MUKADDES EMANETLER VE ŞÜKRÜ NAİLİ PAŞA
Soğuk kış günleri yavaş yavaş geride kalmıştı. Bahar bütün güzelliği ile kendini gösteriyordu.
Kendimi çok şanslı hissediyordum. Çok güzel insanlarla tanışmayı Cenab-ı Allah bana nasip etmişti.
Şükrümü ifade etmekten acizim…
Bildiklerimin ne kadar az ve cılız olduğunun farkına vardım. Konuların daha ‘derin manaları’ olduğunu ‘erenlerle’ muhabbete başlayınca öğrendim. Kendi kendime, “olaylara ne kadar da yüzeysel bakmışız” diye düşündüm. Hadiselerle alâkalı “tefekkür” mekanizmasını hiç çalıştırmamışız. Erenler boşuna demiyorlardı: “Tefekkür, tefekkür, tefekkür…”
Muhabbetullah’a talip olmak gerek. Çünkü bazı “sırlı” bilgiler bu sayede veriliyor.
Benim için de muhabbetullah kapısı Osman Baba idi. Ondan gerçekten çok şey öğreniyordum. Allah ondan ve bütün erenlerden razı olsun. Osman Baba, maddi ve manevi bilgileri bizim anlayacağımız şekilde gönül harmanımıza katıyordu.
Bugüne kadar ondan çok şey öğrenmiştim. Her öğrendiğim karşısında da ağzım açık kalıyordu. “Bu bilgileri nereden biliyor?” diye her seferinde şaşırıp kalıyordum. Bir insan, hemen hemen her şeyin, her konunun uzmanı olabilir mi? Onu tanıdıktan sonra “evet olabilir” diyebiliyorum. Bu dediklerime bazıları dudak bükebilirler. Haklılar da… Benim yerimde onlar olsa, benim dediklerimi derdiler. Ben de onların yerinde olsam, “olmaz böyle şey” derdim. Bu tamamen yaşamak ile ilgili bir şey. Yani “şahit” olmakla…
2 ay kadar evvel Üsküdar’daki o soğuk kış günlerinden sonra Osman Baba ile bir irtibatım olmamıştı. Osman Baba ne zaman isterse, nasibimiz ne zaman ise sadece o zaman görüşme imkânım oluyordu.
Osman Baba’nın anlattıkları kolay kolay bulunamayacak bilgilerdi. Onun anlattıklarını not alıyor, sonra düzenleyip yayınlıyordum. Böylece olayların arka planının bizim bildiğimiz, bize gösterildiği gibi olmadığını gösterme imkânı buluyorduk. Artık bizi takip edenler de yaşanılan olaylara “farklı bir bakış açısı” ile bakıyorlardı.
Bahar bütün ılıklığı ile içimizi ısıtırken, içimi ısıtacak bir müjde de Osman Baba’dan gelmişti. Hem de bu sefer beni direkt arayan kendisiydi. Yavuz Selim’in telefonundan arayan Osman Baba, hal hatır faslından sonra; “Önümüzdeki Cuma günü, sabah namazında, Bursa Ulu Camii’nde” buluşmamızı istiyordu.
Ne güzel bir haberdi benim için. Bugün Çarşamba olduğuna göre daha önümde iki gün vardı. İlk olarak cuma günü için işten izin alarak, hazırlıklara başladım. Osman Baba ile buluşacağım için her zamanki gibi yine çok heyecanlıydım.
Acaba Osman Baba neden Bursa’daydı? Elbette bir sebebi vardı. Benim için önemli olan onunla buluşmaktı. Yer önemli değildi. İsterse Fizan’a çağırsın, koşa koşa giderdim.
Sırt çantamı hazırlamış, içine bir iki kıyafet, not defteri, ses kayıt cihazı alarak nihayet cuma gecesi otobüse bindim.
Yaklaşık 4,5 saat süren bir yolculuktan sonra Bursa’ya indim. Hava oldukça serindi. Şehir içi servislere binerek Bursa Ulu Camii’nin yakınında indim. İnsanlar da yavaş yavaş camiye gelmeye başlamışlardı. Anlaşılan sabah ezanına çok az vakit vardı. Saate baktım beşe geliyordu. Ben abdest alırken, ezan da okunmaya başlamıştı.
Nihayet Ulu Camii’nin içindeydim. Evliya Çelebi’nin ifadesi ile Bursa’nın Ayasofyası idi Ulu Camii. Menkıbelere konu olmuş, güzel celi sülüs bir yazı ile yazılmış “VAV” harfinin karşısına oturmuştum. Gözlerim bir yandan da Osman Baba’yı arıyordu ama henüz onu görememiştim. Vav harfine bakarken, Emir Sultan’ı, Somuncu Baba’yı ve onların arasındaki muhabbeti düşündüm.
Ezan bitmiş, sabah namazının sünneti kılınmaya başlanılmıştı. Sünnet bittikten sonra bir süre daha beklenildi ve farza geçildi. Namaz bittikten sonra küçük sırt çantamı yanıma alarak Camii’nin içinde dolaşmaya, Osman Baba’yı aramaya koyuldum. Nihayet onu minberin yanından gördüm. Derin bir tefekkür halindeydi. Onu gören bir yere oturup, beklemeye başladım. Camii yavaş yavaş boşalmaya başlamıştı. Ben ise pür dikkat Osman Baba’ya bakıyordum. Bir süre sonra gözlerini açtı ve bana doğru baktı. Hafif bir gülümse yayıldı yüzüne, başı ile “gel işareti” yaptı bana. Hemen bulunduğum yerden kalkarak yanına vardım ve sağ elinin içini öptüm. O da sırtımı sıvazladı ve “yanına oturmamı” işaret etti.
Biraz sonra elimden tutarak, “Hoş geldim evladım. Zahmet oldu, seni de buralara kadar yorduk.” Dedi ve ayağa kalktı. Ben de Osman Baba’nın elinden tutmuş ve ayağa kalkmıştım. “Estağfurullah Osman Baba. Siz yeter ki çağırın, dünyanın öbür ucuna bile gelirim” dedim. Gülümseyerek, “biliyorum evladım, biliyorum. Allah razı olsun, senden memnunuz. Hiç görevden kaçmıyorsun maşallah. Çoğu bu saatte sıcak yatağını terk edip de ta buralara gelmez. Allah emeklerini zayi etmez evladım,” dedi.
Camii’nin çıkış kapısına doğru yöneldik.
Gün ışımıştı dışarı çıktığımızda. Hava serindi. Osman Baba Camii’nin alt tarafında bir çorbacıyı işaret ederek, “gel önce bir çorba içelim” dedi. Çorbacıya girdik ve birer ezogelin çorbası söyledik garsona. Osman Baba Bursa’ya yalnız gelmişti. Yavuz Selim yanında yoktu. Çorbalarımızı içerken bir yandan da havadan sudan konuşmaya başlamıştık.
Onu yakından tanıdıkça daha çok seviyordum. Dese ki, “artık yanımda kal, her şeyi bırak gel” şu elimdeki sırt çantası ile yanında kalırdım. Her şeyi geride bırakırdım yani.
Çorbacıdan çıktıktan sonra yürümeye başladık. O anlatıyor, ben dinliyordum. Osman Baba’nın küçük deri çantasını da ben aldım taşımak için, başta vermek istemedi ama çok ısrar edince “peki” dedi. Yürüyorduk ama nereye gittiğimizi söylememişti. Hayli yürüdükten sonra mezarlıkların arasından geçen bir yola çıktık. Yolun altı da üstü de mezardı. Osman Baba bana: “Sen şimdi Emir Sultan’a git, orada beni bekle, benim bir işim var halledip inşallah yanına geleceğim” dedi ve mezarlıkların arasından kayboldu. Ben de sorarak Emir Sultan’ı buldum. Türbe kısmına geçip dua ettim. Hediyelik eşya satanların yanında oyalanmaya başladım. Karşı da bir çay ocağı gibi bir yer vardı, orada oturup çay içtim.
Osman Baba ile ayrılalı yaklaşık iki saat kadar olmuştu ki çıkageldi. “Sıkılmadın değil mi evlat?” diye sordu. “Yok Efendim, türbede dua ettim, buralarda oyalandım” dedim. “iyi iyi, dur ben de dua edeyim” diyerek türbeye girdi.
Ben ise orada bulunan yaşlı bir amcadan 99’luk bir tespih aldım O’na hediye etmek için. Osman Baba çıkınca tespihi ona verdim. “Ne zahmet ettin evladım. Allah razı olsun” dedi ve tespihi alarak cebine koydu.
“Şimdi gel şuraya oturalım, biraz çalışalım” dedi ve benim az önce oturup çay içtiğim yeri işaret etti. Küçük taburelere oturduk. Ben hemen not defterini çıkardım.
Osman Baba’da çantasından bir fotoğraf çıkararak bana gösterdi. Resim oldukça eskiye benziyordu.
“Bugün bu rahmetli kumandandan bahsedeceğiz, Şükrü Naili Gökberk Paşa’dan ve onun yaptıklarından,” dedi.
Osman Baba anlatmaya ben ise not tutmaya başladım:
“Tarih, İstanbul’un düşman işgalinden kurtulacağı günler. Kuvay-ı Milliye ve Türk Kuvvetleri İstanbul’a doğru ilerliyor. İstanbul’a giren Türk Ordusu’nun başında en yüksek rütbeli komutan olarak Şükrü Naili Paşa var. Şükrü Paşa, Soyadı Kanunu’ndan sonra Gökberk soyadını alacaktır.
Şükrü Paşa, İstanbul’a girmeden önce güvendiği kurmay subayları ile hareket planını tekrar gözden geçiyordu. Planın esas kısmını 10 kişi biliyordu. Hareket planında hassas bir bölüm var ve bu bölümü bu 10 seçkin subay dışında kimse bilmiyor. Şükrü Paşa'nın, işte bu 10 seçkin rütbeli subayına, ana ordu İstanbul’a girmeden evvel verdiği çok gizli bir görev vardı. Kuvay-ı Milliye gizli teşkilatınca, İstanbul’daki Kuvay-ı Milliye istihbaratçılarına bu görev ile ilgili gerekli bilgiler verilmişti.
Bu kriptolu mesajı alan Kuvay-ı Milliye istibatçıları, aldıkları talimat doğrultusunda İstanbul’da birkaç operasyon gerçekleştir gerçekleştirmişlerdi.
İşte bu 10 seçkin subaya verilen birinci görev şuydu:
Topkapı Sarayı’ndaki ve Osmanlı hanedanının envanterinde bulunan “Mukaddes Emanetler” kaçırılmasın diye koruma altına alınacaktı. “Mukaddes Emanetlerin” bu karışıklık ortamında başına bir hâl gelmesin diye bir gece, Saray envanterinden alınarak Fatih’te bir eve gizlice taşındı ve muhafaza altına alındı. Bu işi de tereyağından kıl çeker gibi yaptılar…
İngilizler bu “Mukaddes Emanetlerin” peşindeydiler ve bunun için hanedanın bazı üyelerine büyük paralar teklif etmişlerdi. İngilizler, her şeyi "sarı liraları" ile alacağını sanıyorlardı.Tabi ki, hanedan mensuplarından olumsuz cevap almışlardı.
Osmanlı Hanedanı, bir çok tarihi eseri, ricalar karşısında başka ülkelere hediye etmiştir. Bundan cesaret alan ülkeler işi “Kutsal Emanetlere” getirince kesin bir dille “red” cevabını almışlardır.
Birçok tarihi eser, ricalar karşısında başka ülkelere verilmiştir, dedik. Başka ülkelere bu tarihi eserlerin verilmesinin bir diğer yolu da yapılan anlaşmalardır. Buna örnek olarak Osmanlı’nın Almanlarla yaptığı Demiryolları anlaşmasını verebiliriz. Abdülhamid Han'ın, Almanlarla yaptığı bu anlaşmada, karşı tarafın şartlarından biri de şuydu: Demiryolları döşenirken topraktan çıkan arkeolojik eserler bu Alman Şirketine ait olacaktı. Bu teklif, devrin şartları içerisinde kabul edildi.
İşte Türkiye’deki demiryollarının yılan gibi kıvrılarak gitmesinin sebebi budur. Ne kadar yol kıvrımlı olursa, o kadar civarda tarihi eser aranacaktı.
Bu işlere “dur” diyen Osman Hamdi Bey’dir. Onun sayesinde birçok eser yurdumuzda kaldı. Müze-i Hümayun müdürü olarak ilk işi eski eserlerin yurt dışına götürülmesini yasaklayan bir tüzük hazırladı. Böylece bu yeni düzenleme ile Batılı ülkelere Osmanlı topraklarından eski eser kaçırılmasını önledi.” Dedi Osman Baba.
Bana: “Hızlı gitmiyoruz değil mi evlat? Anlattıklarımı yazabiliyor musun?” diye sordu. “Evet Efendim, yetiştirebiliyorum,” diye cevap verdim.
Bulunduğumuz çay ocağı oldukça küçüktü. Önünde bahçesi de vardı ama biz içeri oturduk. Dışarısı biraz serindi. Osman Baba bir yandan elindeki tespihi çekiyor bir yandan da anlattığı konuya kaldığı yerden devam ediyordu:
“İşte Şükrü Paşa’nın bu 10 seçkin subaya verdiği ikinci görev daha vardı. O görev şuydu:
Ayasofya Camii’nde bulunan “kral mermeri” ile yine Hıristiyanlarca kutsal kabul edilen ve Kudüs'te Hz. İsa'nın bağlanarak kırbaçlandığı kabul edilen sütunun yurt dışına kaçırılmaması için önlem almak.
Bildiğiniz gibi özellikle Haçlı seferleri sırasında, İstanbul’da bulunan birçok tarihi eser yağmalanmış ve yurt dışına kaçırılmıştı. Aynı olaylar tekerrür etmesin diye önlem alınmıştı.
Şimdi, bu güzide subaylara verilen üçüncü görev daha vardı ve bu görev çok manidardı:
Bunu da şimdilerde pek kimse ayrıntıları ile bilmez. Bunu da inşallah biz açıklayalım da bu milletin en zor şartlarda bile "emanetlere" nasıl sahip çıktığını herkes öğrensin. Diğer görev de şuydu:
İstanbul’daki dergâhlarda, tekkelerde kayıtlı bulunan bütün Sakal-ı Şerif’lerin icazet ve belgeleri ile bir araya toplanılması. Bu görev sayesinde Sakal-ı Şerif’lerin hemen hemen tamamı toplanmıştır. Sakal-ı Şerif’lerin toplanmasının sebebi ise Kuvay-ı Milliye’nin eline geçen bir istihbarat raporuydu. Rapor, olası bir İstanbul savaşında Fener Patrikhanesi ve dönemin İstanbul baş hahamınca bu Sakal-ı Şerif’lerin para karşılığı İngilizler adına toplanılması istihbaratının alındığını ifade ediyordu. Tabii ki Müslüman tebaa canını verir, Sakal-ı Şerif’i vermezdi. Ancak o sıralarda gizemli cinayetler baş göstermeye başlamıştı. Sakal-ı Şerif’leri satın alma yoluyla ele geçiremeyeceğini anlayanlar, zorla ele geçirmeye çalışıyorlardı.
İşte bu sinsi hareketten haberdar olan Türk teşkilatı, bu Sakal-ı Şerif’lerin toplanılması için harekete geçmişti. Peki İngilizler ve işbirlikçileri Sakal-ı Şerif’lerin kimde olduğunu, hangi ailede olduğunu nereden biliyorlardı? Bunun sebebi ise maalesef Osmanlı’nın memur sisteminde yatıyordu. Defterdarlıkta çalışan gayrimüslim tebaa, özellikle Rum memurlar defterdarlıkta kayıtları bulunan şecere ve icazetnameleri bildikleri için bu resmi bilgileri İngilizlere vermişlerdi. Vakıflara ait kayıtlarda bilindiği için bu işbirlikçiler Sakal-ı Şerif’lerin nerede ve kimde olduğunu elleri ile koymuş gibi buluyorlardı.
İşte o dönemin Kuvay-ı Milliye görevlileri, bu istihbaratlardan sonra Sakal-ı Şerif’lerin nerede toplanıp İngiltere’ye kaçırılacağını araştırmaya başladılar. Sonunda Sakal-ı Şerif’lerin İstanbul’da bir sinagogta toplanıldığını öğrendiler. Toplanılan Sakal-ı Şerif’leri neden sinagogta saklamışlardı? Çünkü Müslümanlar, diğer dinlerin ibadethanelerine saygı gösterdiklerinden dolayı, burada saklamayı kendilerince uygun görmüşlerdi.
Şükür Naili Paşa İstanbul’a girdikten sonra Ayasofya Camii’nde bulunan kral mermeri ile yine Hıristiyanlarca kutsal kabul edilen ve Kudüs'te Hz. İsa'nın bağlanarak kırbaçlandığı kabul edilen sütunu pazarlık konusu haline getirmişti. Tabii ki sadece pazarlık konusu bunlar değildi. Hıristiyanlarca kutsal kabul edilen diğer eserleri de pazarlık konusu yapmıştı. Şükrü Naili Paşa daha önceden görevlendirdiği Kuvay-ı Milliye subaylarına İstanbul’daki sinagog ve kiliselerde bulunan ve ta Bizans döneminden kalan onların inandıkları bazı mukaddes eserleri toplatmış ve Çemberlitaş’ın altına gömdürmüştür.
Buraya bir anekdot ekleyelim evladım. Paşa’nın buraya gömdüğü Hıristiyanların kutsal emanetleri arasında Hz. İsa'nın çarmıha çakıldığı çiviler, çarmıhın yani kutsal haçın bir parçası vs. Bunlar onların inanışına göre tabii. Yoksa gerçekte böyle şey yok. Hıristiyanlar öyle kabul ediyorlar. Şimdi burada işin püf noktası şu, bazıları sanıyor ki, o eserler yüzyıllardır orada gömülü. Hayır, Naili Paşa zamanında oraya gömüldü. Bu konu zaman zaman gündeme getirilip hâlâ tartışılır…” dedi Osman Baba.
Gerçekten de düşündüm ki, Çemberlitaş civarında bu tür hazinelerle ilgili medyada birçok haber çıkıyordu. Bir ara Çemberlitaş bakıma alınmış, etrafı kapatılmış ve epey bir süre açılmamıştı. Yine o civarda otel yapıyoruz bahanesi ile bir yer kapatılıyor, aylarca çalışıldıktan sonra, ortada ne inşaat görülüyordu ne de başka bir şey. Demek ki, bu paravan otel inşaatları bahanesi ile kaçak kazı çalışmaları yapılıyordu.
http://arsiv.sabah.com.tr/2007/01/15/gun101.html
http://www.habervitrini.com/haber/hz-isanin-esyalari-cemberlitasta-cikti-310803/
http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=1353
Osman Baba konuşmasına kaldığı yerden devam ediyordu:
“İşte bu noktada Türk zekâsı bir kere daha devreye girdi.Çemberlitaş’a gömülen bazı eserler, özellikle İngilizlerin eline geçmesin diye bir plan yapıldı.
Kuvay-ı Milliye hafiyeleri şöyle bir söylenti yaydılar: Hıristiyanların kutsal emanetleri toplanıp, Ayasofya’nın altındaki kuyulara gömüldü. Bu söylenti kulaktan kulağa yayılınca cengâver İngilizler durur mu, hemen kendilerini Ayasofya’nın kuyularına attılar. Güya kutsal emanetleri bulacaklardı. Burada kutsal emanetleri arayan İngilizler, zehirli gazlardan etkilenip, o kuyularda öldüler. İşte şimdilerde Ayasofya’nın kuyularında ve İngilizlere ait olan mataraların ve diğer eşyaların sırrı da budur. Bu söylentiye inanan İngilizler, bunun bedelini hayatları ile ödemişlerdir.
http://www.sonsayfa.com/Haberler/Guncel/Ayasofyanin-derin-sirri-cozuldu-140206.html
Şükrü Paşa, kaçırılan Sakal-ı Şerif’ler gelince, Çemberlitaş’a gömdükleri dışında kalan Hıristiyanların eserlerinden bazılarını iade ediyordu. Hatta üç Sakal-ı Şerif’i kaçıran İngiliz gemisi yoldan döndürülmüş, işte o üç Sakal-ı Şerif gelmeden Hıristiyanlara ait eserleri geri vermemiştir.
Şükrü Paşa, İstanbul’dan işgal kuvvetleri çekilince, Sakal-ı Şerif’leri yine defterlerde kayıtlı olan kişilere, yani sahiplerine geri vermiştir.
Bazı ahmaklar hâlâ Çemberlitaş’ın altında Hıristiyanların kutsal emanetlerini arıyorlar ama bulamadılar. Bulamayacaklar da…. Bu yüzden o civarda sürekli restorasyon adı altında kazılar yapıyorlar.
İşte Şükrü Naili Paşa, bu planı başarı ile tamamlayınca İngilizlere oynadığı bu oyunu bir sohbette; Kazım Karabekir Paşa, Fevzi Çakmak Paşa ve ileri gelen komutanlara anlatmış ve hep beraber gülmüşlerdir.
İşte o andan bir resim.
Şükrü Naili Paşa, ruhun şad olsun.
Ne zaman bir savaş tehlikesi olsa, Türk Devleti Mukaddes Emanetleri hemen koruma altına alıyor. 2. Dünya savaşında da bu emanetler Nevşehir’e taşınmıştı,” dedi ve sustu Osman Baba.
Bir anda sessizlik oldu ve içeri 45-50 yaşlarında, mütevazi giyimli birisi girdi ve Osman Baba’nın yanına yaklaştı. Selamlaşmadan sonra gelen kişi Osman Baba’nın kulağına bir şeyler söyledi ve bir poşet verdi. Poşeti veren şahıs hemen yanımızdan ayrıldı. Osman Baba poşeti açınca, içinden çıkan bir kitaptı sanırım.
Osman Baba’nın yüzüne bir gülümseme yayıldı. “Çok şükür bu da bugün bize nasip oldu” dedi…
Erol Elmas
Birinci bölümü okumak için:
http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=45
İkinci bölümü okumak için :
http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=211
Üçüncü bölümü okumak için:
http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=237
Dördüncü bölümü okumak için:
http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=401
Beşinci bölümü okumak için :
http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=489
Altıncı bölümü okumak için :
http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=954
Yedinci bölümü okumak için
http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=1020
Sekizinci bölümü okumak için
http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=1230
Dokuzuncu bölümü okumak için
http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=1320
Onuncu bölümü okumak için
http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=1332
Onbirinci bölümü okumak için
http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=1366
Değerli okuyucumuz,
Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
· Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
· Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
· Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
· Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
· Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
· Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.
Yorumlar
+ Yorum Ekle