En Sıcak Konular

EMİR YILDIZ'DAN: Galata’nın Sırrı

8 Şubat 2012 10:26 tsi
EMİR YILDIZ'DAN: Galata’nın Sırrı Emir Yıldız'dan Romanının 9. Bölümü:Galata’nın Sırrı

Galata’nın Sırrı

 

Bu uzun ayrılıklardan sonra Osman Baba’yı daha da çok  özlüyordum. Gerçekten de onunla tanıştıktan önce ve tanıştıktan sonraki hayatım arasında dağlar kadar fark vardı. Bazen içimden “daha önce tanışsaydım, ne iyi olurdu” diye geçirdiğim de oluyor. “Ama nasip böyleymiş ve buna da şükür” diyorum . O’nun olaylara bakışı ve tavrı, üzerimde büyük etki yapmıştı. Nasıl yapmasın ki, ben yaşanan olayları  herkes gibi bize sunulduğu şekli ile kabul ediyordum. Ama bir de olayların aslını Osman Baba’dan dinleyince, işte o zaman kandırıldığımızı anlıyordum.

 

Bu dönem,  doğru bilgilerle yanlış bilgilerin iç içe geçtiği bir dönem. Özellikle internet sayesinde herkes her bilgiye kolayca ulaşabiliyor. Ulaşıyor ama o bilgi doğru mu yoksa yanlış mı, işte sorun o noktada başlıyor. Özellikle genç kesim; olayları kendilerine sunulduğu şekli ile kabullenme eğiliminde. Okumadan, araştırmadan olaylar arasında bir bağ kurmadan “hazır bilgiye” konuveriyorlar. Bu  gençlerin de işine geliyor, zahmetsizce ulaştıkları bilgiyi hemen kabulleniyorlar.

 

Arkada dönen dolaplar, kimsenin umurunda  değil. Ya da çok az kişi olayların arka planını araştırıyor. İşte bu gibi durumlarda bilgisine güvenebileceğimiz, bu ülkenin yetiştirdiği ve nefislerinin esiri olmaktan kurtulmuş, hakiki insanlara ihtiyacımız var. İnsan-ı Kamil’lere ihtiyaç var. Bu insanlar aslında bizlere Allah’ın bir lütfü. Maddi manevi donanımları ile  karanlıklar içinde “ateş böceği” misali parlıyorlar. Bize ışık tutuyorlar, örnek oluyorlar.

 

İlizyonların  bütün hızıyla devam ettiği günümüzde, bu sihirbazların oyunlarına kanmamak için sağlam bir imana ve sağlam bilgilere ihtiyacımız var. Yeni neslin geneli çizgi filimler tarafından yetiştiriliyor. Artık çocukları anne-baba’lar değil, televizyonlar yetiştiriyor. Geleceğe o çocuklar nasıl hazırlanıyorlar?  Bu uzun ve hazin bir konu. Çocuklarımız elimizden kayıp gidiyor…Her aile böyle değil ama o bilinçli aileler artık ne yazık ki istisna…

 

“İmana ve bilgiye ihtiyacımız var” dedik. Şüphe götürmeyen bir imana. Aynı zamanda çağımızın önümüze getirdiklerini analiz etmemiz ve tuzaklardan kurtulmamız için de doğru bilgiye ihtiyacımız var. Doğru bilginin en emin kaynaklarından birisi, bizim kültürümüzdeki deyimi ile erenler’in bilgileri.

 

“Nasıl oluyor, nasıl biliyorlar” konusu uzun ve çetrefilli bir konu. Bu konuyu hakkıyla anlayabilmek için temel bazı bilgiler lazım. Tıpkı matematikteki logaritmayı anlayabilmek için önce sayıları, çarpma, bölme, çıkarma, toplamayı  yani bazı temel bilgilerin bilinmesi gerektiği gibi.

 

Osman Baba ile olan sohbetlerimizde işte bu erenler’in ilk basamak bilgilerini öğreniyordum. Hem maddi  hem de manevi bilgilerdi bunlar. Osman Baba’nın bildikleri karşısında her zaman şaşırıyordum. Sokakta görseniz, “bu kişi de bu kadar bilgi olur mu?” der geçersiniz. İşte ben ne zamandır insanların dış görünüşüne bakarak, değerlendirmenin ne kadar  yanlış olduğunu öğrendim. Onların yoksulluğunun gerçek zenginlik olduğunu öğrendim. Öğrendim derken yanlış anlaşılmasın, öğrenmeye çalışıyorum. Onun dizinin dibinde daha öğreneceğim çok şey var. Onu tanıdığım için Allah’ıma şükürler olsun…

 

Osman Baba’da misafir olduktan sonra araya aylar girmişti. Yazın evinde misafir olmanın onurunu yaşamıştım. Çok güzel de çalışmalar yapmıştık. Ama sanki her şey bıçak gibi kesilmişti. Bir-iki kere ulaşmaya çalışmış ancak ulaşamamıştım. Osman  Baba’nın yeğeni  Yavuz Selim ile  telefonda görüşmüştüm. Sadece “Osman Baba’nın sana selamı var” demişti, o kadardı alabildiğim haber.

 

Daha sonra Süleyman ile  birkaç kez telefonda görüşmüştüm. Süleyman da “uzun zamandır Osman   Baba ile bir araya gelemediklerini, kendinin de ondan haber beklediğini” söyledi. Süleyman’a   “Ömer Amca’nın  bahsettiği dersleri” sordum. Süleyman,  bu konu da her nedense pek konuşmak istemedi. “Sen en iyisi bu konuyu Osman  Baba ile konuş” dedi. Bu dersleri daha da merak etmeye başlamıştım.

 

Yazın o sıcaklarından sonra şimdi tam kış mevsimi hüküm sürüyordu. Her yer kar- buz. Ankara’daydım ve her yer karlar ile kaplıydı. Bir Cuma günü, tekrar Yavuz Selim’i aradım, Osman Baba’nın cumasını tebrik etmek için. Yavuz Selim telefonu açtığında oldukça sessiz konuşuyordu. Anladım ki Osman  Baba ile beraberdiler. “Senin ve Osman Baba’nın cuması mübarek olsun” dedim Yavuz Selim’e. “Allah razı olsun Eren Bey, senin de cuman mübarek olsun” diye cevapladı. Ama yine alçak sesle konuşuyordu.  Yavuz Selim beklediğim müjdeyi nihayet verdi: “Osman Baba’nın yanındayım Eren  Bey, telefonu ona veriyorum” dedi.  Bir süre sessizlik oldu. O birkaç saniyelik sessizlik sanki bana saatler geçmiş gibi geldi. Nihayet:

 

“ Selamun Aleyküm Eren evladım, nasılsın görüşmeyeli?” “Allah’a şükür çok iyiyim Osman  Baba, sesinizi duydum daha iyi oldum, özledik sizleri,  sağlık sıhhatiniz nasıl, iyisinizdir inşallah?” diye sordum. “Hamd olsun, şükr olsun evladım. İyiyiz. Biz de  seni özledik  ama sen çalışıyorsun, işin gücün var, sana rahatsızlık vermeyelim” dedi. Bunun üzerine, “ Ne rahatsızlığı Osman  Baba, izin verseniz her hafta yanınıza gelmek isterim.” Dedim. “ Hadi o zaman Pazar günü  çık gel. Yavuz sana saati ve yeri bildirir, müsaitsin değil mi?” “ Eee elbette Osman Baba” diye kekelemeye başladım sevincimden. “Hadi Allah’a emanet ol, Pazar günü bekliyorum” diyerek telefonu kapattı.

 

 Nasıl sevinmiştim bu habere anlatamam. İyi ki bugün telefon etmişim Yavuz Selim’e. Hem Osman Baba yanındaymış, hem de davet almıştım. Mübarek Cuma günü benim için daha da anlam kazanmıştı. Müjdeli haberler almıştım.

 

“Cumartesi gece otobüse biner, Pazar günü buluşmaya giderim” diye düşünmeye başlamıştım. Ancak saat ve yer söylenmediği için tam da kararımı verememiştim.

 

 Cumartesi olmuştu. Osman Baba’ya hediye almak için Ankara sokaklarını arşınlıyordum. “Acaba ne  alayım” diye epeyce dolaştım ama bir türlü ne alacağıma karar verememiştim.  Sonunda Yavuz Selim’e bir gömlek, Osman  Baba’ya da kış olduğu için  rengi sarı olan yün içliklerden bir takım aldım.

 

Cumartesi akşama doğru Yavuz Selim arayarak, “saat 11’de Üsküdar’da ol  abi, ben seni tekrar ararım” dedi. “Tamam, inşallah dediğiniz saatte ordayım” dedim. Hemen  Ankara garına giderek yataklı trenden bir bilet aldım. Gece 12’de binecek ve sabah 8 gibi İstanbul’a inecektim. Böylece geceyi uyuyarak geçireceğim için sabaha dinlenmiş olarak Osman Baba ile buluşacaktım.

 

Hazırlıklarımı yapmış, trene binmiştim. Dışarısı oldukça soğuk olmasına rağmen, yataklı vagon sımsıcaktı. Bilet kontrolü yapıldıktan sonra, eşofmanlarımı giyerek yatağa uzandım.  İlk başlarda rayların sesinden uyuyamamıştım ama sonra  raylardan gelen sesler bana ninni gibi gelmeye başlamıştı. Uyumuşum.

 

Uyandığımda trenimiz İzmit’e varmıştı. Üstümü değiştirerek, lavaboda elimi yüzümü yıkadıktan sonra  kahvaltı yapmak için yemek vagonuna geçtim. Aheste giden trende dışarıyı seyrede seyrede kahvaltı etmeye başladım. Gerçekten de bu kahvaltı bana oldukça lezzetli gelmişti. Kahvaltımı bitirmiş, bir  fincan çay daha alarak  bu keyfi sürdürme niyetindeydim.  Tren Gebze, Pendik, Bostanlı, Söğütlüçeşme derken nihayet Haydarpaşa’ya  varmıştı.

 

İndikten sonra saate baktım  buluşma saatimize yaklaşık 3 saat daha vardı. Küçük çantam elimde, Kadıköye doğru yürümeye başladım. Oradan da taksi dolmuşlara  binerek Üsküdar’a  geçtim. “Nasıl olsa daha vaktim var” diyerek Aziz Mahmut Hüdai Hazretleri’nin türbesine gittim. Cami’de iki rekat namaz kılıp, türbe kısmında dua ettikten sonra arak sokaklardan yürüyerek sahile indim. Kız Kulesi bütün ihtişamı  ile karşımdaydı. İstanbul’u seyre dalmıştım, etraf oldukça sakindi. Hava soğuk olmasına rağmen  sahilde yürümeye devam ettim. Bir yandan da telefonumu kontrol ediyordum. Nihayet  saat 10.15’te Yavuz Selim aradı. “Nerede olduğumu” sordu. Yerimi tarif ettim ve 10-15 dakika sonra Yavuz Selim  yine o ilk bindiğim minibüsü ile yanımdaydı.  Yavuz Selim  camı açarak beni ön tarafa buyur etti.  Gözlerim Osman Baba’yı aradı ama Osman Baba arabada yoktu. Yavuz Selim: “ Abi  Osman  Baba’yı sabah bir yere bıraktım, buraya yakın, seni şuraya bırakayım sonra onu alıp geleceğim” dedi. Yavuz Selim beni Kız Kulesi’nin az  daha ilerisinde bir kafeteryaya bırakarak,  “Abi sen burada otur,  ben Osman Baba’yı alıp geleyim” diyerek ayrıldı. Burası oldukça sakin, boğazı gören harika bir yerdi.  İçeride birkaç müşteri daha vardı,  pencere kenarına oturarak Osman Baba’yı beklemeye başladım. Sahilden az yüksekte, manzaralı bir yerdi burası. Bir çay söyledim kendime ve İstanbul’u seyre daldım.

 

Ben dalıp gitmişken Osman Baba ile Yavuz Selim’in bana doğru geldiklerini gördüm. Hemen toparlandım ve  ayağa kalktım. Osman   Baba’yı görünce oldukça heyecanlanmıştım. Osman Baba uzun kırçıllı yün bir palto giymiş, başında yün bir bere vardı. Hemen koştum eline sarıldım.

 

“Hoş geldin İstanbul’a evlat. Otur, otur, güzel yer bulmuşsun” diyerek benim masama oturdular. “Hoş bulduk Osman Baba” dedim. “İstanbul’da Ankara gibi soğuk” dedim. “ Evlat, sıcaktan da soğuktan da şikayet etme. Şikayet etsen de etmesen de bunlar olacak. Senin benim bunları değiştirecek halimiz yok.” Dedi. “Affedersin Osman Baba” dedim.

 

“Ee daha nasılsın, yazılarınız maşallah  güzel yankı buluyor. Güzel işler yapıyorsunuz. Oğlum, bu çağın silahlarından biri de bu. Ne demiş güzeller güzeli efendimiz (sav) ‘ Düşmanın silahı ile silahlanın.’ Allah’a şükürler olsun ki, sizlerle tanışmak nasip oldu.” “Estağfurullah Osman Baba, siz olmasanız, siz anlatmasanız yol göstermesiniz, biz nereden bileceğiz ki? Allah’a şükürler olsun ki, sizin gibi büyüklerimizle tanışmak bizlere nasip oldu.” Diye cevap verdim. Osman Baba: “Oğlum, bu bir ordu savaşıdır. Orduda da her silahı kullanacak kişilere ihtiyaç var. Birbirimizi tamamlıyoruz.” Dedi ve ekledi: “Ben bildiklerimi anlatacağım, sen yazacaksın, interneti, matbuatı kullanacaksın.  Verilen ip uçlarından yola çıkarak, hedefe ulaşacaksın inşallah.”

 

Biz böyle hararetli bir konuşmaya dalmışken, garson gelip,  “bir şeyler içip içmeyeceğimizi” sordu. Osman Baba, ıhlamur, Yavuz Selim ile ben de çay istedik. Yavuz Selim her zaman olduğu gibi yine sessizdi. Osman Baba’nın yanında adeta çıtı çıkmıyordu.

 

Osman Baba: “E anlat bakalım, görüşmeyeli neler yaptın?” “ Aynı işler efendim, önemli bir değişiklik yok. Hep sizden bir haber bekledim. Sizleri gerçekten çok özlüyorum.” “Allah muhabbetini, aşkını arttırsın. Nasip olduğunca görüşürüz inşallah.”

 

Bu arada garson siparişlerimiz getirmişti. Osman Baba ıhlamurundan bir yudum aldı ve gözlerini karşı kıyılara dikti. İstanbul’un siluetini seyrediyordu sanki. Önümüzde Kız Kulesi, karşı kıyıda Ayasofya, Sultan Ahmet, önümüzde dalgalı deniz… “Kız Kulesi, siz Kız Kulesi’nden çokça söz ettiniz evladım. Biz de, diğer kuleden, Kız Kulesi’nin çapraz karşısına dikilen Galata Kulesi’nden bahsedelim, ne dersin?”

 

“Siz nasıl münasip görürseniz Efendim” dedim. Osman Baba  bir şeyler anlatacağı zaman ben artık usulü öğrenmiş ve  hemen not defterimi çıkarmıştım. Osman Baba gözlerini karşı kıyılardaki Galata Kulesi’ne dikmiş, anlatmaya başlamıştı: 

 

Galata’nın Sırrı 

 

“İşte şu karşı kıyıda gördüğün o meşhur Galata ve burası ile özdeşleşen Galata Kulesi. Galata’nın tarihine bakacak olursan,  birçok bilgiye ulaşabilirsin.İstanbul’un fethedilmesinden sonra, Galata Kolonisi de kendiliğinden Fatih’e  teslim olmuştur.


 


İstanbul kuruldu kurulalı, bilinen en eski tarihte de burada yaşayan “bir sülale”, tarihin her döneminde  sahnede yer almış ve varlığını sürdürme başarısını göstermiştir. Buradaki başarı, kendilerine göre tabi.  İşte ben sana bugün  Galata Kulesi’ni ve bu esrarengiz sülaleyi anlatacağım. Bu anlatacaklarım önemli  bilgilerdir evladım. Kitaplarda bunlar yazmaz.”  dedi Osman Baba ve konuşmasını şöyle sürdürdü:

 

“Galata Kulesi, aslında gemiler için bir deniz feneri görevi görmekteydi. Bizans devrinde buraya İsa Kulesi ismi verilmişti. Uzun yıllar bu isimle anıldı. Ta ki fethe kadar. Fetihten sonra Türklerin eline geçen bu kule, çok çeşitli amaçlar için kullanılmıştır: Hapishane, deniz feneri, yangın kulesi. Ayrıca 16. yüzyılda Kasımpaşa tersanelerinde çalıştırılan Hıristiyan harp esirlerinin barınağı olarak da kullanılmıştır. Fakat Kule’nin  kullanım amaçları arasında, en önemlisi rasathane olarak kullanılmasıdır ki, Sultan III. Murat'ın müsaadesiyle burada müneccim Takiyüddin tarafından bir rasathane kurulmuştur. Ancak bu rasathane, 1579'da kapatılmıştır. Burasının bir gözlem kulesi olması dikkat çekiciydi.

 

İşte az önce dikkat çektiğim o sülale, devreye girerek rasathaneyi kapattırmıştır.

 

Kule dibi diye adlandırılan mahallelerde, fetihten hemen sonra çok esrarengiz olaylar oluyordu. Kule’nin dibinde cesetler bulunuyordu. Kalpleri sökülmüş olarak bulunan bu  kadınlar hemen gayrimüslim mezarlıklarına defnediliyorlardı. Konunun esrarengizliği aslında fetihten çok öncelere dayanıyordu. Kule dibinde gizli bir tarikat vardı. Bu tarikat, paganist ritüeller uygulayan o sülalenin bağlı olduğu bir tarikattı.

 

 Konstantiniye döneminde Galata efsaneleri kulaktan kulağa yayılıyordu.Bir müddet sonra o bölgedeki herkes, korkudan kaçmış ve  o sülale dışında kimse kalmamıştı.  Artık korkudan kimse de o bölgelerde dolaşamıyordu.


 


Korkudan girilemeyen bu bölge daha sonra imtiyazlı bir alan olmuş ve itibar görmeye başlamıştır. Bunun sebeplerinden biri ise, o kadim  sülalenin orada   bir fahişe tapınağı kurmasıdır. Bir çeşit  genelev yani. Ama buranın farklı bir özelliği vardı. Burada önce ayinler yapılıyordu. Ancak her isteyen  bu ayinlere katılamıyordu. Daha çok elit tabaka bu ayinlere iştirak ediyordu. Oraya gidenler itibarlı sayılıyordu. Korkulan kimseler oluyorlardı aynı zamanda nüfuzlu kimseler olarak bulundukları krallığın yapısında, söz sahibi oluyorlardı.

 

Bugün orada yine genelev vardır. ‘Tarih tekerrür ediyor’ diyenler haksız da sayılmazlar.

 

Bu  Kule’de  ilginç şeyler oluyordu, dedik. Mesela, senenin belli dönemlerinde, kule dibindeki ritüelden sonra kuleye çıkılıp, seçilen kimseler atlayarak intihar ediyorlardı. Bu durum fethe kadar devam etti. Fetihten sonra, esrarengiz şekilde bazı intiharların yani kuleden atlama modasının olması tabii ki Osmanlı idaresinin dikkatini çekmişti. Fatih’in emri ile araştırılması ferman buyrulmuştu. İşte biraz önce naklettiğimiz bilgiler böylelikle gün yüzüne  çıkmıştı.

 

Fatih devri ve sonrası esrarengizlikler az da olsa yine devam etmişti. Fakat oradaki sülale format değiştirerek varlığını bir şekilde devam ettiriyordu.

 

Abdülhamit Han dönemde burada intihar vakaları yine artmıştı. Yani kuleden atlayarak intihar. Bu ritüelden bir türlü vazgeçmiyorlardı. Abdülhamit Han’ında ilgisini çeken bu olay, istihbaratçılarını oraya sevk etmesine neden oldu. Gelen raporlar çok ilginçti: Kule dibinde  yine eski dönemlerde olduğu gibi yine fuhuş yapılıyordu.Ticaret gemileri ile Dünya’nın çeşitli yerlerinden gemilerle gelen kadınlar, buradaki o eski tarikat tarafından fuhuşa zorlanıyor, gayri meşru doğan çocuklar, belli bir yaştan sonra çok gizli bir ritüelle intihar ettiriliyordu.

 

Abdülhamit Han’ın zabitleri aldıkları fermanla oraya baskın düzenlendiler ve bir tür masonik bir yapı ile karşılaştılar. Sorguya çekilen itirafçılar serbest bırakıldılar ancak bir süre sonra bunların da intihar ettikleri gözlendi. Yapı dağıtılmasına rağmen, o eski sülale orada kalmaya devam etti. Aile çok zengindi. Adeta İstanbul’un en zenginiydiler.

 

Bu ailenin en ilginç akrabalarından biri  ise  bankerlik yapan Yahudi  Kamando ailesiydi. Bu sülale, Osmanlı döneminde  bir ticaret anlaşmasında aracı olunca, Yahudiler tarafından aforoz edildi.  Bu kişi, öldüğünde ise anıt mezarı harabe halinde bırakıldı. Geçtiğimiz yıllarda İstanbul Büyük Şehir Belediyesi tarafından anıt mezarı yaptırıldı. Bu konuda yeterince bilgi var, araştırırsan bulabilirsin.


  


Fetihten önce  kulenin üzerinde bakır bir levha üzerinde masonik bir göz olduğunu da hatırlatalım.

 

Bilindiği gibi Hezarfen Ahmet Çelebi Galata Kulesi’nden Üsküdar’a uçmuştu. Hezarfe’nın uçtuğu yer Üsküdar’dı. Kız Kulesi’nin üzerinden geçerek buraya indi. Bizans tarihinde Galata Kulesi’ne, “İsa Kulesi” denmesi  boşuna değildi. O tarikat, o dönemlerde, Hz. İsa’nın Galata Kulesi’ne ineceğini kulaktan kulağa yayıyordu. Hıristiyanlığa girmiş ancak  eski paganist inançlarını da tamamen terk etmemiş olan  Bizans halkı, İsa’nın Ayasofya’ya ineceğini bekliyorlardı. Hz. İsa’nın hangi kuleye ineceği  bir çekişme konusu haline gelmişti.

 

Velhasıl Hezarfen Ahmet Çelebi, Galata Kulesi’ni özellikle seçmişti. Oraya Hz. İsa’nın inmeyeceğini ama oradan bir Türk bilim adamının uçacağını ispat etmiştir. Bu konunun detayı var, ama girmiyorum. Belki, başka bir  zaman onu da konuşuruz.

 

Şimdi tekrar konumuza dönelim: Abdülhamid Han’ın istihbaratçılarının verdikleri raporlarda şunlar vardı: Ritüel’de bir mizansen vardı. Hz. Musa ve Firavun kıssasında bir olaya atfedilen mizansen. Firavun tahtını yok edecekler diye tüm doğan erkek çocuklarını öldürtüyordu.  Bilinen bir hikâye.  Hani Firavun bir rüya görüp, korkmuştu. Rüyasını tabircilere anlattı ve ne manaya geldiğini sordu. Kendisine: “ Bir erkek çocuk dünyaya gelecek. O çocuk senin saltanatını yıkacak,” dediler.

 

Firavun’da bunun üzerine doğan bütün erkek çocukların öldürülmelerini emretti. Ev ev dolaşırlar, yeni doğan çocuk olup olmadığını kontrol ederlerdi. Bunun üzerine kız çocuklarını, kadınları hayatta bırakıyordu. Üremenin devamı için. Belli bir seneye kadar  erkek çocukların katledilmesi, kız çocuklarının bırakılması şu terimi doğurmuştu: HAYAT KADINLARI.  Yani hayatta kalan kadınlara verilen isim.

 

İşte burada “kutsal akrabalık” devreye giriyor. Paganist yarı Hıristiyan Bizans ile  bu sülalenin  ortak bir akrabalık nesli olmuştu…Kutsal Akrabalık bir kod'dur. Anlaması gerekenler mesajı anlayacaklardır. Burayı da fazla kurcalamayalım…


   


 Daha sonraları bu kulenin yanına küçük bir kule daha yapılmıştır ve burası “İkiz Kuleler” olarak anılmaya başlanmıştır. Buraya göz hastanesi yapılmış, ancak bu sıralarda onu oradan kaldırmaya uğraşmaktadırlar.


 


 Az daha unutuyordum,  Galata Kulesi’nin aynısı bugün Estonya’da da vardır.” Dedi Osman Baba.


 


Zaman hızla ilerliyordu ve ben de anlatılanları not alıyordum. Garson bu sefer üçümüze de çay getirmişti. Çaylarımızı içerken sohbete kaldığımız yerden devam ettik.

 

İntihar Kültürü

 

“Bak evladım, bildiğin gibi İslam dininde intihar haramdır. Kültür dememizin sebebi başkadır. Sık sık  duyarsın bazı yabancı tarikatların topluca intihar ettiklerini. Anlatmak istediğimiz, intihardan çok intihar şekli. Müslümanlar ekseriyetle intihar etmezler. Etseler bile  kendilerini yüksek bir yerden atmazlar.  Tarihte, Türk Sultanları arasında yüzüğündeki zehri içerek canına kıyanlar vardır. Japonlar da ise harakiri vardır.

 

Kitabi tarihi kayıtlara göre şöyle bir olay var:

 

1876 tarihinde  bir Avusturyalı, nöbetçilerin dalgınlığından faydalanıp kendini kuleden aşağı atmıştır. Daha  sonra acaba bu kuleden kimler atlayıp, intihar etmiştir?

 

Cumhuriyet tarihinde, yüksek yerden atlayarak intihar etme, özellikle “Boğaz Köprüsü’nün” yapılışından sonra artmıştır. Köprüden atlayan ilk vakalardan birinde masonik  locanın telkini  olmuş mudur? Araştır bakalım neler bulacaksın.

 

Bugün o bölgede, o sülale yine devrede. Galataport ile  özerk bir alan  mı yaratılmak istenmektedir? Arap Camii bu yüzden mi feda edilmek isteniyor?  Galataport’a kim talip olmuştu, sonra onun sonu ne oldu?

 

Fetih öncesi duruma dönmek isteyenler,  çarpışıyor evladım. Bunu unutma.”

 

Osman Baba’nın ses tonu birden sertleşmişti. Masaya yumruğunu vurması ile birlikte etrafta bir sessizlik oldu. O anda orada bulunanlar başlarını bize doğru çevirdiler. Osman Baba’nın hayli sinirlendiği her halinde belli oluyordu.

 

Osman Baba, soğumuş çayından bir yudum daha aldı ve konuşmasına devam etti:

 

“Hıristiyanlar ekümenlik istiyor, Yahudiler de boş durur mu, onlar da Galata’yı istiyorlar. Bizim İstanbul’umuzu parsellemişler, birbirleri ile zaman zaman ittifak yapıyorlar, zaman zaman da  çatışıyorlar kendi emelleri uğruna.

 

Hıristiyanlar, ekümenlik  maskesi ile siyasi özerklik,Yahudiler ise, Galataport maskesi  ile ticari özerklik istiyorlar. Meselenin özü budur. Ve o kadim sülale hala işbaşındadır.”

 

 

  

 

                   

Emir Yıldızdan 




                                 

buulkem@gmail.com

 

 

Birinci bölümü okumak için:

http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=45

İkinci bölümü okumak için :

http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=211

Üçüncü bölümü okumak için:

http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=237

Dördüncü bölümü okumak için:

http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=401

Beşinci bölümü okumak için :

http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=489

Altıncı bölümü okumak için :

http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=954

Yedinci bölümü okumak için

  http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=1020

Sekizinci bölümü okumak için

http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=1230

 



Bu haber 54,890 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler

    1. OKER Teorisi Alametleri

    ON ALTI YILDIZ'da Ara Internet'te Ara  

    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    10,378 µs