bana veriyordu.
“Görüyorsun değil mi, bugün internet âleminin yani modern dünyanın araçlarında bile 25. Hanedan silinmeye çalışılıyor, 24’ten 26’ya atlıyorlar. Bunu yapan kim?
Günümüzde Mısır’da siyah firavunlara ait birçok buluntular çıkmıştır. Afrika kıtasını yöneten siyahi ırklar bunların ataları ve torunlarıdır. Mısır tarihine ve Nubi’lere bakarsan tarihsel olarak gelişmeleri daha iyi görürsün.
Eren’im, Afrika’nın durumu ise bugün ortadadır. 8 milyar insanlık ailesi içerisinde Afrika kıtası neden açtır? Yani nam-ı diğer Kara Kıta. Acaba niçin Kara Kıta denilmiştir? Hala intikam alınmaktadır oğlum, hala öfkeleri bitmemiştir. Bu öfke kimler eliyle devam ettiriliyor az sonra ona da değineceğiz.
Siyah firavunların ya da siyah kralların sembollerinden biri de yılandı. Ayrıca, Mısır arkeolojisinde bugüne kadar hakkında çok şey bulunmayan ortak bir Tanrı’dan da söz edelim. Mısır’ın ve Yunan’ın ortak Tanrısı Serapis. Bu Tanrının sembolü de yılandı. Siyahi krallar, zamanında tek Tanrılıydılar, sonradan Serapis ile beraber Mısır inancına girmişlerdir.
Mısır ve Yunan halkları ortak bir tanrı bularak dini bir birliktelik sağlamışlardır. Serapis’in iki toplum tarafından kabul edilmesi hatta Roma İmparatorluğu’nda bile yayılmasının sebebi nedir?
Bunun sebebine değineceğiz. Serapis’in sembolü olan ve Mısır kültüründe önemli bir yer tutan yılan birçok kültürde de farklı betimlenmiştir. Bu konuyu araştırırsan ayrıntılarını daha iyi görürsün evladım. Yılan, eski Mısır’da iyiliğin sembolü olduğu gibi kötülüğün de sembolü idi. Aynı zamanda hem öldürücülüğün, hem hayata dönüşün sembolüydü. Zira zehiri hem öldürücü hem şifa vericiydi. Zehir-panzehir. Bu bize şunu hatırlatıyor; efendiler ve köleler. Efendi ister öldürür, ister şifa verir. İyi ve kötü. Efendi kölesine zehir verir, tabi ki panzehir de efendinin elindedir. Kölesi efendinin dediğini yaparsa, efendisi de panzehiri lütfeder anlayışı. Şu metafora dikkat. İnsanlık önce denize itilir, boğulan boğulur, boğulmayanlar da yılana sarılır. Daha doğrusu plan budur. Hani bir atasözümüz var ya; “denize düşen yılana sarılır” anımsatması gibi.
Yaşadığımız şu dönemi ele alalım; bugünle ilişkilendirelim. Virüs ve aşısı. Zehir-panzehir. Kadim savaşı devam ettiriyorlar modern görünümlü insanlar ve kurumlar eliyle. Dünya Sağlık Örgütü’nün amblemine bak oğlum. Bu amblem ezoterik bir çok betimlemesi olduğu gibi Serapis’in de betimlemesi idi.
Hatta Mısır’ın bir kenti olan “Thebes” (Tep, Thebai) tıp kelimesinin orijinali olarak gösterilmiştir. Bu şehrin sağlık merkezi olması ve toteminin yılan olması bunun kanıtlarından sayılmıştır. O yüzden baştan ne demiştik, bugün yaşadıklarımızın, bugün kullandığımız sembollerin geçmişle bağlantısı var. Konumuz kadim Mısır olduğu için onunla ilgili olanları anlatıyoruz.
Dünya Sağlık Örgütü’nün başındaki siyahi kişi (Tedros Adhanom Ghebreyesus) hangi ırktan? Bunları yapıyorlar, sanıyorlar ki ne dümenler, ne numaralar çevirdikleri bilinmiyor.
Devam edelim, yukardaki konumuza; kölecilik kavramı ayrı siyahi köle kavramı ayrıdır tarihte. Bu iki kavram yerli kölecilik kültürü ile karıştırılmamalıdır. Siyahi köle, siyah kralların soyları ve onlardan alınan intikam kavramıdır.
Kuzey Mısır ve Güney Mısır’ın (Kuzey Nil deltası-Güney Nil deltası) birbirleri ile savaşması da kölelik üzerinedir.
Antik Mısır dilinde Mısır, “Kemet” olarak anılır ve Nil deltasına ithafen verimli manasında “Kara Toprak”, “Kara Ülke” manasında kullanılırdı. Bunu da siyahi bir topluluğa bağlıyor tarihçiler.
Ezoterik örgütlerden biri var ki üzeri hep örtülmüştür. Tabii ki şeytani taşeron bir örgüt. Öyle bir örgüt ki ezoterik ve masonik semboller birbirine benzediği için masonik deyip kesilip atılır, bu da onların kamuflesi olur. Bu gizli örgüt kadim tarihten beri tıp alanında çalışır. Daha doğrusu bu alanda kendini geliştirmiştir.
Ta - Meri’i (To Meri-Ta Mery) de Mısır’ın eski isimlerinden biri olarak sevgili ülke anlamında kullanıldığı söylenir. Buna rağmen burada bir kesinlik yok, yorumlar o yöndedir. Yani Ta Meri’nin ne anlama geldiği bugün hala bilinmemektedir.
Bak evladım, gizlenen ve şimdiye kadar açıklanmayan bu Ta Meri kelimesi aslında demin andığımız ezoterik örgütün ismidir. O dönemden başlayan ve günümüze kadar uzantıları olan bir örgüttür bu.
Roma-Mısır ilişkilerinde Kloepatra (Cleopatra) tarihinde de bu örgüte rastlıyoruz. Kısa bir hafızamızı tazeleyelim, tarihi bilgilerimizi hatırlayalım: Önce Jül (Julius) Sezar ile beraber olan Kloepatra sonra Marcus Antonius ile aşk yaşar. 2 tane kızı olur. Bugün ülkemizde bulunan Tarsus’ta 7 sene yaşamışlardır. Daha sonraki gelişmelerden dolayı Kloepatra İskenderiye’ye dönmüştür. Kloepatra’nın kendisini bir yılana sokturarak intihar ettiği söylenmektedir.
Gördüğün gibi burada da bir yılan vakası vardır. Hala tartışırlar; Kloepatra yılana mı kendini sokturdu yoksa Ta Meri örgütü mü yılanı kullanarak Kloepatra’yı zehirledi. Bu açıklığa kavuşmamış, tartışmalı bir konu olarak kalmıştır.
Burada ilginç olansa; Kloepatra’nın Sezar’dan da çocuğu vardır. Bu çocuk, gizlice Roma’ya götürülmüş ve soyu gizlice devam ettirilmiştir. İşte bu soy bugün nasıl hala korunmaktadır? Bu soydan gelen kişilerinin nasıl bir vazifeleri vardır? ROMA devrededir evlat!” dedi
Eskici Amca, elindeki dosyayı karıştırmaya başladı.
Benim hazır olduğumu görünce anlatmasını sürdürdü:
“Ta Meri örgütü, adını unutturmuştur. Kamufle olmuştur. Ama bugün hala o örgütün izlerini görmek mümkün. Ne dedik özellikle tıp alanında çalışıyor bu ezoterik örgüt. O yüzden Dünya Sağlık Örgütü’ne dikkat çektik. Çünkü tüm dünya sağlık sistemini kontrol etmek için çatı kurumlar lazım.
Ta Meri örgütü üzeri örtülmüş, gizli kalmayı başarmış bir örgüttür. Bu konuyu gerekirse daha sonra da detaylı ele alırız. Ama kısaca bu örgüt, Sezar’ın Kloepatra’dan olan çocuğunun soyunu sürdüren ve zamanı geldiğinde dünyada yeni bir imparatorluk kurmak peşinde olan bir örgüttür. Tıp alanına birçok yatırımı vardır, diye ısrarla yineliyoruz. Bu örgüt, zaman zaman Vatikan’la, küresel güçlerle ilişkide bulunmaktan çekinmez. Birbirleri arasında da tarihsel mücadeleler vardır; ancak menfaatleri bir olunca birbirleriyle geçici de olsa ittifak yapmaktan çekinmezler.
Şimdi bu örgütün günümüze bakan yönleri var dedik, evet, Ta Meri örgütünün varis seçtiği bir isim var: Bill Gates. Roma soyundan geldiğine dair bilgiler aile üyelerince de zikredilir. Hatta hayatında başka kadın olduğu kamuoyuna lanse edilmiştir. Bu konulara fazla değinmeyeceğiz ama bu gizemli kadın; bir kitap çalışması için Bill Gates’in yanına sızdırıldığı dillendirilse de şimdilik bu konu örtülmektedir. Bu kadın acaba hangi kitabı yazmak için görevlendirildi. İlerleyen günlerde gelişmeleri hep beraber izleriz. Bak oğlum, bu şeytani Bill Gates’in yargılanacağını göreceğiz. Yaptıkları yanına kalmayacak!
Örgüt, Roma’nın hüküm sürdüğü her yerde kanıtını elitlerince göstermiştir” dedi ve bir resim gösterdi bana.
Eskici Amca bir yandan anlatıyor, bir yandan da zaman zaman dosyadaki resim ve notlara bakıyordu. Ben ise anlatılanları dikkatli bir şeklide not almaya gayret ediyordum ve öğrendiklerim karşısında şaşkındım.
Anlatmasını sürdürdü Türkiye’nin deruni sesi:
“Şimdi tekrar Serapis’e gelelim ve ülkemizdeki duruma bakalım. Türkiye’de de birçok Serapis tapınağı vardır. Antik kalıntıları hala ayaktadır. Bergama en büyüğü olarak bilinse de aslında en ilginci Isparta’daki antik Adada kentinde bulunan Serapis tapınağıdır. Yüksekliği 13,5 metredir.
İlginçtir Tevrat’ta Hz. Süleyman'ın yaptırdığı tapınağın yüksekliği de 13,5 metredir ve aynı zamanda Süleyman'ın ahit sandığı için yaptığı tapınağın yüksekliği de 13,5 metredir. Hz. Süleyman iki tapınak yaptırmıştır, bu pek bilinmez, karıştırılır. Tevrat’a göre bu ölçüleri Yahve vermiştir. Ama en ilginci ise Kabe’nin yüksekliğinin de 13,5 metre olması…
(Adada Antik Kenti Serapis Tapınağı, Isparta)
Asıl konumuz bu değil ama burada yeri gelmişken bu bilgileri de seninle paylaşıyorum. Kutsal yerlerdeki yapıların o ölçülerini birebir yaptıranlar kimler? Dedim ya asıl konumuz bu değil, ama bunları da bil evladım.
Ta Meri örgütünün Bizans döneminde İstanbul’da da faaliyet gösterdiği Bizans kayıtlarında mevcuttur. Toplantılarını Yerebatan Sarnıcı’nda yaptıkları bilinir. Vatikan’da bulunan Bizans kodeksinde Konstantinapol yani İstanbul ‘Su Perileri’nden söz eder. Bu konuyu da işleyelim de restorasyon bahanesi ile neler yaptıklarını, neleri yok ettiklerini bilmediklerimizi sanmasınlar.
Konu kısaca şöyledir. Yerebatan Sarnıcı’nın birçok sütunu; altın-bronz varaklarla insan baykuş şeklinde donatılmıştır. Sarnıçta yakılan birçok meşale ve sarnıcın içerisinde bulunan su -gidenler bilir- suyun içerisindeki balıklar suyu hareketlendirdiğinde sütunlardaki bu görüntüler (o sütunlardaki şekilleri şimdi yok ettiler) suya yansır ve hareket ediyormuş gibi bir görsel illüzyon meydana getirir. Hakkında yeteri kadar efsane üretilen yılan saçlı Medusa da burada olduğu için söylentiler daha da ayyuka çıkar. Karanlık ve loş olan bu mekân hakkında bu illüzyonlar yapılınca halk arasında yayılan burada periler olduğu söylencesi insanları o mekândan uzak tutmaya yeterli olmuştur.
O sütunlardaki şekiller Yerebatan Sarnıcı’nın restorasyonu sırasında maksatlı olarak tahrip edilmiş, yok edilmiştir. Kim yaptı? Bak evladım, daha yakın tarihte oldu bunlar. Bu sütunlardaki o izler silinmiştir. Ancak 70’li yıllarda çekilen bir belgeselde bu sütunlardaki o şekilleri rahatça görebiliyoruz. Demek ki yok edip iz bırakmayacaklarını sanıyorlardı. Ama unuttukları çok ayrıntı var,” diyerek dosyadan çıkardığı sütunların restorasyondan önceki halini gösterdi Eskici Amca. Ardından da bir gravür resmi:
Odanın havası artık iyice ısınmıştı. Benim de not almaktan ve soğuktan üşümüş parmaklarıma can gelmişti. Anlatılan konular heyecanıma heyecan katıyordu. Ne kadar şanslı olduğumu düşünüp bir kez daha Rabbime şükrediyordum.
Bu kadar bilgi, bağlantı, deliller… Bu koca yürekli insanlar, bu kendini adayan adamlar olmasa nereden bilecektik. O yine bu mütevazı dükkânında oturuyor, benimle yemek yiyor, çay içiyor ve hala gayret gösteriyordu. Onların bu emeklerinin, gayretlerinin, uğraşlarının paylaşılmasında, minicik bir katkım olduğu için seviniyordum. Dışardan baksan; sıradan bir dükkân, sıradan bir görünüm… Güzel bir amca… Ama ya içine girince… Kapıların açıldığı kapılar…
Bilgi hazinesinden anlatmaya devam etti Eskici Amca:
“Bu örgütün tanrısı Serapis. Serapis Tanrısının özelliği yönetici tanrı olması. Hem Mısır’ın hem eski Yunan’ın ortak tanrısı, dedik ya iki medeniyetin, iki kültürün ortak tanrısı. Geçmişten günümüze olan ara bağlantılarını da anlatmaya gayret ediyoruz Eren evladım, bak ta kaç bin yıllık örgüt bugün hangi enstrümanları kullanarak dünyaya ayar vermeye çalışıyor.
Ortaçağda İngiltere’de Ta Meri çok etkindi. Yıl 1779, kraliyet donanması iki katlı bir gemi inşa etti. İsmi: HMS Serapis’ti. Gemiye İngiltere; tanrı adı olan Serapis’i vermişti. Görüyorsun değil mi? Niye Serapis? Neyse, daha sonra aynı isimde 4 gemi daha inşa edilmiştir. Enteresan olan mesele ise Amerikalılar, Amerikan Bağımsızlık Savaşı sırasında gemiyi esir almışlardı. Daha sonraki yıllarda aslında bunun tasarlanmış bir oyun olduğu ortaya çıkacaktı.
Şimdi biraz daha geriye gidelim. Tekrar kadim Mısır’a dönelim. Bugün kullanılan ve şeytanı sembolize ettiği söylenen 666 sayısının kökenine inelim ve ilk defa gerçeğini açıklayalım.
Mısır hiyerogliflerinde üçer düğüm olmuş tanrı Serapis’e atfedilmiş 6 düğümlü yılan. Ta Meri’nin 6 düğümlü, 6 sembollü yılanı. Ta Meri sembol olarak hep yılanı kullanmıştır.
Bu sembol yılan; Kuzey-Güney Savaşı’nda bir müddet Amerika’nın bayrağı da olacaktır. Gadsden bayrağı olarak anılan bu bayrak günümüzde dahi bazı eylemlerde bağımsızlığa ve özgürlüğe ithafen kullanılmaktadır.
Mısır’a ait bu sembolizmdeki 6 düğümlü yılan, aynı zamanda Mısır’ın eski krallık dönemi olan 6 hanedanını temsil eder.
Konu çok detaylı ama şu kadarı bilinmelidir, 666 sayısının kökenidir bu anlattığım. Daha sonra 666 sayısı birçok inançta, dinde farklı ele alınmıştır.
Enteresandır İncil’de canavarı temsil eden 666 şu şekilde yer alır: “Bu konu bilgelik gerektirir. Anlayabilen, canavara ait sayıyı hesaplasın. Çünkü bu sayı insanı simgeler. Sayısı 666’dır.”
Bill Gates’in çipinin patent no’su da 666’dır.
Yukarda yılanların Mısır firavunları için sembol olduğunu ve zehir panzehir ilişkisini izah etmeye çalıştık. Unutma ki yılanlar Mısır Firavunlarının başında taç olmuş ve kutsal bir varlık gibi kabul edilmiştir.
Şimdi gelelim İstanbul’a.”
Çaylarımız bitmiş tazeleme fırsatı bulamamıştım. Eskici Amca o kadar hızlı anlatıyordu ki bir şey kaçırmamak için hızla not alıyordum. Duyduklarım dehşet verici bilgilerdi ve birçoğunu ilk defa duyuyordum. Eskici Amca’m konunun uzun olduğunu söylemişti zaten. Kendisi de çok ciddi hazırlık yapmış, dosya hazırlamıştı. Bana bu bilgileri anlatmak için resimler çıkarmış, notlar almıştı. Hey gidi koca yürek, bu ülke sizin gibi insanlara sahip olduğu için ne kadar şanslı.
Aklımdan bunları geçirirken, “devam edelim evladım” dedi. “Peki efendim, çaylarımızı tazeleyeyim mi efendim?” diye sordum.
“Yok yok kalsın, az bir şey kaldı, konuyu bölmeyelim işimiz bitince içeriz” dedi.
“Ne dedik, gelelim İstanbul’a. Bizans döneminde yapılan Yedikule Zindanları’nda meşhur yılanlı kuyu vardır, yılanlar kuyudan çıkar ve zindandakilere işkence eder. Bak gördün mü burada da bir yılan kültü görüyoruz. Osmanlı döneminde bu kuyu özellikle yabancı devlet adamlarını konuşturmak için kullanılmıştır. Burada kısa bir bilgi daha verelim oğlum, 1717 yılında, Fransa Kralının İsveç Kralına hediye olarak vermek istediği, Mısır’dan çıkarılan Ra’nın annesi olduğu söylenilen bir mumya İstanbul’da ele geçirilir. Ve ele geçirilen bu mumya Yedikule Zindanları’nda uzun süre hücrede kalır. Yani mumya hapsedilir. Mısır’dan gelen mumya için acaba neden burası seçilmiştir? Bu mumyanın daha sonra Mısır’a geri gönderildiği söylenir ama akıbeti meçhul.
Yılanlı kuyu bir nevi siyasi mahkûmlar için kullanılırdı. Arşiv kayıtlarında bu kuyudan onlarca yılanın çıktığı yazılıdır.
Haşhaşilerden daha tehlikeli olan Ta Meri örgütü tarihte olmadığı kadar şu anda revaçta ve birçok küreselci mensubu var. Bunlar hiçbir dinin propagandasında değiller. Çünkü bütün dinleri kullanarak dünyada yeni bir imparatorluk peşindeler.
Şimdi konu çok uzun ama diyebiliriz ki, Ta Meri günümüzde bir kez daha hamle yapıyor. Kötü yılanlar öç peşinde. Sistemini tüm dünyaya özellikle pandemi planlarıyla küreselciler olarak uygulama peşindeler.
Ta Meri örgütü mimari ile de kendini gösteriyor. Yeni yapılan İstanbul Hava Limanı’nın uçuş kulesi kobra yılanı şeklindedir. Tesadüftür mü diyeceğiz yoksa bana dokunmayan yılan bin yaşasın mı diyeceğiz? Türk Devleti binlerce yıldır bu örgütleri ve hamlelerini biliyor. İlgililere gerekli bilgilendirmeler elbette yapılıyor. Buna rağmen yapılıyorsa?” dedi Eskici Amca.
Biraz hüzün, biraz sitem ve biraz da öfke vardı ses tonunda. Masanın üzerindeki dosyayı kapattı.
Simitçi Amca’ya karşı son vazifesini yaptığı gün, bunca üzüntüsüne rağmen devleti için bunları bana anlatıyordu.
Onların sesi olmak ne güzeldi…
Erol Elmas
buulkem@gmail.com
Twiter:@EmirYildizdan
Instagram: EmirYildizdan
[1] Nübye, Nubia
Yukarı Mısır bölgesinde Asvan’ın hemen yanında Nil nehrindeki ilk şelâleden başlayıp altıncı şelâleye veya bazılarına göre Beyaz ve Mavi Nil kollarının birleştiği noktaya kadar uzanan bölge Nûbe (Nübye), bu bölgede yaşayan insanlar da Nûbî olarak anılır. Nûbe adını kullanan ilk coğrafyacı olarak bilinen Eratosthenes’e göre (ö. m.ö. 192’ye doğru) Nûbe (Noubai) Dongola’ya kadar uzanan bölgedir (Arkell, s. 177 [Strabo XVII, i, 2’den]). Herodot ise bölgeyi Elephantine’den (Asvan civarında) sonra gelen ve başşehri Meroe olan Ethiopia (Habeşistan) diye tanımlar, buradaki şelâle ve kayalıklardan söz eder. Nûbe’nin eski Kopt dilinde (Kıptîce) nub (nbu) kelimesinden türetildiği ve “altın ülkesi” anlamına geldiği söylenir. Nitekim firavunlar devrinde Mısır’ın altın ihtiyacının büyük kısmının bu bölgeden sağlandığı bilinmektedir. Bazı mezar resimlerinde Mısır hükümdarına hediyeler ve bu arada altın sunan Nûbeliler görülmektedir. Nûbe kelimesinin mahallî dilde “köle” anlamına geldiği (a.g.e., s. 177), Nûbeliler’in ok ve yay kullanmada çok mahir oldukları, bu sebeple eski Mısır’da bölgeye Ta seti (yay ülkesi) denildiği de kaydedilmektedir. Tarihî kalıntılardan anlaşıldığına göre Aşağı Nûbe’ye milâttan önce 2300’lerden itibaren yerleşmeye başlayan siyahîler daha sonra bölgenin tamamına hâkim olmuşlardır. Onların kurduğu Kuş Devleti bir ara (m.ö. yaklaşık 725-660) Mısır’ı da egemenliği altına almıştır (Arkell, s. 110 vd.).
https://islamansiklopedisi.org.tr/nube
[2] Piye
(ö. MÖ 721), Kuş Kralı ve Mısır'ın yirmi beşinci hanedanının kurucusudur. Rolf Krauss ve David Warburton'ın bulgularına göre, MÖ 753/752 ile MÖ 722 yılları arasında Mısır'ı yönetmiştir.[2] Piye günümüzde Sudan sınırları içinde yer alan Napata kentini yönetim merkezi olarak seçmişti.
https://tr.wikipedia.org/wiki/Piye
[3] Taharqa
Mısır'ın yirmi beşinci hanedanına ait bir firavun ve Kuş Kralı.
Mısır'ı fetheden ilk kişi olan Piye'nin oğlu, Shebitku'nun kuzenidir.[1] MÖ 690-664 yılları arasında hüküm sürmüştür.
https://tr.wikipedia.org/wiki/Taharqa
[4] Kuş Krallığı
Kuşitler veya Kuş Krallığı, Sudan ve Güney Mısır'ın Nil Vadisi'nde yer alan Nübye'de kurulmuş eski bir krallıktır.
Nübye'deki Kuşit egemenliği, Geç Tunç Çağı çöküşünden ve Mısır Yeni Krallığının dağılmasından sonra kuruldu. Kuş, erken döneminde Napata'da (modern Karima, Sudan) merkezlenmiştir. Daha sonra, MÖ 8. yüzyılda, Kuşitlerin Mısır'ı işgali ile Kuşit hükümdarlar aynı zamanda Mısır'ın 25. hanedanı olarak firavun sıfatına sahip olmuşlardır. Ancak bir yüzyıl sonra Kuşitler, Esarhaddon egemenliği altındaki Yeni Asur İmparatorluğu tarafından Mısır'dan kovulmuşlardır.
https://tr.wikipedia.org/wiki/Ku%C5%9F_Krall%C4%B1%C4%9F%C4%B1
Birinci Bölüm: http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=3204
İkinci Bölüm: http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=3981
Üçüncü Bölüm: http://www.onaltiyildiz.com/?haber,5419/emir-yildizdan-yesevi-nin-asa-si-ve-ankara
Dördüncü Bölüm: http://www.onaltiyildiz.com/?haber,6546
Beşinci Bölüm: https://www.onaltiyildiz.com/?haber,7331
Altıncı Bölüm: https://www.onaltiyildiz.com/?haber,7601
Yedinci Bölüm https://www.onaltiyildiz.com/?haber,8230
Sekizinci Bölüm https://www.onaltiyildiz.com/?haber,8301
Değerli okuyucumuz,
Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
· Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
· Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
· Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
· Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
· Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
· Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.
Yorumlar
+ Yorum Ekle