Emir Yıldızdan 4. Bölüm:
Pargalı’nın Saray’ı
Eskici Amca ile dün gece telefonda görüşmüştüm ve bana: “Evladım, yarın bana bir uğrayabilir misin?” demiş, “Gecen mübarek olsun.” duasıyla telefonu kapamıştı.
Bu görüşmeden sonra, sabah iş yerime telefon ederek idari izin almıştım. İçimden bir ses, önemli olmasa çağırmayacağını ve hızlı hareket etmemi söylüyordu. “Hadi ne duruyorsun? Sallanma çık!”
Çıkıyorum.
Eskici Amca’nın antika dükkânındayım. Zamana karşı direnen ve insanla teması olan eşyalar arasındayım. İnsan eski eşyaları niçin sever? Bana göre insan eli değdiği, emeği ve alın teri olduğu için. Fabrikasyon ürünlerde, eski eşyaların ruhunu bulamazsınız.
Selamlaşma ve hasretlik bir sarılma. Bir eşyaya dokunur gibi değil, yüreğinin sıcaklığını duyacağın bir kucaklaşma. Ruhların ceset ile buluşması gibi. Kısa bir hal hatır faslından sonra işaret edilen yere oturdum. Burada gönlüm genişliyor, nefes alışım kolaylaşıyor, ruhumu bir sükûnet kaplıyordu ya da bana öyle geliyordu. Ama muhakkak ki huzur buluyordum…
İzlemeye başladım. Sanki bir film sahnesi dekorundaydım. Ahşap işlemeli sandık açılmış, eski keseler istif edilmişti; iğne keseleri, tığ keseleri, dival keseler, fermene işi keseler… Rengarenk keseler üst üste dizilmişti. Tarifsiz bir koku sandıktan etrafa yayılıyordu. Bu eşyalara kim bilir kimler dokunmuştu, kim bilir hangi gönüller nakşedilmişti. Eşyalar burada, ya sahipleri?
Ladik işi bir seccade göze çarpıyordu. Eskici Amca seccadeyi alarak tezgâhın üzerine serdi. Seccadenin mihrap zemini kırmızıydı. Mihrabın alt ve üst panosunda yan yana sıralanan laleler vardı. Renkler oldukça solgun gözüküyordu. “Acaba kaç yıllıktır?” diye içimden geçirdim. Hangi güzel insanlar bu seccadede namaz kılmıştı, gözyaşlarını akıtmıştı, kim bilir?
Eskici Amca’nın hareketlerinden anladığım kadarıyla bir şey arıyordu. Az sonra “Hah!” diye ağzından hafif bir nida çıkmıştı. Aradığını bulunca, diğer çıkardıklarını tekrar ahşap sandığa yerleştirmeye başladı. İliştiğim yerden kalkıp, sanki film sahnesine dalmıştım. Keseler, seccade ve diğer eşyaların büyülü kokusunda kaybolmuştum. Eskici Amcaya çıkardığı ve etrafa yığdığı eşyaları tekrar yerine yerleştirmesi için yardım ediyordum. İşimiz bitince o, meşhur koltuğuna, ben de masanın önündeki koltuğa oturdum. O kısa sessizliğin tarifi yok. Zamanın durması, binlerce sorunun aklından geçmesi… Hepsi birkaç saniye içerisinde oluyor. Sonra zaman işlemeye başladı Eskici Amca’nın konuşmasıyla:
“Eren evladım, seni böyle bugün işinden gücünden ettik ama önemli bir konu var.” dedi ve derin bir nefes aldı. Nefes alışı o kadar derinden olmuştu ki, yün gömleğinin göğsünde kalkıp indiğini gördüm. Konuşmasını sürdürdü: “Bir bilgi var ve bunu muhatabına sen ulaştıracaksın inşallah.” dedi ve cebinden bir anahtar çıkararak masanın sağ üst çekmecesini açtı. Cildi bordo olan oldukça eski bir kitabı aldı ve açtı. İçerisinden A-5 kâğıdı ebadında ikiye katlanmış bir kâğıt çıkardı. Kâğıdı bana uzatarak: “Oku!” dedi.
Verilen kâğıdı heyecanla aldım ve 7-8 satırlık yazıyı hızlıca okudum. Bir daha, bir daha… Heyecanlanmış ve kızarmıştım. Her yanımı ter basmıştı. Ellerimin terlediğini ve hafif titrediğini hatırlıyorum. Okuduklarım karşısında şoke olmuştum.
Eskici Amca beni izliyordu. “Evladım, işte seni bunun için buraya çağırdım. Bu, gördüğün gibi Ülkemiz için çok önemli, hayati bir bilgi. Bunun gereğinin yapılması için bu notu …….Bakanı’na elden vereceksin. Eskiden bir bağınız, tanışıklığınız vardı sanırım. Eren’im, senden ve Bakan’dan başka bu notu kimse okumayacak ve görmeyecek, anlaşıldı mı?” dedi.
“Peki efendim.” dedim belli belirsiz. Odada mıydım, ruhum dışarı mı çıkmıştı, eşyalar dönüyor muydu? Kafam allak bulak olmuştu. Hala okuduklarımın etkisindeydim ve öğrendiğim bu bilgi beni oldukça sarsmıştı.
Koltuğa adeta yığılmıştım, nefesim kesilmişti.
İyi ama ben bu “bilgiyi” ilgili kişiye nasıl ulaştıracaktım? Aldığım sorumluluğun ağırlığı altında ezilmiştim. Nabzım artmış, terden sırılsıklam olmuştum. Bu çok önemli bilginin, benim elimde ne işi vardı? Bilginin önemi ve acil olarak gereken yere ulaştırılması beni endişelendirmişti. Vakit ilerliyordu…
Bu iş bana havale edildiğine göre, gereğini yapmalıydım. Erenlerin bu kadar hizmetini zaafa uğratamazdım. Uğratamazdım ama bu bilgiyi de yerine nasıl ulaştıracaktım?
İlgili Bakanı, Amca’mın dediği gibi çok eskiden tanıyordum; ama yıllardır görüşmemiştim. Nasıl ulaşacaktım? Konu Ülkemiz için hayati öneme sahipti ve bu işin bir ucundan tutmak da, Eren fakirine nasip olmuştu.
Yüreğim heyecandan küt küt atıyordu.
Eskici Amca:
“Hadi Allah muvaffak etsin, gayretini arttırsın.” dedi ve beni uğurladı. Notu kontrol edip, cebime yerleştirdim. Arabayı park ettiğim yere doğru yürüdüm. Kafamda bir sürü sorular uçuşuyordu…
Günlerden cuma olduğu için, önce cuma namazını kılıp, sonra da Bakanlıkta bir şansımı deneyeyim diye düşündüm. Hacettepe Hastanesi’nin üstündeki yoldan Hamamönü’ne doğru, oradan da Ulucanlar’dan Bentderesi’ne indim. Niyetim,Hacı Bayram’a çıkıp cumayı orda kılmaktı.
Ama ta aşağıdan bir araba kuyruğu vardı. Dolmuş duraklarının oradan trafik kilitlenmişti. Camiye girme imkânı gözükmüyordu, yoluma devam ettim. Nasıl geldiğimi söylesem belki de inanmazsınız ama kendimi bir anda Keçiören’de Ahmet Yesevi Camii’nin önünde buldum. Caminin karşısına arabayı park edip, ezan okunurken camiye girdim.
Namaz çıkışında tam arabaya doğru yöneldim ki bir baktım sağ tarafta bir kalabalık. Yaklaşınca ne göreyim Keçiören Belediye Başkanı ve …. Bakanı konuşuyorlar. Aradığım Bakan tam karşımdaydı. Korumalar etrafını çevirmişler, yaklaşmak zor gibiydi. Kalabalığı yararak beş metre kadar Bakan’a yaklaştım. Bakan ile göz göze gelip selamlaştık, yaklaşmam için işaret etti. Bakan’ın beni çağırdığını gören korumalar yolu açtı. Kısa bir hal hatırdan sonra, “Sayın Bakanım, size iletmem gereken çok önemli bir konu var.” deyip, cebimden çıkardığım notu uzattım. Sayın Bakan ile eskiden bir teşrik-i mesaimiz vardı. Eskiden oturur uzun uzun ülke ve dünya siyaseti üzerine sohbetler ederdik. Benim analizlerimi dikkate alırdı.
Bakan Bey hızlıca nota bir göz attı ve meraklı bakışlar altında ceketinin iç cebine yerleştirdi. “Tamam.” manasında başını salladı ve oradakilerle vedalaşarak arabasına bindi. Ben de yavaş yavaş kalabalıktan ayrılarak kendi aracıma doğru yöneldim. Allah’a şükür ki not yerine ulaşmıştı. Ulaştı, ama sanki ben mi ulaştırdım? Yesevi Sultan’ın ismini taşıyan camide mesaj yerine ulaşmıştı. Ah, bu himmetler olmasa…
Kendimi kuş gibi hafiflemiş hissediyordum. Ülke için hayati önem taşıyan bilgi yerine ulaşmıştı. Artık gereğinin yapılmasını beklemekten başka yapacak bir şey kalmamıştı. Ben vazifemi Allah’a şükür ki yerine getirmiştim.
Hafta sonu geçmiş ve pazartesi günü gazeteler benim verdiğim bilgi üzerine yapılan operasyonla ilgili manşetlerle doluydu. Bakan Bey’e ilettiğim notun gereği yapılmış ve Ülke büyük bir badireyi daha atlatmıştı.
Pazartesi gecesi telefonum çaldı. Arayan Bakanlık Özel Kalemiydi. Sayın Bakan’ın görüşeceğini söylediler.
Bağladılar:
“Eren Bey kardeşim, Allah razı olsun. Ülkeye büyük bir hizmetin oldu. İnşallah en kısa zamanda yüz yüze görüşüp, konuşalım. Hayırlı geceler.” dedi.
“İnşallah Sayın Bakanım.” diyebildim.
İşte bu ülke, bu yüzden yıkılmıyor. Bunca saldırıya rağmen hala ayaktayız. Bu ülkenin dünyaya bedel insanları var. Hiç şüpheniz olmasın. Görünen görünmeyen, bilinen bilinmeyen nice güzel insanlar işbaşında. Resmi görevliler zaten işlerini yapıyorlar. Ama bir de resmi görevi olmayıp, vazife yapanlar var. Onlar kayıtlı olmasalar da görevlerini sessiz sedasız yapıyorlar ve hiçbir ikbal beklentileri yok.
Matematiksel, istatiksel, bilimsel olarak bunca saldırıya karşı yok olmamız lazımdı. Allah’a şükür dimdik ayaktayız ve ilelebet de ayakta kalacağız. Batılıların anlamadığı bu, çözemediği bu! Bu ülkenin altı da üstü de BÜYÜK’lerle dolu. Hiçbir laboratuvar çözemez bizi. Hiçbir istihbarat çözemez bizi. Bizden görünüp de bizden olmayanları defalarca yazdık. Bir yere kadar gelebilirler, ondan sonrası yok! Bu ülke, ayakta durmasını evraklar üzerindeki isimlere ve planlara bağlamaz. Gönüle yazılmış planlardan hiçbir yabancı istihbarat ve onların devşirmeleri haberdar olamaz. İşte bu yüzden, planları tutmuyor, bizi yıkamıyorlar. Oysa bu şeytanlaşmışlar, her şeyi en ince noktasına kadar hesaplamışlardı.
Bir meczup onlarca yıllık planlarını çöpe attırır.
Bir hafta sonraki Cumartesi, yine o ahşap kapının önündeydim. Açık olan kapıdan bir hoyrat ta sokağa kadar geliyordu. İçeri girince radyodan gelen bu hoyratı bitene kadar dinledim. Eskici Amca’mın bir müşterisi vardı. Baş selamı ile selamlaştık. Yaşlı bir kişi ile konuşuyordu. Yaşlı amcanın üzerinde gri bir hırka, başında şapka, ince uzun bir burun ve renkli gözleri ile dikkat çekiyordu. Beyefendi birine benziyordu. Elindeki çantayı açtı. Eskici Amca’nın masasına bir hat levhası koydu. “Murat Efendi sizin adresinizi verdi, beyefendiciğim. Bu eser, dede yadigarı evladım ama ihtiyaç hâsıl oldu satmak mecburiyetindeyim.” dedi. Eskici Amca gözlükleri takarak hat yazısını okudu ve hattatını söyledi.
Yaşlı Amca: “Evet evladım, bu hat onun, orijinal bir eser.” dedi. Eskici Amca: “Efendi hazretleri bu değerli bir eser. Benim şimdi bunu alacak durumum yok, ama Murat Efendi bize gönderdiğine göre, gereğini de yapmak lazım. Siz bana bir iki gün müsaade edin, bir etrafa sorayım, taliplisi olursa inşallah sizi arayayım.” dedi.
Yaşlı Amca’nın tereddüt içinde olduğu her halinden belli oluyordu. Yılların yorgunluğu omuzlarını düşürmüş, donuk gözlerle etrafa baktı. Ben ise bir şeyler karıştırıyormuş gibi yapıyor, bir yandan da Yaşlı Amca’yı süzüyordum. Göz göze geldik. Bakışlarımı kaçırdım, dükkândaki eşyaları incelemeyi sürdürdüm.
Yaşlı Amca bir süre eseri eline aldı, uzun uzun baktı tam çantaya geri koyacakken:
“Peki evladım, iki gün sende kalsın. Zaten dolaşacak halim yok, nasibimiz varsa satılır yoksa Allah Kerim.” dedi.
Eskici Amca, yaşlı Amca’nın telefonunu aldı ve vedalaştılar. Yaşlı Amca sokağa çıktı ve bir süre bastonunun tin tin sesi sokaktan gelmeye devam etti, sonra ses kesildi.
Eskici Amca’nın da yüzü düşmüş, üzgün görünüyordu. Kendi kendine mırıldandı: “Değerli bir hat, inşallah yerini bulur.” dedi.
Sonra bana seslendi.
“Gel, gel bakalım. Aferin sana güzel iş oldu. Maşallah vazifeni yerine getirdin, çok güzel bir hizmet oldu.” dedi ve beni alnımdan öptü. “Görsünler Yıldız’ı” dedi.
Yüzü gülmüştü.
Hattı kaldırarak içeri götürdü. Tekrar yanıma geldiğinde sözlerine kaldığı yerden devam etti:
“Bizleri mahcup etmedin, Allah razı olsun evladım.”
“Aman Efendim ben ne yaptım ki, adeta her şey önüme çıktı.” dedim.
Eskici Amca hafifçe gülümsedi. “Olsun olsun, güzel iş çıkardın, sen vazifeni yapmak için iyi niyetle yola koyuldun ya… Böyle devam…”
Eskici Amca’ya:
“Efendim, az evvelki Yaşlı Amca ile aranızdaki konuşmaları duydum. İzin verirseniz o hattı ben alayım. Tevafuk uzun zamandır alamadığım bir para vardı. Birkaç gün evvel o para elime geçti. Müsaade var mı?”
Eskici Amca bir süre öyle baktı, murakabeye daldı.
Sonra:
“Olur olur, iyi olur hem ihtiyarın işi görülür, hem de bu eser rastgele bir yere gitmemiş olur.” dedi.
Tekrar içeri girerek hattı aldı ve getirip masanın üzerine koydu. Ambalaj naylonuna güzelce sarıp, paketledik.
“Efendim, ben size yarın göndereyim.” dedim.
“Olur inşallah, hadi hayırlı olsun.” dedi ve beklemediğim bir soru sordu:
“Haftaya İstanbul’a gidiyor muşsun?”
Bu soru karşısında oldukça şaşırmıştım. “Nerden biliyor acaba?” diye içimden geçirdim.
Eskici Amca ise bana bakıp gülümsüyor, gözleri ışıl ışıl parlıyordu.
“Git git iyi olur, hatta sana bir adres vereceğim oraya uğra. Bir belgenin resimlerini alacaksın, bazı bilgiler de verebilirler, ayrıntılarını dönünce konuşuruz.” dedi ve bana daha evvelden yazmış olduğu adres kağıdını uzattı.
“Benim de selamımı söyle, Ankara’ya da ara sıra uğrarsa iyi olur, de.” tamam mı evladım?
“Baş üstüne Efendim.” deyip Amca’mın elini öperek müsaade istedim. Hattı da koltuğumun altına alıp, yola koyuldum.
Kafamda sorular uçuşarak eve doğru gidiyordum. İstanbul seyahatim vardı iş için ama Amca bunu nerden biliyordu ve acaba neyin resmini çekmemi istemişti? Çok fazla da ayrıntı vermemiş, dönünce konuşuruz.” diyerek sohbeti kapatmıştı.
Hafta sanki geçmek bilmedi. Nihayet hafta sonu gelmişti ve Ankara’dan hızlı trene binerek İstanbul’a indim.
Önce otele eşyalarımı yerleştirdim ve Pazar günü işim yoğun olacağı için bugünden verilen adrese gideyim diye plan yaptım.
Metro, minibüs kullanarak elimdeki adresi buldum. 5 kat çıktığımı hatırlıyorum ve zile basıyorum.
Türkiye’nin gönül arşivlerinden birindeyim. İçerde birkaç kişi daha var. Eskici Amca’nın dediği resimleri çekiyorum. Bu oldukça eski bir parşömen. Bol bol bu parşömenin fotoğraflarını çekiyorum. Bu parşömen ile ilgili kısa bilgiler alıyorum.
İşim bitiyor. Daha neler yoktu ki bu arşivde. Bunları görünce işte devletime olan güvenim daha da artıyor. Göz önünde olmayan, bilinmeyen ne evraklar var. Yüzyıllardır bunlar nasıl el değiştiriyor? Dünya satranç siyasetinde hangi hamleye karşı neler yapılacağı belirlenmiş sanki. Oyuna göre yeni oyunlar kuruluyor. Oradaki kısa sohbette neler öğrenmiştim neler. Kitaplar yazmıyor diye bunlar yok değil. Herkesin bilmesine de gerek yok. Türkiye’nin derin arşivlerinden birindeydim ve artık vedalaşma vakti gelmişti. Ama gönlüm bu arşivden ayrılmayı pek istemiyordu, her gördüğümü soruyor ve aldığım cevaplar karşısında şaşırıyordum. Şimdilik izin verileni aldım ve o güzel insanlarla vedalaşarak ayrıldım.
Eskici Amca’nın istediklerini almıştım. Acaba bunların ayrıntıları neydi?
Cevaplar için Ankara’ya dönmem gerekiyordu. Ertesi haftayı zar zor ettim.
Yine o güzel kapının önündeyim. Bu çağdan başka çağlara geçen eşiğin önündeydim.
İçeri giriş ve hal hatır faslından sonra yaptıklarımla ilgili kısaca Eskici Amca’yı bilgilendirdim.
Eskici Amca anlatılanlardan memnun kalmış olacak ki başını onaylar anlamında sallıyordu. Sonra çektiğim fotoğrafları dizüstü bilgisayarımdan gösterdim. Fotoğrafları görünce oldukça memnun olmuştu. Buram buram çay kokusu odaya yayılıyordu. Çay sevmeyen bir insan bile bu kokuya dayanamaz. Ben çayın kokusuna dalmış gitmişken, Eskici Amca’nın sorusuyla o büyülü ortamdan çıktım:
“Madem fotoğrafları aldın şimdi o zaman biraz çalışalım, ne dersin?”
“Siz daha iyi bilirsiniz, ben hazırım, sizi rahatsız etmeyeyim.”
“Ne rahatsızlığı evladım, rahatı yerinde olanlar rahatsız olur.” dedi gülümseyerek.
Anlatmaya başlamadan evvel ben artık işleyişi bildiğim için çaylarımızı koyup, hazırlıklarımı tamamlamıştım.
Anlatmaya başladı:
“Oğlum, bu Pargalı’yı birkaç yıl evvel ülkemizin gündemine getirdiler. Hatırla, o diziyle beraber Kanuni’nin bile önünde ismi anılmaya başlandı. Bunu bilerek mi yaptılar bilemiyorum. Ama bildiğim bir şey var; Pargalı İbrahim Paşa Osmanlı’ya Firavun adetlerini getirmek için büyük gayret gösterdi. Şimdi senin getirdiğin o fotoğraflara bile baktığımızda pek çok ayrıntıyı görebiliriz. Şimdi onları tek tek anlatalım da milletimiz de bilsin, Pargalı İbrahim Paşa neler yapmış.
Pargalı Firavun adetlerini ve heykelleri Osmanlı’ya soktu. Avrupa’dan Herkül, Apollon ve Diana heykelleri, Pargalı İbrahim Paşa’nın emri ile İstanbul’a getirildi. Bunlar At Meydanı’na konuldu. Sonra bunların bir kısmını Sarayı’na taşıdı Pargalı İbrahim Paşa.
Osmanlı İmparatorluğu’nun en kudretli zamanları, İslam Halifesi’nin memleketine bu heykeller dikildikten sonra, halk arasında tepki gösterenler oldu. Düşün evladım, Payitaht da ilk kez insan suretinde heykeller dikiliyor.
Şair Figânî’nin uyarlama bir şiiri ile halkın bu tepkisi şu şekilde dizelerde yer aldı:
“Dünya sahnesine iki İbrahim geldi, biri put yıktı, biri put dikti.”
Hz. İbrahim’in putlara karşı savaşı övülürken; İslam âleminin halifesinin memleketinde, Pargalı İbrahim Paşa’nın put dikmesi hicvedilmiştir
İşte Pargalı bu evladım. Dahası Sarayı’nın üstünü piramit şeklinde yaptırmıştı. Bunu nerden öğreniyoruz :
16. yüzyıl Flaman ressamı Melchior Lorichs, 1559 yılında İstanbul'un eşsiz bir panoramasını çizmişti. Bu panoramanın uzunluğu yaklaşık 12 metreydi. İşte bu panoramada Pargalı’nın Sarayı’nın tepesinin piramit şeklinde olduğu açıkça görülüyor. Melchior’in çizimleri modern yöntemler kullanılarak bugün bilgisayar yardımıyla daha net olarak milletin istifadesine sunuluyor. Bunları benden daha iyi bilirsiniz, Eren evladım.”
Eskici Amca’nın bu sözlerine karşılık:
“Estağfurullah efendim, sizlerin bildikleri karşısında biz neyiz ki?” dedim.
“Olsun olsun evladım, sizler de teknolojik gelişmeleri bizlerden iyi biliyor ve kullanıyorsunuz. Neyse konumuza devam edelim:
Kanuni döneminde Danimarka’dan İstanbul'a gelmiş ve Osmanlı topraklarında dört sene geçirmiş Melchior Lorck, bu eşsiz eseri çizmişti. İstanbul’un o zamanki şehir yerleşmesi ve mimarisi hakkında önemli bilgiler öğreniyoruz Melchior’dan.
İşte senin resmini çektiğin de Melchior Lorck’un o eserinden bir pafta.”
Eskici Amca bu sözü söylerken ses tonunu yükseltmiş ve yüzünde bir tebessüm belirmişti. Ben ise öğrendiğim bu bilgi karşısında çok şaşırmıştım. Demek ki 1559 yılında yapılan o panoramanın orijinaline dokunmuştum. Yaklaşık 500 yıllık belge benim elimden geçmişti.
Ah Deruni Devletim ah! Hangi oyuncu seninle baş edebilir? Hangi satranç ustası seni mat edebilir?
Ben bunları düşünürken Eskici Amca:
“Oğlum, devleti insan gibi düşün. Ceset ve ruh. Bunlar birlikte ayakta dururlar. Tabir yerindeyse, hükümetler işin vücut kısmıdır ama işin bir de ruh yönü vardır. İşte bu ruhtur bizi ayakta tutan.”
Devam etti güzel insan konuşmasına:
“İşte bu belge, cesedi kullanarak ruhumuza saldıranların belgesidir. Zihniyete bak, kalkmış İstanbul’un göbeğine piramit dikiyor. Bak oğlum, Türkler’in de piramitlerinden bahsediliyor ama Türklerin yaptıkları üçgen şeklinde değil, onlar kubbe şeklindedir. Şeytani piramitlerle ilgisi yok. Sakın karıştırma bunları.
İşte şimdi senin fotoğraflarını çektiğin o panoramadaki bir bölüm, Pargalı’nın fütursuzluğunu gösteriyor. Şimdi biz bunları anlatsak, belge olmasa havada kalacaktı. Ama bak Melchior bunları o eserinde göstermiş. Kaynak batılı olunca itiraz da edemiyorlar. Devşirme Pargalı bizde adet olmayan şeyleri topluma benimsetmeye kalktı. Belli ki yaşadığı Osmanlı’yı hala kabullenememişti. Bugün o Saray müze olarak kullanılıyor. İşte senin getirdiğin o fotoğraflar sarayın o günkü halini gösteriyor. Osmanlı Padişah’ının Sarayının karşısına saray yapılıyor ve bu da Mısır piramitleri gibi yükseliyor. Neyi ilan ediyorsun Pargalı? Önce makbul İbrahim olabilirsin ama sonra?” dedi Eskici Amca ve sustu. O susunca sanki bu odadaki her şey sustu.
“Çayları tazeleyeyim mi efendim?” diye sordum.
“Olur.” manasında başını salladı.
Bu eski eşyalar arasında oturmuş, neleri konuşuyorduk. Devlet kimdi? Burası gibi acaba Türkiye’de hangi mekânlar vardı, hangi sırlar konuşuluyordu? Hangi belgeler elden ele, gönülden gönüle transfer ediliyordu. 500 yıllık belge hangi ellerden elime ulaşmıştı? Yılların hesabı, nasıl da tutuluyordu. Vakti saati gelince, nasıl da sahaya sürülüyordu belgeler, bilgiler…
Bu eski eşyalar arasında Türk Milleti’ne hizmet etmenin mutluluğunu yaşamak ne güzel. Allah’a şükürler olsun. Ülkeyi badirelerden kurtaran dokunuşlar, bilgiler buralardan mihenk noktasına gidiyordu. Herkes kendi vazifesini yapıyordu. Maddi Devlet ve Manevi Devlet. Bunlar hamasi söylemler gelirdi bana eksiden, ama şimdi her şeyi yaşatarak öğretiyorlar. Her şeyi baştan öğreniyorum ve her seferinde şaşırıyorum.
Bir çay sohbetinde doktora yapıyorum. İşte o kadar bilgi öğrendiğimi biliyorum. İster inanın ister inanmayın, ben yaşadıklarımı bilirim… Kuruntulu, kaprisli adamların yanında gönül erlerini gördüm. Paranın, pulun, makamın satın alamayacağı adamlar gördüm. Bu ülkenin güzel insanlarını tanıdım.
Vazife adamlarını tanıdım ve onlara hep dua ediyorum, sizler de dua edin olur mu?
Yine onlardan dua isteyerek akşamın karanlığında ayrılıyorum Eskici Amca’dan…Yine onların dualarıyla yolumuzu buluyoruz. Allah ebeden razı olsun Erenlerden.
Hu!
Emir Yıldızdan
buulkem@gmail.com
Twiter:@emiryildizdan
Birinci Bölüm: http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=3204
İkinci Bölüm: http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=3981
Üçüncü Bölüm: http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=5419
Değerli okuyucumuz,
Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
· Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
· Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
· Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
· Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
· Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
· Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.
Yorumlar
+ Yorum Ekle