Sabah namazını Eyüp’te Osman Baba ile birlikte kıldık. Namazdan sonra türbe bölümüne geçerek dua ettik. Avlu oldukça serindi. Kuş cıvıltıları her yanı kaplamıştı. Fıskiyeli havuzun yanındaki güvercinlerin arasından geçerek, karşıdaki simit ve çay satan yerlerden birine oturduk. Osman Baba, ben ve Yavuz Selim birlikte kahvaltı yapmaya başladık. Osman Baba gece boyunca hiç uyumamasına rağmen oldukça dinçti. Yavuz Selim ise uykusunu almıştı ama yine de gözleri şişti. Ben ise uykusuzluktan adeta sallanıyordum.
Hem kahvaltımızı yapıyor hem de genel konular üzerine sohbet ediyorduk. Bir ara Osman Baba’nın gözü kolumdaki saate takılmıştı. Osman Baba öyle dikkatlice bakınca, ben de saatime bakmaya başladım. Osman Baba ile göz göze geldik. Hiçbir şey demedi. Bir müddet düşündü, ben de onu izliyordum. Belli ki saatle ilgili bir şey diyecekti. Nihayet Osman Baba’nın ağzından şu cümleler döküldü:
“Saatin taşlı mı?”
“Yok Osman Baba, çelik” diye cevap verdim. Osman Baba bu cevabım karşısında tebessüm etti. Gözlerinin içi gülmüştü adeta. Ben ise “acaba yanlış bir şey mi söyledim?” diye düşünmeye başladım ve dayanamayıp sordum: “Hayırdır Osman Baba, neden sordunuz?”
“Eren evladım, bazı saatlerin içersinde taşlar var, ondan sormuştum. Acaba senin saatinde de var mı?” dedi.
“Nasıl yani, saatin içinde taşın ne işi var Osman Baba, niçin taş koyuyorlar?” diye sordum.
“Evladım sen saatim çelik deyince ondan dolayı tebessüm ettim. Bazı saatlerin içersinde taşlar bulunur. Bu konuda sana bazı bilgiler vereyim o zaman, geceden yorulmadıysan not tutabilirsin” dedi.
“ Yok yorulmadım, lütfen anlatır mısınız efendim” dedim.
Bulunduğumuz yer yavaş yavaş tenhalaşmaya başlamıştı. Kahvaltısını yapan çıkıyordu. Yavuz Selim sohbet olacağını anlayınca, Osman Baba’nın çantasını bana bırakarak, gidip üç tane daha çay aldı. Ben de not defterimi çıkarıp hazırlanmıştım. Osman Baba anlatmaya başlamıştı:
“ Bak evladım, sana taşlarla ilgili bazı bilgiler vereyim. Bu konu da oldukça önemli. Bu konuda da bilgin olsun. Bizim Devletimiz de bu konuları yeteri kadar değerlendirmiyor. Piyasada, taşlar üzerine birçok kitap yayınlanmış, yayınlanmaya da devam ediyor. Bunların birçoğu, taşların insan üzerindeki etkileri gibi mistik konuları anlatıyorlar. Bazı taşların insanı üzerinde etkilerinin olduğunu da özellikle vurgulayalım.
Bildiğin gibi taşlar, bilimsel olarak araştırmalarda; kıymetli ve yarı kıymetli taşlar olarak geçer.
Meselâ; taşın rengi, yaşı, kıratı vs. önemlidir bunları değerlendirenler açısından. Biz bunlara değinmeyeceğiz. Fakat taşların efendisi olarak bilinen, Hacerü'l-Esved (Siyah Taş) taşının bir çok gizlenen özelliğinin bilgisinin var olduğu gerçeğini de göz ardı etmeden, Peygamber Efendimiz (sav)’in konuşan taşlar, akik taşına verdiği önemi anlatalım.”
Osman Baba; “bu konuyu biliyor musun?” diye sordu. “Biraz” diye cevap verdim.
Osman Baba çayından bir yudum aldı. Camdan vuran güneş, Osman Baba’nın yüzüne geliyordu. Garsona işaret ederek, “perdeyi az indirmesini” rica ettim. Osman Baba, “gerek yok” diyerek konuşmasına kaldığı yerden devam etti:
“Rivayet odur ki, bir gün Ebû Cehil, Peygamber Efendimiz (sav)’i denemek istedi. Avucunun içine taş parçalarını saklayarak Peygamberimiz (sav) 'in yanına gitti.
‘Göklerin sırrından haberin varsa ve gerçekten peygamber isen, bil bakalım avucumda gizlediklerim nedir?’ diye sordu.
Peygamber Efendimiz (s.a.v) buyurdu: ‘Elindekilerin ne olduğunu ben mi söyleyeyim? Yoksa hak peygamber olduğumu avucunda sakladıkların mı söylesin?’
Ebû Cehil, ‘İkinci teklifin mümkün değil, olamaz’ dedi.
Peygamber Efendimiz (sav);
‘Allah'ın kudreti, daha da ötesine kadirdir’ buyurduğunda Ebû Cehil'in elindeki taşlar kelime-i şehadet getirmeye başladılar. Her bir taş ‘lâ ilâhe illallah, Muhammeden Resûlullah’ dedi.
Ebû Cehil, taşlardan bu sözleri duyunca öfkeyle onları yere attı.
Bu rivayetten sonra, şimdi konumuza devam edelim:
“Bak Eren evladım, işte Ebu Cehil’in elindeki o taşlar akik taşı idi. Yine Efendimizin (sav) ‘Allah’ın Resulü Muhammed’ kazılı mühür özelliğinde bir yüzüğü olduğu da bilinmektedir. Kuran’ı Kerim’de, taşların da Allah’ı tesbih ettiği, Göklerde ve yerde olan her şeyin Allah’ı tesbih ettiği açıkça anlatılmıştır. Bakara Suresi 74. Ayet’te (Nice taşlar vardır ki, içinden sular çıkar,) denilmektedir.
Konuyla ilgili olduğu için taşlar hakkında bu kadar örnek yeterli sanıyoruz.”
Osman Baba anlatırken ben de bir yandan hızlı hızlı not alıyordum. Osman Baba; “Yorulduysan bırakalım evladım, zaten bütün gece uyumadın” dedi. “Yok Osman Baba, yorulmadım, lütfen siz anlatın, ben bu konular hakkında hiçbir bilgiye sahip değilim, hem öğrenmiş olurum,” dedim.
Osman Baba, “Daha bilmediğin neler var taşlarla ilgili. Bugün o zaman o sırlardan birkaçını açıklayalım, ne dersin?” diye sordu.
“Siz daha iyi bilirsiniz efendim” dedim.
Osman Baba konuşmasına kaldığı yerden devam etti:
“NASA’daki bir birim, gizli bir araştırma ekibi, özellikle bazı taşları inceliyor. Bu taşlar; kuvars, kalsedon ve akik taşı. Bunları incelemelerinin asıl nedeni; nükleer sızıntıya karşı koruma şemsiyesi olarak, yani bir kalkan vazifesi görüp görmediklerine dair bir inceleme.
Bak evladım, bu konu çok önemli. Az önce bizim Devlet’in taşlara yeteri kadar önem vermediğinden bahsettim. Bak el âlem neleri düşünüyor.
Evladım bu konu çok önemli. NASA’daki bu birim yaptığı çalışmaların neticesinde, özellikle kalsedon ve kuvars bulunan ülkelerde, nükleer silahların daha az zayiat vereceğini tespit etmişler.
Kuvars ve kalsedon taşlarının yapısı gereği içinde tıpkı Ayet’te buyrulduğu gibi öyle sular vardır ki… Özellikleri daha çoktur. Meselâ bu sular, milyonlarca sene içersinde taşların içersine hapis olmuşlardır.
Bu Ayet’in bir mucizesidir. Ayet’in birçok mânâsı daha bulunmaktadır. Bu taşların milyonlarca senede oluşan özellikleri, bazı değerleri içine hapis etmiştir. Tıpkı kehribarın içersindeki fosillerin milyonlarca sene saklı kalması gibi.
Taşlar, bazı çok önemli değerleri içersinde barındırıyor, dedik. Bunlardan bir tanesi de nükleer sızıntılara karşı bir koruma sağlaması. Yani bir nevi nükleer radyasyonik etkilere karşı kalkan görevi görmesi. Elin oğlu taş deyip geçmiyor Eren evladım, bak her şeyi nasıl değerlendiriyorlar.”
“Haklısınız Osman Baba” diyebildim.
Osman Baba, Yavuz Selim’den çantasını istedi. Az önce Yavuz Selim çay almaya giderken çantayı bana emanet etmişti. Ben de yanımda duran çantayı Osman Baba’ya uzattım. Osman Baba çantasını açarak, içersinden bazı resimler çıkardı.
Bunlar sanırım dergilerden kesilmiş resimlerdi.
Osman Baba taş resmini göstererek;
“ Bak bu yosunlu akik, onun da içinde su bulundurmaktadır. Akik, yemen taşı olarak da bilinir. Ülkemizde maalesef tonlarca bu taşlardan çıkartılıp, yurt dışına oldukça komik rakamlarla ihraç edilmektedir.
Özellikle Eskişehir’de ocaklarda çıkan taşların ihraç fiyatları araştırılırsa ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır. Bu taşları bizlerden ithal edenler, mücevher sektöründe işleyip kullanmak amacıyla almaktadır. Fakat az önce de bahsettiğim, NASA’da bilimsel gizli araştırmalar yapanlar, hazırladıkları ‘çok gizli’ raporlarında, ‘geliştirilen nükleer ve özellikle manyetik alan silahlarının’ bu taşların bulunduğu coğrafyalarda etkisinin çok çok az olacağını rapor etmişlerdir. Özellikle yüzeye yakın bu taş yatakları bir şekilde yok edilirse, etkinin artacağı raporda sunulmuştur. Bilinçsizce taş ocaklarından çıkarılan taşlar, şemsiyede bir delik açmak gibidir. Bu taşların bulundukları alanlar bizim için şemsiye gibidir. Nükleer ve manyetik alan silahlara karşı bir şemsiye. Ama kim bilir, kim anlar, kim tedbir alır. Atı alan Üsküdar’ı geçiyor evladım. Bunları sana anlatıyorum ki, ilgililer de gereğini yapsın.”
Osman Baba’nın ses tonu birden sertleşmişti. Gözlerini sabit bir noktaya dikmiş, öylece bakıyordu. Derin bir iç çekti. Ben ise not tutmayı bırakmış, Osman Baba’yı izliyordum.
Osman Baba’nın için için sinirlendiği belli oluyordu ama bunu bize yansıtmamaya çalışıyordu.
Tekrar derin bir nefes aldı ve konuşmasına devam etti:
“Taş, taş deyip geçiyorlar. Sadece maddi değeri olan taşları dikkate alıyor bazıları. Bak evlat, taşların bir başka özelliği ise çok büyük bir enerji barındırmalarıdır. Meselâ atomik saatlerde kuvars özelliğinde atom taşlarının kullanıldığı bilinmektedir. Birçok kol saatinde, rubins ismiyle saatin içinde taş olduğu bilinmektedir.”
Ben ise Osman Babanın ilk başta bana sorduğu, “saatin taşlı mı?” sorusuna verdiğim cevaba neden tebessüm ettiğini şimdi anlamıştım.
Osman Baba az önce çıkardığı resimlerden bir tanesini daha bana göstererek, saatin içindeki taşların yerine işaret etti.
"Eren evladım, antika saatlerinin, cep saatlerinin ve kol saatlerinin içinde hâlâ bu taşlar bulunmaktadır. Saatlere konulmasının nedeni, taşın manyetik özelliğinden yararlanmak içindir. Şimdi biz, bir bilgiyi senin aracılığınla ilk kez açıklayalım.”
Osman Baba “ilk kez açıklanacak bilgi” deyince ben daha da dikkat kesildim ve heyecanlandım. Pür dikkat Osman Baba’yı dinlemeye devam ettim:
“Modern dünyanın çip algılaması oldukça sınırlı. İnsanlar, cep telefonları, kredi kartları veya üretilen çip özellikli diğer araçlarla etki altına alınıyor denile dursun, aslında bu çip uygulaması insanlığa 100 seneden beri uygulanmaktadır.
Dünyanın en ünlü saatleri bilindiği gibi İsviçre’de yapılmaktadır. Buradaki saat sektörünün başında da Yahudilerin olduğu bilinmektedir.
Filmlerde görmüşsünüzdür, hipnoz edilecek kişiye, hipnozcu, elinde sarkaçlı bir cep saatini gözleri hizasında sallar. Hipnoz edilecek kişi saate bakar, saat sallanır. Ve kişi hipnoz olur.
Asıl sır şudur: Bu hipnoz yapılan saatler, özel saatlerdir. O saatin içersinde öyle taşlar vardır ki, beyin dalgalarındaki elektriklenmeyi ‘anlık’ olarak keserler.
Dolayısıyla, ‘hipnoz sadece bir telkin sanatıdır’ zannedenler, yanılmaktadırlar. İnsanları bu tür hipnozda saatin marifeti ile uyurlar. Bizdeki zavallı hipnozcular, ellerine herhangi bir cep saati alıp, işi sadece telkin sandıkları için başarılı olamıyorlar.
Bu gün dahi, birçok kol saatinde bu taşlar vardır. Fakat taşların etkisi belli ölçülerde belli toplumlara sunulmuştur. Yani insanlık çoktandır çiplenmiş, ama bazıları çiplenmeyi sadece teknolojiye bağlı sanmaktadır. Saatlerin içindeki taşların saat mekanizmasına yardımcı olduğu gerçeğini göz ardı etmiyoruz. O işin farklı bir yönü onu da biliyoruz.
Çipleme olayı, tarih boyunca özellikle hatırlı kişilere yapılmıştır. Bundan kastım şu; dedelerimizin zamanında cep saati çok lükstü herkeste olmazdı. Bir saat, o devirlerin en değerli hediyesi idi. Dolaysıyla da belli başlı zümre bu saatlere sahip olabilirdi. Tabii ki tüm saatlerde taşın etki ölçüsü aynı değildir.
Daha sonra kol saatlerinde bu taşlar kullanılmaya başlanıldı. Saatler kalbin üzerindeki cepkenden çıkıp, kola takılmıştır.
Şimdi söyleyeceğimi hatırlayacaksınız, dergilerde gazetelerde hep şu imaj verildi. Burada kol saati modasının çıktığı ilk zamanlardan bahsediyoruz: KOL SAATİ SOL KOLA TAKILIR! İnsan oğlunun sol tarafı elektromanyetik etkilere daha açıktır. Bu konuyu fazla açmıyorum zira konu daha başka alanlara açılıyor.
Tüm bu anlattıklarımızdan zaten birçok kişi ne demek istediğimizi anlamıştır. Bir mucize de taşların hakikati kelâm etmesidir ki, kötü niyetli Ebu Cehil zihniyetli kişilerin (şeytanilerin) bu taşları tıpkı avuçları içersinde sakladıkları gibi günümüzde insanların ellerine takmışlardır. Burada Devlet ricali'ne, özellikle yabancılar tarafından hediye edilen pahalı saatlere çok dikkat edilmelidir.
Efendimiz (sav)’in “taşlar konuşsun” deyip, taşların dile gelmesi, taşların hakikati kelâm etmesidir ki,İşte Efendimiz (sav)’in bir mucizesi daha meydana çıkmıştır.
Tüm bu anlatılanlardan sonra, tüm saatler böyledir demek doğru değildir. Taşların elekromanyetik özelliği ile beyin arasındaki ilişki bilimsel olarak da bilinmektedir. Negatif etki yaptığı gibi pozitif etki yapan taşlar da vardır.
Geçmişte ve günümüzde insanların hep şikayet ettikleri; sürekli uyku hali, halsizlik, düşünce melekelerini toparlayamama, unutkanlık vs. İşte bu gibi hallerde beyindeki elektromanyetik akımın kesintiye uğraması göz ardı edilmemesi gereken önemli bir konudur.
Koldaki ve cepteki bu meşhur saatlerin geçmiş toplumlarda etkileri görülmüştür. Şunu unutma ki, şimdilerde daha ileri teknoloji kullanılmaktadır.
Ya Eren evladım, saat, taş, mücevher deyip geçme. Şimdi soralım: Türkiyemiz’in şemsiyesini delenlere ne demeli?”
Osman Baba’dan taşlarla ilgili bu öğrendiklerim karşısında oldukça şaşırmıştım. Osman Baba’yı bu seferki ziyaretim oldukça verimli geçmişti. Ama ayrılık vakti de gelmişti.
Yavuz Selim, bir ara bana sessizce “Osman Baba’nın bir randevusu olduğu, oraya gideceklerini” söylemişti. Ben de hem Osman Baba’yı daha fazla yormayayım hem de randevusuna mani olmayayım diye ‘destur’ isteyip, Osman Baba’nın elini öperek vedalaştım. Bu kadar beraber olmamız bile bana mucize gibi geliyordu. Gerçekten de Osman Baba ile geçirdiğim vakit, benim için hazineler değerindeydi. Çünkü başka dünyaların kapısını açıyordu Osman Baba bana.
Ayrıldıktan sonra yolda, Osman Baba’nın hayatını düşündüm; o kadar şey yaşıyor, o kadar şey biliyordu ama sanki yaşadıklarını ve bildiklerini unutmuş gibi hayatına devam ediyordu. Bunca sırrı nasıl taşıyordu? Bildiklerini nasıl öğrenmişti? Onunla ilgili o kadar az bilgiye sahiptim ki.Belki de böyle olması gerekiyor, kim bilir…
Osman Baba’dan ayrıldıktan sonra, hazır İstanbul’dayım, “Ömer Efendi’yi ziyaret edeyim” diye düşündüm. Onunla da uzun zamandır görüşmemiştik. Bulunduğu camiye doğru yola koyuldum.
Sabah güneşi daha şimdiden kızdırıyordu. Az önceki Eyüp Camii’nin avlusundaki serinlikten eser kalmamıştı. Anlaşılan bugün sıcak olacaktı. İstanbul’da nem ile sıcaklık birleşince, insan adeta nefessiz kalıyordu. Otobüse bindim ve denizi seyrede seyrede Ömer Efendi’nin bulunduğu muhite geldim. Onun bulunduğu yere yakın bir yerde indim ve yürümeye başladım.
Adımlarımı zar zor atıyordum. Vücudum oldukça yorgun düşmüştü. Yaylaların havasından sonra bu nemli hava beni daha da yoruyordu. Kendimi Ömer Efendi’nin görev yaptığı camiye zor attım.
Cami avlusuna varınca yüzüme bir serinlik çarptı. Avludaki taşlar yıkanmıştı. Suyun serinliği ile taşların serinliği birleşmişti. Etraf oldukça sakindi, tek tük insanlar geçiyordu avludan. Ömer Efendi’nin bulunduğu kulübeye doğru yöneldim. Ömer Efendi orada oturuyordu. Göz göze geldik. Ömer Efendi beni görünce, yüzünde bir tebessüm belirdi. Koltuğundan doğruldu ve kulübeden dışarı çıktı. Sarıldık. Elini öpmek istedim ama Ömer Efendi daha önceki gibi yine elini öptürmedi. Sırtımı sıvazladı: “Bizi unuttun galiba evlat. Epeydir görüşemedik. Bu yaşlı amcanı ihmal etme, geldiğinde buralara uğra ha! Yoksa kulağını çekerim!” dedi ve ekledi: “Hoş gelmişsin.” Ben ise mahcup bir şekilde “Hoş bulduk Ömer Amca” diyebildim. Ömer Amca elimi sıkı bir şekilde tutmuştu. Birlikte avluda yürümeye başladık. Caminin girişindeki banka oturduk. Bu yaşlı amcayı nedense çok seviyordum. Sanki benim yıllardır dizinde büyüdüğüm bir akrabam gibiydi. Bu yaşlı amcam:
“Oooo maşallah. Bizim Osman ile güzel işler yapıyorsunuz. Alıyorum haberlerinizi. Afferin evlat. Böyle devam et. Çalışkan ol. Zekeriya Baba seni bize emanet ettiğine göre, muhakkak sen de gördüğü bir şey vardı. Zekeriya Baba her insanı bizlere emanet etmez. Onlar bilirler işlerini. Onlar vazifelerini yapıp, terk-i diyar ettiler. Darı fenadan darı bekaya göç ettiler. Biz de sıramızı bekliyoruz evlat. Hepimiz bir gün gideceğiz. Gideceğiz ama önemli olan Rabbin istediği şekilde O’na varmamız. Hizmet ehli olacağız.” Dedi.
“Allah hayırlı uzun ömürler versin Ömer Amca, daha sizi yeni tanıyoruz. İnşallah Rabbim uzun ömürler versin… Sizlerden öğreneceğimiz çok şey var.” Dedim
Ömer Amca:
“Buralar boş değil evlat, meraklanma. Sen yeter ki talip ol, bir öğreten çıkar karşına. İstanbul var… İstanbul’un sahibi var…İstanbul’un sırları var…” dedi ve sustu. Ömer Efendi beni her gördüğünde, hep İstanbul’dan söz ediyordu. “Galiba İstanbul’u çok seviyor” diye içimden düşündüm.
Gözlerini yere dikmiş öylece bakıyordu Ömer Amca. Üstü başı oldukça eskiydi ama oldukça temizdi giysileri. İnsanın başını döndüren bir koku yayıyordu sanki. “Yoksa bana mı öyle geliyordu.” İnsan, kendini onun yanında oldukça huzurlu hissediyordu. Tıpkı Osman Baba’nın yanında olduğu gibi. Sanki bir çekim güçleri vardı ve yanlarına vardığınızda o anafora kapılıp gidiyordunuz. Bir süre bankta öyle bekledik. Sonra Ömer Amca bana bakarak:
“Aç mısın evlat? Kahvaltı yaptın mı?” Dedi. Ben ise “Evet Ömer Amca, gece Osman Baba ile beraberdik, sabah da Eyüp’te birlikte kahvaltı ettik" dedim.
“Ooo demek Osman’ımla beraberdiniz. Çok güzel, çok güzel. Ara sıra senin kulaklarını çınlatıyorduk. Osman'da senden memnun. Aferin evladım, böyle devam et. Bu çalışmaları sakın bırakma. Ayrıca Osman’a söyleyeyim sana dersler de versin. Biraz da tefekkürünü geliştirecek dersler al inşallah. Tek kanatla uçma.”
“Ömer Amca, ders derken acaba neyi kastediyordu? Tek kanatla uçma” derken ne demek istiyordu? İstanbul’a her gelişimle bu güzel insanlardan öğrendiklerim karşısında şaşırıp kalıyordum.
Ömer Amca oturduğu yerden kalktı, tuvaletlerin olduğu yerdeki kulübesine doğru yöneldi. Bana seslenerek:
“Gel bakalım, seni de ‘emanetçi’ yapalım.” Dedi.
Ben ise içimden “ne emanetçisi?” diye içimden geçirdim. Acaba Ömer Amca ne demek istemişti?
Ömer Amca küçük kulübesine girdi. Ben ise dışarıda bekliyordum. Biraz sonra Ömer Amca, elinde oldukça eski bir poşet ile yanıma geldi. Poşeti bana uzatarak:
“Al evladım bu ‘emanetler’ artık senin. İstediğin gibi tasarruf edebilirsin” dedi.
Heyecanla poşeti açtım. İçinden Osmanlıca belgeler çıktı. Belgeler şöyle bir göz attım. İstiklal Savaş’ı dönemine ait belgelerdi. Belgelerde; yazışmalar, telgraf metinleri vs. vardı.
“Bunları ne yapacağım Ömer Amca, yazacak mıyım?” diye sordum . Ömer Amca:
“Tasarruf senin dedik ya evlat. Karar artık senin” dedi.
Cumhuriyet döneminin önemli yazışmalarına ait bazı belgeler avuçlarımdaydı. İyi ama bu belgeler niye Ömer Amca’daydı. Bunu sordum:
“İyi ama Ömer Amca, bu çok önemli belgeler niye Arşivlerde değil de sizde. Kütüphanelerde olması daha iyi olmaz mı?”
Ömer Amca:
“Oğlum biz de kütüphaneci sayılırız. Ama bordrosuz kütüphaneci.” Dedi. Ömer Amca ‘bordosuz' derken gülümsemişti.
Emanetleri almıştım. İyi ama bunları ne yapacaktım? Buradaki bilgileri yazacak mıyım? Yoksa ben de bunları ortaya çıkarmadan saklayacak mıydım? Doğrusu kafamda bir sürü soru işaretleri vardı? “Bana verdiklerine göre bir hikmeti olmalı” diye düşündüm.
Ömer Amca ile bir saat kadar oturmuştuk. Etraf yavaş yavaş kalabalıklaşmaya başlamıştı. “Ömer Amca’yı daha fazla meşgul etmeyeyim” düşüncesiyle izin istedim.
“Buralara yolun düşerse uğra evlat. Bu yaşlı amcanı unutma” dedi ve bana sımsıkı sarıldı. Ben de Ömer Amca’ya sarıldım ve hayır duasını alarak yanından ayrıldım.
Erol Elmas
25,12,2011
Birinci bölümü okumak için:
http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=45
İkinci bölümü okumak için :
http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=211
Üçüncübölümü okumak için:
http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=237
Dördüncü bölümü okumak için:
http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=401
Beşinci bölümü okumak için :
http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=489
Altıncıbölümü okumak için :
http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=954
Yedinci bölümü okumak için
http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=1020
Değerli okuyucumuz,
Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
· Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
· Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
· Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
· Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
· Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
· Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.
Yorumlar
+ Yorum Ekle