Kur'an Kurultayı - 3
1.Bölüm: https://www.onaltiyildiz.com/?haber,7435/kur-an-kurultayi---1
2.Bölüm: https://www.onaltiyildiz.com/?haber,7483/kur-an-kurultayi--2
1. ZulMaN, ZalMimNun, KefZalBe ve Pseudologia Fantastica
2. Bölüm'de Kambala'daki Zulman kavramını oluşturan ZalMimNun harflerinden yola çıkarak Kuran'da bu harflerin içinde geçtiği kelimeleri incelemiş ve bunların listesini çıkarmıştık. Zal, Mim ve Nun harflerinin en fazla içinde geçtiği kelime, "lilmukezzibine" idi. Bu kelimenin kökünü de oluşturduğumuz Kökler Sözlüğü'nde KefZalBe olarak bulmuştuk.
KefZalBe kökü yalan söylemek, aldatmak anlamına gelmektedir. Bu noktadan itibaren, anlamların etrafındaki düşünce iklimini genişletmek adına, ontolojiler oluşturulmaya başlanmıştır. Burdaki ontoloji, felsefedeki ontoloji değil; bilgisayar bilimindeki ontolojidir. Felsefede ontolojiler, varoluş çeşitlerini ve aralarındaki ilişkileri tanımlarken; bilgisayar bilimindeki ontolojiler ise kavramlar ve kavramlar arası kurallı ilişkileri tanımlamaktadır. Daha genel bir tanımla, düz ve şekilsiz kumaşların birbirine uygun dikiş yerlerinden dikişlenip paça, kol, yaka, vs. oluşturulması ve bunların da yine uygun yerlerinden birbirlerine dikişlenerek elbiseler oluşturulması gibi; ontolojide de kavramlar, uygun dikiş yerlerinden birbirlerine dikişlenerek daha işlevsel kavram elbiseleri oluşturulmaktadır. İlk dikişimizi, KefZalBe kökü ile bu kökün sağlık alanındaki özel ismi olan "Pseudologia Fantastica" kavramı arasına atacağız. Tıp dilinde KefZalBe, "Pseudologia Fantastica - Patolojik Yalan Söyleme Hastalığı"na işaret etmektedir (bu bilginin teyidi, büyük Arapça - İngilizce sözlüklerden yapılabilir). Yani elimizdeki kavramın, sadece dilbilgisi sözlük anlamlarını değil; tıp, teknoloji, ekonomi, sosyoloji, vb. diğer alanlardaki anlamlarını da bularak daha geniş bir düşünce ekseni oluşturulmaya çalışılmıştır.
Sözlükler üzerinde bu kadar durulmasının nedeni ise, cephelerde bile Türk dilleri sözlükleri üzerinde yaptığı çalışmaları aksatmayan Atatürk'ün bu davranışından ilham alınmış olmasıdır. Atatürk'ün sözlükler üzerinde çalışma yapmasının nedeninin, çoğunlukla Türkçe'yi arındırma ve geliştirme amacı olduğu belirtilse de durumun bununla sınırlı olmadığını düşünmekteyiz. Çünkü sözlüklerle çalışan bir kişi, bir süre sonra farkında olsa da olmasa da kendi ontolojilerini kendisi oluşturmaya başlayacak ve normalden çok daha geniş düşünme olanaklarına sahip olacak, dolayısıyla problemlere de daha yaratıcı ve verimli çözümler getirecektir.
Patolojik yalan söyleme, normal yalan söyleme durumundan şu yönüyle farklıdır: Normal bir yalan, 1) belirli bir kazanç elde etme veya 2) belirli bir cezalandırmadan veya zarar görmeden kaçınma amacıyla söylenirken, patolojik yalanda bu iki amaç da yoktur. Patolojik yalanda kişi, kendi söylediği yalana kendisi de inanır; bu inanış o kadar kuvvetli bir noktaya gelir ki yalan makinasına bağlandığında veya çapraz sorguya alındığında bile yalan söylediği ortaya çıkarılamayabilir; çünkü yalan, artık suni bir gerçek olarak kişinin bilinçaltına çökerek yerleşmiştir. Bundan dolayı da yalana dair biyolojik veya psikolojik bir açık gözlemlenemez. Bu nokta kritiktir, çünkü kişi yalan söylediğine inanmadığından hasta olduğunu da asla kabul etmemekte, böylece tedavi yolu da kendi kendine kapanmış olmaktadır. Bir şekilde ikna edilip psikoterapi ile belirli düzeyde ilerleme kaydetmiş olan hastalarda bile ilerleyen zamanlarda hastalığın tekrar nüks etme olasılığı yüksek olduğundan, hastalığın tıp alanındaki konumu da bu belirsizlikler ve çözümsüzlükler nedeniyle oldukça karmaşıktır.
Hastaların birtakım belirgin davranışları şu şekildedir: Anlatılan hikayeler, kişinin kendini öne çıkaracak niteliktedir. Anlatılarında kendisini ya kahraman, ya da kurban olarak konumlar. Sözgelimi, kişi kendini tanınmış kişilerle ilişkili göstererek, büyük bir güce, zenginliğe veya konuma sahipmiş gibi göstererek, kusurlarını ve zayıflıklarını ise örterek bir kahraman portresi çizer. Hikayelerinin ekseni, olmak istediği veya sahip olmak istediği şeylerin etrafında döner. Patolojik yalan söyleme durumu, bir kişilik bozukluğu olan NPD'nin (Narcissistic Personality Disorder - Narsistik Kişilik Bozukluğu) de belirtilerindendir.
2. Narcissus, Selfie, Sosyal Medya ve Narsistik Kişilik Bozukluğu
Narcissus, Yunan mitolojisinde, sudaki görüntüsüne aşık olan adam olarak geçmektedir. Bu aşk o kadar kuvvetli bir hale gelir ki suyun başından ayrılmayarak susuzluktan ve açlıktan ölmesine yol açar. Narsizm kavramı da kökünü ve anlamını, Narcissus'dan alır.
Narsistik ruh halleri, şu şekilde sıralanabilir: kendini koruma amaçlı geliştirilmiş savunmacı kibir, zarar göreceği ortamlardan kaçınma, abartılı övünme, sürekli kendinden bahsetme, takıntı düzeyinde görünümüne özen gösterme, aşırı hırslılık, onaylanmaya ve övülmeye karşı aşırı bağımlılık, ileri seviyede haset, başkalarının da kendine haset ettiğine inanma, büyük bir açgözlülükle maddi ve manevi sömürücülük, diğer insanların fikirlerini sahiplenme, öğrenme kabiliyeti yoksunluğu, kendi olumsuz özelliklerinin hedef kişiler üzerine atılmasıyla yapılan psikolojik yansıtma.
Narsistler, görünürde büyüklük taslayarak kendi kendine yeten başarılı, güçlü kimseler olarak dış dünyaya karşı bir konum sergileseler de kendi içlerinde kendilerinden şüphe duyarlar, değersizlik hissederler, aşırı kırılgandırlar ve eleştiriye karşı da ileri derecede duyarlıdırlar. Kendi benliklerindeki değersizlik ve kendi kendini küçümseme durumlarını bastırmak adına anda yaşamayıp geçmişin yüceltici anılarında veya geleceğin fantazilerinde yaşarlar. Etraflarındaki insanları bir yandan küçümserken, diğer yandan da onların övgülerine ve onaylarına muhtaçtırlar. Yapmacık bir samimiyet veya tevazu gösteriminin arkasındaki gerçek niyetleri, soğukkanlı bir biçimde kamufle edilir. Bu kamuflaj açığa çıktığında, mevcut kişiler harcanarak yeni kişiler bulma yoluna veya mevcut kişileri rüşvet veya şantaj ile sindirme yoluna gidilir. İlişkide bulundukları kişilerde, kendilerine yönelik bir ulaşılmazlık, dokunulmazlık, biat etme hissi oluşturmaya gayret ederler.
Narsistik kıskançlık ve narsistik haset arasındaki önemli farkı da vurgulamak gerekmektedir. Kıskançlık, sahip olma hissi ile ilgilidir. Bir kişiyi, evi, arabayı, mücevheri, elbiseyi, vs. kıskanma durumunda beğenilen şey ne ise ona sahip olma arzusu vardır; yani kıskançlık hissi, kıskanan kişi ile kıskançlık duyulan şey arasındadır. Hasette ise durum çok farklıdır. Haset durumunda, haset duyulan kişinin kötülüğü ve zarar görmesi arzulanır; haset hissinin açığa çıkmasına sebep olan kişisel özelliğin, eşyanın, vs. haset duyan kişide olma isteği yoktur. Yani hasette haset duyan kişi, kıskaçlıktaki kazanım ve sahip olma hissine benzer bir his ile ilgilenmez; haset duyulan kişi veya kişilerin başlarına kötü şeyler gelmesini arzular. Narsistik hasette, kişinin kendisinden başka kimselerin beğenilen ve takdir edilen olmasına karşı tahammülsüzlük vardır. Bu noktadaki korku unutulma, önemini yitirme ve geride kalma korkusudur. Bu durumda narsist, acil olarak takdir edilen kişilerin küçümsenmesine yönelik eylem alır; kişilerin açığını arayıp ifşa etme çabasına girer.
Kıskançlık duygusu her ne kadar orjin olarak negatif bir duygu olsa da imrenme duygusu ile yakınlığı sebebiyle pozitif bir duygu durumuna evrilebir veya evriltilebilir. Bu değişim başarılırsa kıskançlık, imrenme duygusuna yaklaşarak kişinin yoksun olduklarına sahip olmak amacıyla çalışması ve çabalamasına yol açıp kişiyi negatif duygu durumundan çıkarabilir. Ancak haset duygusunda böyle bir olasılık yoktur. Haset duygusu kendisi dışındaki insanlarda görülen pozitif özelliklerin kendisinde de olmasına yönelik bir duygu olmayıp, pozitif ne varsa yok edilmesine yönelik bir duygudur. Bu anlamda haset duygusu bir toplumun içindeki bireylerde ne kadar kök salarsa o toplum bir bütün olarak gelişmekten uzaklaşmaya ve kendi kendisini tüketmeye başlar. Bu bakımdan haset duygusu bir toplumu yok etmek veya gelişmesini engellemek için o toplumun içine çeşitli tekniklerle salınabilecek oldukça kullanışlı bir virüs olarak işlev görebilir.
Narsist bireylerin bir diğer dikkat çeken özelliği de eleştiriye karşı aşırı tahammülsüzlüktür. Bu tahammülsüzlük ve öfke patlamaları da eleştirinin, düşmanca bir saldırı olduğuna inanma eğilimindendir. Eleştiriye karşı bu dayanıksızlığa karşı narsist bünye, kendisini daha da şişirip tüm alanı kaplamaya çalışarak yanıt vermeye çalışır. Psikolojide bu durum, "şişen balon" metaforu ile açıklanmaktadır. Kişideki yalnızlık, korku, yara alacağına olan inanç arttıkça buna balon gibi kendini şişirerek, her yeri kaplamaya çalışarak karşılık vermeye çalışır. Şişen bir balon, her ne kadar daha fazla kişi tarafından görünür olsa da, yani kişinin vitrin yüzü ve tanınırlığı artsa da, aynı oranda da balonda olduğu gibi şişerken içinin boşluğunun daha net gözlemlenmesi ve kırılganlığının artması da beraberinde gelir. Bu boşluğun, yani niteliksiz büyüklüğün fark edilmemesinin yolu ise toplumu da niteliksizleştirerek boş bir toplum haline getirmekle mümkündür. Bu bakımdan narsistik kişiliklerin liderlik ettiği topluluklarda cehalet kutsanır. Esasında narsistik kişilik bunu bilinçli bir plan dahilinde yapmaz. Çünkü o kendisinin mükemmel olduğuna kesin olarak inanmıştır. Kendisine gelen muhalefet, balonun içinin boş olduğunu gören nitelikli kişilerden geldiğinden cehaletin kutsanması bunun iyi olduğuna inanılarak otomatik olarak verilen bir karşı reaksiyondur ve bu yönüyle yapay olmayan, doğal bir tepkidir. Narsist lidere inanmış toplulukta bu doğallık karşılık bulur ve topluluk içi konsolidasyon artar. Bu da durumu daha tehlikeli bir hale sokar, narsistik lidere ve ona inanmış topluluğa karşı yapılan her muhalif eylem topluluğun daha da bütünleşmesine ve balonun genişlemesine neden olur. Yukarıda narsist liderin ve ona inanan topluluğun cehaleti bilinçli olarak kutsamadığından bahsetmiştik. Bu kutsamayı bilinçli yapanlar ise narsist lideri onun bile farkında olmadığı şekilde kontrol eden ve perde arkasından toplumu çürümüş bir yapıya dönüştürmek isteyen odaklardır. Bu anlamda narsist kişilikler ile mücadele etmenin en iyi yolu onları en zayıf noktalarından vurmak, yani onlara bir önem atfetmeden, karşı hamle yapmadan, onu öne çıkarmadan toplumun farkındalığını artıracak çalışmalar yapmaktır. Bu kişilik tiplerine tarihte megaloman narsist liderler olarak rastlamak mümkündür. Hepsinin ortak özelliği ise, tüm muhaliflerin yok edilmeye çalışılmasıdır.
Şu belirtiler gözlemlendiği takdirde, kişiye narsistik kişilik bozukluğu tanısı konmaktadır: kendi önemini abartarak büyüklenme, kendi yüceliği üzerine inşa ettiği fantazi dünyasında yaşama, sürekli övgü ve takdir bekleme, çalışmadan ve haketmeden kaynaklara ulaşımı öz hakkı olarak görme, başkalarına haset etme ve başkalarının da kendine haset ettiğine inanma, başkalarını kendi çıkarları için kullanma, özel muamele gösterilmediğinde sabırsızlanma ve öfkelenme, davranış ve duyguları düzgün şekilde kontrol edememe, mükemmelliyetçi olduklarından sürekli bir keder ve karamsarlık hissi taşıma.
Günümüzde narsizmi en fazla besleyen unsurlardan biri de sosyal medya kullanımında ileri düzeydeki bağımlılıktır. Sosyal medyada, medya formatı olarak görsel paylaşımların ve içerik olarak da özbenlik paylaşımlarının narsistik özellikleri artırdığı saptanmıştır. 2018 yılında Open Psychology Journal'da yayımlanan akademik bir çalışmada 4 aylık bir zaman dilimi içerisinde, yaşları 18 ila 34 arasında değişen 74 kişinin twitter, facebook, instagram ve snapchat kullanımları izlenerek değerlendirilmiş ve aşırı şekilde görsel paylaşım yapanlarda 4. ayın sonunda ortalama %25 oranında narsistik niteliklerin arttığı tespit edilmiştir. Çalışmanın diğer bir çıktısı da, twitter gibi sözel paylaşım yapılan platformlarda bu sonuçların gözlemlenmediği, ancak bunun da bağımlılık derecesinde kullanıldığında narsistik nitelikleri beslediğidir. Çalışmaya katılan kişilerin üçte ikisi sosyal medyayı resim paylaşmak için kullanmışlardır. Diğer birtakım önemli bulgular şu şekildedir: Selfie (özçekim) paylaşımı, narsizmi artırmaktadır. Toplumun %20'si, sosyal medyayı görsel paylaşım için bağımlılık derecesinde kullanarak narsistik özellikler geliştirme riski ile karşı karşıyadır. Sosyal medyanın görsel içerik amaçlı kullanılması, narsistik bireylerin kendilerini ilgi odağı zannetme algısı geliştirmesine yol açmaktadır. Bireyler, sosyal medya etkileşimlerinde normal hayattaki gibi direkt canlı eleştiri veya karşı koymaya muhatap olmadıklarından bunu narsistik özelliklerini ortaya çıkarmak için bir fırsat olarak görmekte, kendilerini görkemli ve heybetli göstermekte ve her şeye güçlerinin yettiği fantazilerde yüzmektedir. Buna benzer birçok çalışma olsa da bu, örnek olması açısından yeterlidir.
Günümüzün selfie furyası, modern dünyanın Narcissus'larını hortlatma harekatıdır... İnsanların Narcissus'un yukardaki resminde olduğu gibi, bu sefer suya değil, telefon ekranına yansıyan kendi görüntülerine aşık olmaları, bu görüntülerin başından sosyal medya bağımlılığı geliştirerek uzun süreler kalkmamaları ve sonlarının da aynı Narcissus'un ki gibi "yavaş ölüm" olması planlanmıştır... Narcissus'un fiziki bedenini susuzluk ve açlık yavaş yavaş öldürürken, modern Narcissus'ların da zihinsel bedenini sosyal medya yavaş yavaş öldürmektedir...
Sosyal medya tabirine kavramsal açıdan bakıldığında bir şeylerin kamufle edilmeye çalışıldığı açıkça görülebilir. Asosyal özellikleri artırdığı sabit olan sosyal medyanın isimlendirilirken “sosyal” kavramının kullanılması bir tesadüf olmayıp sebep olduğu asosyaliteyi gizlemek için ortaya konulmuş bir propaganda yöntemidir.
Sosyal medyanın asosyalite dışında sebep olduğu en önemli psikolojik bozukluklardan biri de çoklu kişilik bozukluğu ve bu çoklu kişiliklerin narsist kişilik özelliklerini beslemesidir. Toplumda her birey farklı ortamlarda fiziksel varlığıyla farklı rollere bürünür. Örneğin aile içindeki davranış profiliyle iş yerindeki davranış profilleri farklılıklar arz eder. Ancak gerçek dünyadaki rol değişimlerini kısıtlayan belirli faktörler vardır. Bunlar şu şekilde sıralanabilir: 1) Fiziksel bedenimiz nerede olursak olalım bir sabite olarak bu rol değişimlerini kısıtlar. 2) Farklı ortamlarda biriktirdiğimiz anılar ve yaşanmışlıklar bizim hakkımızda bir kanı oluşturulmasını sağlayarak bu rol değişimlerini kısıtlar. 3) İlk iki maddedeki sabitlerin ve fiziksel olarak var olduğumuz çevrenin etkileriyle bir karakter oluştururuz ve oluşturduğumuz bu karakter, bu rol değişimlerini kısıtlar. Sosyal medyada ise bu kısıtların hepsi yok olmaktadır. Öncelikle sosyal medyada belirli bir fiziksel görüntümüz olmak zorunda değildir. Bizi temsil edecek ve bizim temsil ettiğimiz fiziksel görüntüyü kendimiz seçeriz. Farklı mecralarda ve farklı hesaplarla birden fazla fiziksel temsile sahip olabildiğimiz gibi kendi fiziksel görünümümüzü de çeşitli filtreleme teknikleriyle daha kusursuz(!) biçimde sunabiliriz. Sosyal medyanın bu özellikleri narsistik eğilimleri daha çok takdir edilecek veya saygı uyandıracak bir fiziksel temsil seçilebilmesi bakımından beslediği gibi birden çok ve gerçek fiziksel görünüşümüzden uzak fiziksel temsile sahip olunabilmesi bakımından çoklu kişilik ve patalojik yalan söyleme gibi psikolojik bozuklukları da ortaya çıkarabilir. İkinci olarak sosyal medyada biriktirdiğimiz anılar sosyal yaşamda biriktirilen anılar gibi kalıcılık arzetmezler. Bunun nedenlerinden biri sosyal medyada yapılan paylaşımların görme ve işitme dışındaki duyulara hitap edememesidir. Bu durum daha az duyu organıyla algılanan anıların daha hızlı biçimde silinmesine ve kaybolmasına neden olur. Yine bu durumun nedenlerinden bir diğeri sosyal medyada yapılan paylaşımların çok hızlı bir biçimde akmasıdır. Sosyal medyada gezinirken görsel veya yazılı birçok uyaranı gerçek yaşamda olduğundan çok hızlı bir şekilde alırız ve bu durum bu uyaranların olması gerektiği gibi algılanamamasına neden olur. Bunun sonucunda bu anılar çok hızlı bir şekilde kaybolurken paylaşımları yapanlar açısından bir kişilik veya kanının beynimizde sabitlenmesi mümkün olmaz. Bütün bunların etkisiyle sosyal medya kişinin bir karakter geliştirmesini engeller ve sabit bütün değerleri yok ederek değer yargısı ve buna bağlı olarak karakteri olmayan insanlardan oluşan bir toplum yaratır. Böyle bir toplumu ise yönetmek ve istenilen yöne doğru eyleme geçirmek çok kolay olacaktır. Çünkü böyle bir toplumun kendisini tanımlamak için kullanabileceği sabit değerler, bir anlamda toplumun sac ayakları yok olur. Bu bakımdan sosyal medyanın analiz edilmesi, geleceğine dair öngörüler yapılarak olması muhtemel senaryoların üzerinde çalışılması ve elde edilen bulgulara göre eylem alınması son derece önemlidir. Kanımızca bu konuda öncelikle bir birim olarak bakanlıklar altında sosyal medya masaları kurulması, yeterli alt yapı sağlandığında ise sosyal medya bakanlığı kurulması ülkemizin yararına olacaktır.
3. Yunan Mitolojisi'nin Narcissus'larına Karşı Türk Mitolojisi'nin Kartalları ve Kurtları
Tüm dünya milletleriyle beraber Türk Milleti'ni de tehdit eden modern Narcissus, sosyal medya bağımlılığına karşı geliştirilecek savunma silahı da yine milletimizin öz benliğinde yatmaktadır. Türk Milleti'nin öz benliğine yönelik bir çok özelliklerinin ortaya çıkarılabileceği en verimli alanlardan biri de Türk Mitolojisi'dir. Bu savunma kalkanı, Türk Mitolojisi'nde yer alan hayvanların ortak bir özelliğinin içselleştirilmesi ile oluşturulabilir. Bu ortak özellik, hayvanların yaptıkları değil, yapmadıkları eylemlere yönelik bir ortak özelliktir. Türk Mitolojisi'ndeki tüm hayvanlar, ne yapmaz?.. Türk Mitolojisi'ndeki hiç bir hayvan, leş yemez!.. Türk, leş yemeyendir!.. Leş yemenin modern çağdaki anlamı, tüketim toplumu olmaktır. Başka milletlerin kullanmayıp da önüne attıklarını kullanan, kendi birşey üretemeyen toplumlar, leş yiyen toplumlardır. "Çalışmadan, yorulmadan ve üretmeden, rahat yaşamak isteyen toplumlar; evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini daha sonra da istiklal ve istikballerini kaybetmeye mahkumdurlar.", - K.Atatürk. Gazi'nin de belirttiği gibi, leş yiyen toplumlar haysiyetlerini, hürriyetlerini, istiklal ve istikballerini kaybetmeye mahkumdurlar.
Kilit kavram olan üretkenliğe işaret eden ve bunu teşvik eden bir unsur da Türk Töresi'ndeki "alplik" kavramının açılımıdır. Alplik kavramının, kahramanlık anlamına geldiğini herkes bilir; ancak bu anlam, yoğunlukla savaş ortamına yönelik kullanılmaktadır. Peki alpliğin barış ortamındaki dışavurumu nedir? Savaşta kahraman olunacaksa, barışta ne olunacaktır? Bu nokta önemlidir, çünkü insan hayatında barış ile geçen zaman, savaş ile geçen zamandan çok daha fazladır. Dolayısıyla Türk Töresi'nin bu özelliği, sadece savaşı bekleyip de savaşta kullanılmak üzere değil, insan hayatının tümüne yayılmalıdır. Diğer yandan barışta alp olmayanlar, savaşta da birdenbire oturdukları yerden kalkıp kahraman olamazlar; tarih, bunun sayısız örnekleri ile doludur. Bu sorunun cevabını Başbuğ Zeybek Bey, Ata Sesi Tv youtube kanalında yaptığı "Orkun Yazıtlarındaki Gizem" söyleşisinde (https://www.youtube.com/watch?v=2M1B8JzcHHs&t=168s) şu şekilde vermektedir: "Alp, savaşta kahraman, barışta girişken..."
Girişkenlik ve girişimcilik, üretkenliğe işarettir. Burdaki girişkenlik, "vatan" odaklı bir girişkenlik ve üretkenliktir. Peki barışta, vatan odaklı üretkenlik nasıl gerçekleştirilebilir? Bu sorunun cevabı da, Türk Dünyası kültür hazinelerini tanıtan, Trt Avaz kanalındaki "Kültür Sanat Avaz" programının 23. bölümünde verilmiştir(https://www.youtube.com/watch?v=TFW8gMGrwSk&t=1097s). Bu programda, Özbekistan'ın yetiştirdiği önemli bir vatan şairi, Hurşit Devran tanıtılmıştır. Tezini, Hurşit Devran'ın hayatı ve sanatı üzerine tamamlamış olan Dr. Cansu Delibalta Gürbulak, 16:54'den itibaren şöyle demektedir: "En çok vatan konusu üzerinde durur Hurşit Devran. 'Vatan Sınırları Nedir?' diye bir makalesi vardır. Çeşitli sözlüklerde, çeşitli tanımları vardır vatanın coğrafi belli bir sınırı anlatan ama Hurşit Devran için vatan, sınırları belli coğrafi bir kavram değildir. O, vatan kelimesine daha manevi bir anlam yüklenmesini ister. Mesela, 'bizim dilimiz de vatanımızdır' der, Hurşit Devran. 'Yabancı bir ülkede dilimizi konuşan birisini gördüğümüzde hemen onunla uzun uzun konuşmak isteriz; çünkü o vatandır bizim için' diye anlatır vatanına olan aşkını. Ve vatanın sınırları, coğrafi olarak belirlenemez Hurşit Devran'a göre. Vatanın sınırlarını belirleyecek olan, onun evlatlarının yaptığı ve yapacağı çalışmalardır..."
"Vatanın sınırları, evlatlarının yaptığı ve yapacağı çalışmalardır..." Bu son cümle, Türk Töresi'ndeki alpliğin ve Türk Mitolojisi'ndeki hayvanların ve dolayısıyla Türk özbenliğinin leş yemeyen yapısının tek potada eritilmiş halidir. Bu temel tanımla beraber vatanseverlik kavramı da anlam genişlemesine uğramıştır. Vatanseverler, vatan sınırlarını vatan için yaptıkları uğraşlar ve çalışmalarla güçlendirenler ve genişletenlerdir. Vatan, her evladını göreve çağırmaktadır. Her insanın, dünyadaki diğer tüm insanlardan daha iyi bildiği, veya üzerinde daha çok severek çalıştığı mutlaka en az bir konu vardır. Her birey, bu yönde karınca kararınca birşeyler üretip katkı yaptığında bu katkıların birleşik etkisi, vatan savunmasının en önemli güvenlik kalkanlarından birisini oluşturmuş olacaktır. Bu hususta hiçbir kişiden, kurumdan, vs. çekinilmemelidir; çünkü "Sözkonusu vatansa, gerisi teferruattır!" - K. Atatürk
"Kaderini koru soysuzluk salgınından
Mana yoksa anlamsızlık kaplar meydanı
Her kişi öz anasından başka da
Dayamalı sırtını sonsuz bir dağa
Ona yol gösteren, götüren aydınlığa
Olmalı kudretli dört ana
Anayurdu, ruhunun güzelliği,
Sonsuz aydınlık veren ana dili
Zengin medeniyeti ve töresi, temeli
Ve yön veren her adımda milli tarihi
Hatırası ne kadar olsa da kederli
Bir kuvvet yok dört anaya denk gelen
Yurtsuz kalıp savrulur bunu sezmeyen
Öz anasının yüceliğini tanımaz
Dört ananın kadrini bilmeyen
Dört anaya yaslanıp kök salmadan
Kim bilir nerde kalır soysuzun başı
Dört anaya sarılmayan milletin
Hiçbir zaman parlamaz baht yıldızı
Bu mukaddes dört ana kaderinin sesi
Dört ana için yapılır kavgaların en şereflisi", Dört Ana, Muhtar Şahanov, çeviren: Gökşad Özkaynar
4. İki Bin Yıllık Ortak Gelenek: Zealot'lar, Haşhaşi'ler, Fetöcü'ler ve E-terörizm
Terörizm, fiziki ve siber dünyanın her ikisinde de varlığını sürdürebilmesiyle, hem fiziksel hem de psikolojik tahribatlara neden olabilmesiyle ve politik, dini ve ideolojik felsefelerin yönetimi altında verimli bir şekilde kullanılabilmesiyle çok geniş sınırlara uzanan bir etki sahasına sahiptir. Terörizm hem sol, hem de sağ görüşlü ideolojilere hizmet edebilmektedir. Değerlendirme ölçütünün bir kefesinde Marksistler, diğer kefesinde de diktatörler ve şirketokrasi üzerinde temellendirilen devlet yönetimleri olabilmektedir. Diğer bir değerlendirme ölçütünde, bir yanda kültürel bir gurubu veya belli bir toprak parçasını koruma amacının yem olarak kullanılmasıyla ulusalcılar bu tuzağa çekilebilirken, diğer yanda da modern olan herşeyi ahlaksızlık, dini inancına tehdit ve yok edilmesi gereken unsurlar olarak gören ve kendi dinini yüceltme adına savaşan radikal dinciler yer alabilmektedir.
Terörizmin bir çok tanımı olsa da, en temel haliyle, "sistematik ve planlı şiddet kullanımı" veya "bir hedefe ulaşmak amacıyla, bireylere yönlendirilen şiddet tehdidi" olarak tanımlanabilir. Bu hedef politik, ideolojik veya dini olabilir ve çoğunlukla yüksek seviyeli bir baskı kurma ve göz dağı vererek sindirme ve korkutma eylemleri ile gerçekleştirilmeye çalışılır. Terörizm, sadece fiziki saldırılarla sınırlı kalmayıp kitleler üzerinde siyasal ve psikolojik etki oluşturabilmesi yönüyle de psikolojik harbin bir kolu olarak kabul edilmektedir.
Kavramın etimolojik kökeni ise 1794 yılına uzanmaktadır. Fransa'da devrim sonrası ortaya çıkan Jakoben Kulübü'nün eylemlerine yönelik "Terör Dönemi" tanımlaması yapılmıştır. Fransız Devrimi'nin en ünlü ve aynı zamanda da Terör Dönemi'nin en etkin kişilerinden biri olan Maximilien Robespierre, 1794'teki Fransız Ulusal Kongresi'nde şöyle söylemektedir: "Eğer hükümetin barış zamanındaki temeli erdem ve doğruluk ise, devrim zamanındaki temeli de hem bu tip bir erdem hem de 'terör erdemi' olmalıdır. Çünkü içine doğruluk enjekte edilmemiş terör barbarlık, içine terör enjekte edilmemiş doğruluk ise acizlik olacaktır." Bu açıklama ile Robespierre, şiddetin politik ve resmi alanda yasallaştırılmasının yolunu açanlar içinde başı çekenlerden olmuş, ancak kendi kurduğu sistemin kurbanı olarak tutuklanmış ve giyotin ile idam edilmekten de kurtulamamıştır. Bugün dahi, tüm dünyada bu bakış açısını benimseyen siyasiler ve hükümetler, terörizm kavramını kendi çıkarları, hedef ve amaçları dahilinde kullanmaktadır. Burda belirtilmesi gereken önemli bir nokta da, terör kelimesinin kökenin 200 yıl öncesine uzandığıdır; yoksa terörizm, insanlığın var olduğu en eski çağlardan bu yana adı farklı kavramlarla anılmış olsa da varlığını sürdürmüştür ve insanoğlu var olduğu müddetçe de insan ve toplum davranışları ile iç içe geçmiş psikolojik altyapısı nedeniyle gelecekte de varlığını sürdürüyor olacaktır.
Diğer bir önemli nokta da kriminal ve terörize eylemlerin farkının net olarak anlaşılması gerektiğidir. Her suçlu, terörist değildir; ancak her terörist, suçludur. İkisinin de diğer insanları öldürmek için oluşturduğu motivasyonlar farklıdır. 1998 yılında, 400 cinayet suçu vakasının araştırılmasıyla yapılan bir çalışmada 4 tip suçlu profili oluşturulmuştur: 1) Çıkarcı profil: Bu suçlular diğer insanları, cinayet eyleminden aldıkları heyecan amacıyla öldürmüştür. Çıkarcı katil, diğerlerini öldürmekten zevk almaktadır. 2) Kontrolcü profil: Bu profildeki kişiler, kontrolün kendilerinde olduğu ve kurbanın kendilerine engel olamayacağı cinsel saldırı suçlarına bulaşmış kişilerdir. Kontrolcü katil, savunmasız olarak algıladığı kurbanın üzerinde kontrol kurmaktan psikolojik olarak zevk almaktadır. 3) Vizyoner profil: Bu profildeki katil, sözde Tanrı'dan veya Şeytan'dan cinayet eylemini gerçekleştirmesini teşvik edici 'sesler' duyarak motive olup eylemini gerçekleştirmektedir. Bu sesler, aslında katilin psikotik hastalıklarda bulunan halüsinasyon, hayal, vehim, kuruntu gibi halleri tecrübe etmesiyle ortaya çıkmaktadır. 4) Misyoner profil: Burda katil belli bir cinsiyeti, etnik gurubu veya diğer belirli gurupları öldürme misyonuyla motive olmuştur.
Teröristler ise, kriminallerden farklı olarak, diğer insanlara zarar verme motivasyonunu başka faktörlerden almaktadır. Terörist davranışı, üç ana maddede toparlanabilir: 1) İz Bırakma: Teröristler, inançlarının ve radikal düşüncelerinin, benzer demografik özellikler gösteren kitleler üzerinde iz bırakmasını sağlayacak şekilde eylem almaktadır. 2) Empoze Etme: Teröristler, ideolojilerini toplumun tümüne empoze etme güdüsü ile hareket etmektedir. 3) Yürütme: Teröristler, kendi yönetim modellerini tüm dünya üzerinde uygulama amacındadır.
Kriminallerin genelde kişisel zevk, para ve diğer dünyevi amaçlar haricinde bir amaçları yokken teröristlerin önceden planı yapılarak belirlenmiş hedef ve amaçları vardır. Terörizmin temel amaçlarından biri, fiziksel şiddetin veya şiddet tehdidinin kullanımı ile toplumun tümünde korku hissinin uyandırılarak yayılmasının sağlanmasıdır. Bu terör eylemleri, insanları zorla eylem almaya veya eylem almalarını engellemeye yöneliktir. Sözgelimi, yerli ve milli tohum ve gıda üretimi ile ilgili meclisten geçecek olan bir yasa taslağının durdurulması, karar alıcıların ve milletin psikolojik olarak etkilenmesi amacına yönelik, yerli üretim yapan bir fabrikanın çalışanlarıyla beraber kundaklanması, fabrika ürünlerinin sağlığa zararlı olduğuna dair naylon haberlerin yayılması, ekim yapılacak arazilerde yangın çıkarılması,vb. gibi. Eylemlerin etki gücünü artırmak adına, seçilen canlı hedeflerin mümkün olduğunca sivil vatandaşlardan oluşması, eylemlerin yüksek derecede vahşet içermesi ve halka açık alanlarda gerçekleştirilmesi tercih edilmektedir. Yani eylemler, basın ve yayın organlarının haber bültenleri ve sosyal medya için ne kadar etkileyici haber ürünlerine dönüştürülebilirse, terörist amaçlar da o kadar fazla insana ulaşmış olacaklar ve bu durum da teröristler nezdinde o kadar başarı sayılacaktır. Terörist eylemler, kurbanların eylem sonrası travmatik stres ve uzun süreli psikolojik tahribat yaşamaları sebebiyle, sebep oldukları anlık fiziksel zararın da ötesinde sonuçlar doğurmaktadır. Kitleler üzerinde psikolojik travma ve korku oluşturarak teröristler radikal ideolojilerinin yayınını yapabilmekte, toplu paniğe neden olabilmekte ve hükümetleri kendi isteklerinin kabul edilmesine yönelik zorlayabilmektedir.
Hükümetlerin, emniyet ve istihbarat kurumlarının bir eylemi terörist bir eylem olarak tanımlayıp buna karşı kontrterör faaliyetleri geliştirebilmesine yönelik birtakım kriterler şu şekilde açıklanabilir: 1) Şiddet: Terörizmin genel kabul gören tanımının içinde 'şiddet' ve 'şiddet tehdidi' unsurları vardır. 2) Psikolojik Etki ve Korku: Saldırılar, geniş kitleler üzerinde derin ve uzun süreli psikolojik yaralar açmaya odaklıdır. Teröristler, düşmanlarına karşı saygısızlıklarını gösterebilmek adına, özellikle ulusal sembolleri hedef almaktadır. Böylece devleti temellerinden sarsarak, resmi ve meşru hükümetin de millet nezdinde imajının zayıflatılarak küçültülmesi hedeflenmektedir. 3) Suçun Politik Bir Hedef İçin İşlenmiş Olması: Terörize eylemler, politik bir hedef için gerçekleştirilmiş protesto eylemleri ile bu yönüyle benzerlik içermektedir. Burdan, protesto eylemlerinin terörize eylemler olduğu sonucu asla çıkmamalıdır. Belirtmek istediğimiz tehlike şudur ki, terörizm, protesto eylemlerinin bu politik hedef amacını kullanarak mevcut kitleyi, protesto eyleminden terörize bir eyleme devşirebilir. 4) Maksatlı Bir Biçimde Sivillerin Hedef Alınması: Terör, sivilleri kendisine tehdit olduğu için değil, amaçlarını gerçekleştirme yolunda kulanabileceği önemli semboller olduğu için hedef almaktadır. Bu kurbanlar çocuklar, anneler, kadınlar, yaşlılar olduğu takdirde, terörist eylem, insanlığa karşı işlenen suçların en yüksek seviyesine yerleşmiş olacaktır; böylece toplum içinde salınması planlanan korkunun ölçeği de bu durumla orantılı olarak, terörizmin istediği ölçütte artırılmış olacaktır. 5) Kamufle Olunması: Terörün hedefinde, hükümetlerin milletlerinin gözünden düşürülmesi ve eylemlerinin de yanlış atılmış olan adımlar olarak algılanmasını sağlama amacı vardır. Bu hedefe yönelik eylem modellerinden birisi de sivil kılığına girerek hükümetlerin yanlış guruplara saldırmasına yönelik provokasyon yapmak ve hükümetleri hem kendi milletleri, hem de dünya kamuoyu önünde zor duruma düşürmektir. Çünkü devlet bir kere düşmanı tanımlayıp saldırı harekatına giriştiğinde, bir süre sonra bu saldırılan düşmanın yanlış hedef, hatta daha da kötüsü sivil hedef olduğu algısı ortaya çıkarsa, o zaman çok zor duruma düşecektir.
Terörizmin, yazılı tarihte izi sürüldüğünde, günümüz terörizmine benzerlikleri açısından iki önemli kilometre taşına rastlanacaktır: 1) Zealot'lar, 2) Haşhaşi'ler. Bundan iki bin yıl kadar önce, M.S. 1. yüzyılda, İsrail'de yaşamış olan Zealot'lar, İsrail'i ele geçiren Roma İmparatorluğuna karşı örgütlenmiş politik bir hareketin temsilcileridir. Zealot, İngilizce'de "yobaz, bağnaz, fanatik" demektir. Zealot'un esas etimolojik kökeni ise Yunanca'da "zelotes" olarak geçmekte ve "fanatik hayran, propagandacı, mürit, havari, yandaş, partizan" anlamlarına gelmektedir. Romalılar ise Zealot'ları "hançerli adamlar" olarak adlandırmışlardır. Zealot'lar, Roma askeri kuvvetlerine yeraltı operasyonları düzenleyerek kalkışma girişiminde bulunmuşlar ve Romalılarla beraber çalışan yahudileri de öldürmüşlerdir. Zealot kelimesinin, İbranice'deki karşılığı "kanai", çoğul olarak da "kana'im" kelimesi olup anlamı ise "Tanrı adına fanatik olmak"tır. Bu anlam temelinde böylece örgütsel davranışlarını ve şiddet eylemlerini temize çıkararak dini bir zemine oturtmaya çalışmışlardır (Dipnot: Zealot'lar politeist, yani paganisttirler). Romalılar, Zealot'lara yönelik oldukça geniş bir kuşatma harekatı düzenleyip hepsini ele geçirmeye çok yaklaşmışken, yakalanacaklarını anlayan örgüt üyeleri topluca intihar etmişlerdir.
Helsinki Katedrali'nin çatısında, elindeki testeresiyle "Zealot Simon" (Simon the Zealot) heykeli, paganist bir figürün ortodoks hıristiyanlığın bir ibadet alanının en üst kısmında yer alıyor olması ile manidardır...
Zealot Simon'a sadece ortodoks hıristiyanlar değil, katolik ve kıpti hıristiyanlar da sahip çıkmaktadır. Roma'daki Aziz John Lateran Bazilikası'nda da Zealot Simon'un bir heykeli vardır.
İkinci kilometre taşı ise Haşhaşi'lerdir. Hasan Sabbah'ın liderliğindeki Haşhaşi'lerin eylem tarzı klasik anlamda savaş açmaktansa doğrudan politik liderleri hedefleyen suikastler gerçekleştirmektir. Görevin başarıyla tamamlanmasını, suikastçinin intiharı takip ettiğinden bu eylem tarzı Haşhaşi'leri oldukça başarılı kılmış ve bu yolla farklı yeni terör örgütleri de kurabilmelerine olanak sağlamıştır. Suikastçinin görevi gerçekleştirmek için sadece tek bir şansı olduğundan, kralların ve devlet adamlarının yanına yakın korumaları ve yardımcıları kamuflesinde, halkın arasına işinde gücünde esnaf, tüccar, din adamı vs. kamuflesinde, şüphe çekmemek için görev anından seneler önce yerleştirilmişler ve suikast anına kadar şüphe çekmemek adına mevcut görevleri neyse o işleri sabırla yapmaya devam etmişlerdir.
Hem Zealot'lar, hem de Haşhaşi'ler, modern teröristlere örgütlenme yetenekleri, hedef belirlemedeki keskinlikleri ve eylemleri ile derin psikolojik yaralar açabilme kabiliyetleri ile yüksek oranda benzerlik göstermektedir. Yakın tarihte tüm milletçe yaşadığımız Fetö kalkışması da hem örgütlenme biçimi, hem de hedef belirleme ve eylem biçimi olarak Zealot'larla ve Haşhaşi'lerle önemli benzerlikler göstermektedir. Fetö analizi, apayrı bir makalenin konusu olduğundan bu kısmı sadece tek bir cümle ile geçelim: Fetö, dini bir örgüt değil; tıpkı Zealot'lar ve Haşhaşi'ler gibi dini, araçlarından biri olarak kullanan ezoterik bir örgüttür.
İslam dini kavramı altında yuvalanıp kamufle olarak ilerleyen ve şartların olgunlaştığına inanınca da tüm gücüyle harekete geçen Fetö'nün oluşturduğu tehlike, örgüt dağıtılmış olsa da henüz geçmiş değildir. Emekli Tümamiral Cem Gürdeniz'in de belirttiği gibi, Fetö artıkları artık şu 3 ana kavram altında yuvalanarak sinsi bir şekilde ilerlemeye devam etmektedir: 1) Demokrasi, 2) Atatürkçülük, 3) Türk Milliyetçiliği. Bu stratejik model, sadece Türkiye'de değil, tüm dünya ülkelerinde etkili bir biçimde uygulanabilir: Örgüt üyeleri Türkiye'de Atatürkçü, Rusya'da Leninci, Çin'de Maocu, Abd'de Washingtoncu, Venezuela'da Bolivarcı olurlar. Ülkemizdeki demokrasi, Atatürkçülük ve Türk Milliyetçiliği kavramları üzerinde gelişen sosyal hareketler yakından ve dikkatle takip edilmelidir. Tümamiral Gürdeniz, örgütün yoğunluklu olarak kullandığı eylem modelini kumpas davalar, baskı, yıldırma, itibarsızlaştırma kampanyaları ayaklarını içeren "dijital terörizm" olarak tanımlamaktadır. Biz de somut şiddet eylemi içermeyen, sadece psikolojik harbi kullanan bu tip terörizmi, bu makalemizde ve bundan sonraki çalışmalarımızda "e-terörizm" kavramı ile adlandıracağız.
Terörizm ile mücadele, genelde terörizm tehlikesi görünür hale geldikten sonra bu tehlike ile doğrudan savaşa girişilmesi şeklinde gerçekleştirilmektedir. Halbuki hastalık ortaya çıktıktan sonra sancılı tedavi yöntemlerini uygulayarak iyileştirmeye çalışmak yerine, henüz hastalık oluşmadan semptomları, belirtileri yakalayarak hastalığı daha oluşmadan kontrol altına almak daha etkin bir yöntemdir. Dolayısıyla istihbarat kurumlarının "tehlike" kavramının takibini yaparken bunun yanında, "tehlike tehlikesi" (tehlikeye giden yollar, tehlikenin belirtileri) kavramının da takibini özenle yapmaları gerekmektedir. Çünkü ancak bu yolla, istihbarat analizinin en önemli sacayaklarından biri olan "düşük olasılık / yüksek tahribat" eylemleri sağlıklı bir şekilde tespit edilebilir. "yüksek olasılık / düşük tahribat" tarzı, gerçekleşme olasılığı yüksek olan, bunun yanında da düşük tahribat kapasitesine sahip eylemler, genelde çoğu kişi tarafından farkına varılabilir, ancak gerçekleşme olasılığı düşük ve yüksek tahribat kapasitesine sahip eylemler (nükleer saldırı gibi) çoğunluk tarafından gözlemlenemez, ancak en kritik eylem tipi de budur. Harekete geçmiş ve görünür hale gelmiş olan birliklerden herkes şüphelenir, ancak ilerdeki nükleer bir saldırının temelini oluşturabilecek masum görünen bir nükleer fizik sempozyumundan veya makinelerin insanları kitlesel olarak öldürmesiyle sonuçlanabilecek, bilimsel bir makineler arası internet kongresinden çok az kişi şüphelenir...
Makalemizin en başından itibaren ele aldığımız narsizm kavramından sonra birdendire terörizm kavramına geçmiş olmamız tuhaf gibi görünse de tüm bu bilgi sunumu ve açıklamalar şu önemli nokta içindir: Tüm terörist çeşitlerinin tüm psikolojik etmenleri incelenerek analiz edildiğinde hepsinde sabit olan tek bir ortak nokta olduğu ortaya çıkarılmıştır: Bu dünyaya bir nefret kusma yöntemi olarak terörizmi seçen tüm bireyler, narsistik karakter özellikleri göstermektedir... Dolayısıyla narsizm, terörizm tehlikesinin bir belirtisi olarak, çok kritik bir "tehlike tehlikesi"dir...
5. Bir Beyin Tümörü Ameliyatıyla Gazetecilikten Terör Örgütü Entellektüel Liderliğine: Ulrike Meinhof
2005 yılında British Journal of Psychiatry'de yayımlanan bir çalışmada, patolojik yalan söyleyenlerin (pseudologia fantastica), normal yalan söyleyenlere göre beyinlerindeki birtakım maddelerde somut değişiklikler olduğu saptanmıştır. Patolojik yalan söyleyenlerde, normal yalan söyleyenlere göre beynin prefrontal (alın kemiğinin arkasındaki, beynin ön bölgesi) kısmında, %22 ila %26 arası daha fazla beyaz maddeye rastlanmış, gri maddenin beyaz maddeye oranının ise %36 ila %42 oranında daha düşük olduğu tespit edilmiştir.
Bu bulgunun açıklaması şu şekildedir: Beyindeki prefrontal beyaz madde gelişimi, insanın "aldatma" kapasitesi ile ilişkilidir. Beyaz madde gelişimi ile aldatma kapasitesi arasındaki ilişki, çocukların algısal gelişimini izleyen çalışmalarda da gözlemlenmiştir. 3 ve 8 yaşları arasındaki çocuklar yalan söylemede yeteneksiz ve beceriksiz iken 10 yaşına geldiklerinde yalan söyleme becerisi edindikleri saptanmıştır. Aldatma kapasitesindeki bu gelişim, insan beyninin yetişkin ağırlığına ulaşırken içindeki beyaz maddenin hacminin artması durumuyla da uyumlu bir bulgudur (Dipnot: nörolojik gelişim açısından insan beyni, yetişkin ağırlığına 10 - 12 yaşları arasında ulaşmaktadır). Yetişkinlerde prefontal kısımdaki bu değişiklikler, aldatma kapasitesinin artmasının yanında psikopatiye ve APD'ye (Antisocial Personality Disorder - Antisosyal Kişilik Bozukluğu) de işaret etmektedir.
1971 ve 1993 yılları arasında, Almanya'nın adı en fazla öne çıkmış olan terör örgütü RAF (Red Army Fraction - Kızıl Ordu Fraksiyonu) ülkenin adalet, siyaset ve ekonomi temsilcileri de içinde olmak üzere 33 kişiyi öldürmüş, 200'den fazla kişiyi de yaralamıştır. Bu radikal sol terör örgütünün entellektüel lideri ise Ulrike Meinhof'dur. Örgüte 1970 yılında katılmadan önce Meinhof, politik fikirlerini barışçıl yollarla yaymaya çalışan ünlü bir gazetecidir. RAF'a katılmadan önce, 1962 yılında, birtakım nörolojik belirtileri takiben beyin ameliyatı olur. Beyin ameliyatı sonrasındaki yıllarda, agresif özelliklerin artması gibi birtakım kişilik değişimleri yaşamaya başlar. Daha sonra Güney Amerika'lı gerilla guruplarının stratejilerinin Batı Almanya şehirlerine uygulanmasını ele aldığı "Şehir Gerillası Konsepti"ni yazar. Yakalandıktan sonra, mahkeme işlemleri devam ediyor iken, 1976 yılında intihar eder. Meinhof'un beynine otopsi yapılır ve nöropatologlar beynindeki amigdala bölgesine çok yakın bazı kısımların, 1962 yılında olduğu beyin ameliyatı esnasında zarar görmüş olduğunu tespit eder.
Meinhof'un beyninde doku bozulmasının olduğu bölgeler, agresiflik ve şiddet davranışlarını da içeren temel duyguların kontrol edildiği beyin bölgeleridir. Agresiflik ve şiddet artışıyla ortaya çıkan kişilik değişimi, beynindeki amigdala bölgesine yakın kısımlarda gerçekleşmiş olan hasarla ilişkilendirilmiştir.
Şiddet eylemleri ile ilişkilendirilebilecek beyin hasarlarını ortaya çıkaran bu tip otopsi örneklerinin sayısı çok az olsa da, iki adet cinnet geçirme vakasında da benzer durumlar gözlemlenmiştir. 1913 yılında Almanya'da Ernst Wagner adlı öğretmen eşini ve 4 çocuğunu öldürdükten sonra bazı binaları kundaklamış, 9 kişiyi silahla öldürmüş, 11 kişiyi yaralamış, bunların hepsini de bir gecede yapmıştır. Yıllar sonra, adli bir hastanede gözetim altında tutuluyor iken ölmüş ve beynine otopsi yapılmıştır. Tıpkı Meinhof'un beyninde olduğu gibi, Wagner'in de beyninde amigdala kısmına yakın yerlerde doku bozulmaları tespit edilmiş, beynin diğer bölgelerinde bir değişiklik saptanmamıştır. İkinci vaka ise Teksas Üniversitesi öğrencisi olan 25 yaşındaki Charles Whitman'dır. 1966'da annesini ve eşini bıçakladıktan sonra üniversitenin kulesine çıkarak keskin nişancı tüfeği ile 17 kişiyi öldürmüş ve 32 kişiyi de yaralamıştır. Bu olaydan aylar önce kişisel stresinin arttığı ve yalnızlaştığı şikayetleri ile psikolojik destek almıştır. Kafasının içinde bazı şeylerin yanlış gittiğini hissetmiş ve bıraktığı intihar notunda da beyninde yanlış birşeylerin olup olmadığının ortaya çıkarılmasına yönelik beyin otopsisi istemiştir. Otopside hipotalamus ve amigdala bölgesine baskı yapan küçük bir beyin tümörüne rastlanmıştır.
Beyinde hipotalamus ve amigdala'nın bulunduğu bölge, "ilkel beyin" diye de adlandırılan, beynin en iç kısmında yer alan "sürüngen beyin"dir. Burası, agresiflik ve şiddet hislerini de içeren ve insanın en temel duygularını yöneten bölgedir. Şiddet eylemlerinde bulunanların beyinlerindeki bu bölgelerde anormallik saptanmasının yanında, doktor kontrolündeki birtakım psikolojik deneylerde de buralara elektrik simulasyonla uyarı gönderildiğinde deneklerde anlık öfke patlamaları ve şiddet uygulama hislerinin ortaya çıktığı gözlemlenmiştir.
2012 ve 2015 yılları arasında, IŞİD terör örgütüne katılan 784 kişi üzerinde yapılan bir araştırmada, bu kişilerin üçte ikisinin polis kayıtlarında daha önce şiddet, mala saldırı ve politik suçlardan kayıtları olduğu tespit edilmiştir. Yani aslında bu kişiler, IŞİD'in ideolojisine inandırılıp kandırılarak değil, şiddete alışkın olduklarından rahatlıkla şiddet uygulayabilecekleri, ama bunu yaparken güvenli bir şekilde kamufle olacakları ideolojik bir şemsiye altına girme çabası içindeyken örgüte dahil olmuşlardır. Bu da şiddete yönelimin, sadece ideolojik yönelimlerle açıklanamayacağına, bunda anormal beyin fonksiyonlarının da kaydadeğer rolü olduğuna işaret eden diğer bir bulgudur.
6. "Naylon Kutsallık" İnşası, Sosyal Dışlanmışlık ve Militan Yetiştirme Sanatı
"Kutsallık" kavramının insan zihni tarafından algılanışı, bu kavramı içeren ögeler için insanın savaşma ve kendini feda ederek ölme isteğini belirleyen temel noktalardan biridir. Beyinde kutsallık kavramının nörolojik olarak aktive ettiği bölge, sol IFG'dir (inferior frontal gyrus).
Burası, aynı zamanda genel olarak dil ile ilgili kelime anlamlarının ve morfolojilerinin (biçemlerinin) işlenip değerlendirildiği yerdir. Kutsal kavramlar, kişinin düşünce sürecine dahil olduğunda beynin bu bölgesi aktive olmakta ve sonuç olarak da bu kavramlar uğruna savaşma ve kendini feda ederek ölme isteği artmaktadır. İnsanlığın var olduğu andan itibaren günümüze dek olan süreçte savaş, toplumların hayatlarının nasıl şekilleneceğine yön veren en önemli etkenlerden biri olmuştur. Savaşma eylemini en iyi yapabilenler ise para, mal, vs. gibi çıkar odaklı amaçlar için değil, kutsal kabul ettikleri kavramlar uğruna savaşanlar olmuşlardır. Burda savaşma kabiliyeti ile kavramlara atfedilen kutsallık oranı arasında doğrudan bir ilişki vardır. Bu ilişki, diğer yandan bu durumu kendi çıkarları için kullanmak isteyecek olanların da iştahını kabartacak niteliktedir. İnsanları, kendi çıkarları için savaştırmak isteyenler, genelde savaştırmak istediklerine çıkar odaklı ödüller sunar; ancak bunun etkisi sınırlıdır. Birey, eğer hayatını kaybetme riski gibi hiçbir ödüle karşılık olamayacak bir riskle karşı karşıya kalırsa o zaman ödüllerin hepsiyle beraber savaşmaktan da vazgeçecektir. Yalnız savaşma motivasyonu, bir kutsallık atfından ileri geliyorsa o zaman kendini feda ederek ölüme gitmekte tereddüt etmeyecektir. Kilit soru şudur: Birtakım odakların çıkarları için, kutsalı olmayan veya kutsala değer vermeyen bireyler de bir şekilde kutsalı olan bireyler gibi savaşma ve kendini feda ederek ölüme gitme eğilimine yönlendirilebilir mi?.. Eğer bu yapılabilirse, her tip insanın bir "naylon kutsallık" inşasıyla ölüme gitmeye hazır militanlar haline getirilebilmesi zor olmayacaktır...
Cihad için ölüme gidebileceğini ve isteyerek şiddet eylemleri gerçekleştirebileceğini ifade eden 38 Kuzey Afrika'lı müslüman genç erkek üzerinde yapılan bir çalışmada, kişilerin her birine ayrı ayrı özel bir bilgisayar oyunu oynatılmıştır. Bu oyun, dört kişinin beraber oynadığı birbirine top atma oyunudur. Dört kişiden biri olan denek, diğer üç kişiyi de normal insan zannetmekte, ancak diğer üç oyuncu insan değil, otomatik yazlımın kontrolündeki sanal oyunculardır. 38 kişilik gurup, karşılaştırılmasın yapılabilmesi için iki ayrı guruba ayrılmıştır. Birinci gurupta oyun oynayanların her biri için diğer üç sanal oyuncu bu kişiyi aralarına alarak top atma oyununu beraberce oynamışlar; diğer gurupta ise her deneği yazılımın üç sanal oyuncusu aralarına almayıp dışlayarak, yani topu deneğe atmayıp kendi aralarında döndürerek oynamışlardır. Daha sonra kişilerin tümü, kutsal değerler için savaşarak ölme isteklerinin ölçülüp değerlendirilebilmesi için beyin taramasından geçirilmiştir. Kutsal değerlerin değerlendirilmesiyle beyinlerdeki sol IFG bölgesindeki aktivasyon artışı dışlanan ve dışlanmayan gurupta birbirine yakın şekilde yüksek çıkmıştır. Bu adımda iki gurup arasında bir fark yoktur.
Grafikte koyu turuncu, sosyal olarak dışlanmış guruba; açık turuncu ise sosyal olarak dışlanmamış guruba işaret etmektedir. Y ekseni, beynin sol IFG bölgesindeki aktivasyon oranını; soldaki çift bar kutsal değerleri, sağdaki çift bar ise kutsal olmayan değerleri belirtmektedir. Sağdaki çift barda görüleceği üzere, dışlanmamış gurubun ilgili beyin bölgesinde kutsal olmayan kavramlara yönelik bir aktivasyon yokken, sosyal olarak dışlanmış gurubun beynindeki ilgili bölgede kutsal olmayan kavramlara yüksek oranda aktivasyon gözlemlenmiştir... Bu sonuçla beraber şu ortaya çıkmıştır ki, insanlar sosyal olarak dışlandıklarında, birtakım çıkar çevrelerinin güdümünde üretilen "suni cihad"lara sürülebilir...
Peki bu şekilde "afyonlanmış beyin"leri, şiddete yönelim eğilimlerinden geri döndürme olasılığı yok mudur? Leşker-i Tayyibe, El-Kaide ile de ilintili olan ve Güney Asya'da faaliyet gösteren radikal islamcı ve silahlı bir terör örgütüdür. Bu örgütü açıktan destekleyen 30 kişi üzerinde yapılan bir çalışmada, kutsal olan ve kutsal olmayan kavramlar uğruna ölüme gitme isteği üzerine beyin taramaları gerçekleştirilmiştir. Şunu da dipnot olara belirtelim ki, bu çalışmadaki kişilerin radikallik seviyesi, bir önceki çalışmadaki kişilerin radikallik seviyesinden çok daha fazladır. Burdaki beyin taramalarında, bir önceki çalışmadaki taramalardakinden farklı olarak, daha farklı sinirsel aktive alanları gözlemlenmiştir. Kişiler, kutsal kavramları düşünürken beyinlerinde, tedbirsel davranışlar ve kar-zarar tahlilleri ile ilişkili olan DLPFC (dorsolateral prefrontal cortex) bölgesi içindeki bir sinirsel ağın deaktive olduğu saptanmıştır. Bununla birlikte diğer yandan da taraflı (subjektif olan, bu işte benim çıkarım ne? sorusunu soran) değerlendirme ile ilişkili olan vmPFC (ventromedial prefrontal cortex) bölgesinde ise aktivasyon artışı gözlemlenmiştir.
Normalde karar alınırken, beynin bu iki bölgesi de birlikte çalıştırılmaktadır. Yapılan beyin taramalarında, savaşma ve ölme isteği düşük olarak çıkan bireylerde beyinde bu iki bölgenin kuvvetli bir biçimde birbirine bağlanarak karar mekanizmasını çalıştırdığı saptanmıştır. Ölme isteği yüksek çıkan bireylerde ise bu iki bölge arasındaki kopukluk oranı fazladır.
Grafikte mor renk, düşük savaşma ve ölme isteğini; pembe renk ise yüksek savaşma ve ölme isteğini belirtmektedir. Görüleceği üzere, düşük savaşma ve ölme isteğinde olanlarda (mor renkler), DLPFC ve vmPFC bölgelerindeki aktivasyon oranları birbirine yakındır; ancak yüksek savaşma ve ölme isteği olanlarda ise (pembe renkler), DLPFC bölgesinde sinirsel sönümleme, vmPFC bölgesinde ise sinirsel aktivite gerçekleşmektedir. Düşük savaşma isteği gösterenlerde bu iki bölgeyi dengeli hale getiren, aslında beynin analitik işlemleri yürüten karar kontrol mekanizmasıdır. Karar kontrol mekanizması, her iki beyin bölgesi üzerinde kontrol kurarak iki bölgeyi de dengeli hale getirmektedir. Yani bir fikir için ölmeye ve öldürmeye hazır birinin beyninde, karar kontrol mekanizması artık çalışmamaktadır.
Aynı çalışmanın ikinci bölümünde, kişilerin ölme isteklerini puanlamaları istenmiş, bu sefer bilgisayarda puanlama yaparkarken diğerlerinin yani arkadaşlarının da puanlarını görebilecekleri bir düzenek oluşturulmuştur, ancak kişiler ekranda gördükleri diğer puanları arkadaşlarının puanları zannederken aslında bu puanlar, bilerek önceden hazırlanmış ve ölme isteği düşük tutulmuş suni puanlardır. Kişiler, arkadaşlarının kendilerinden bu kadar düşük savaşma isteği göstermesi karşısında şaşırmış ve ihanete uğradıklarını hissetmiş, daha sonra da topluluğun bu düşük ortalama savaşma isteğine uyum göstererek kendi savaşma isteklerini düşürmüşlerdir.
Bu çalışmalar şunu göstermektedir ki, kişi ne kadar sosyal dışlanmışlığa ve yalnızlığa itilirse, topluma ne kadar az karışırsa, sosyal medya bağımlılığı geliştirip asosyal olursa, terörizme militan yetiştirme amacında olan simsarların tuzağına düşme ihtimali de o kadar artmaktadır.
Bu çalışmalara bakıldığında terörizmin beslendiği kaynaklardan birinin beynin analitik düşünme yetilerini kontrol eden bazı mekanizmaların zarar görmesi olduğunu görüyoruz. Bu zarar ise analitik bir yeti olan bilme yetisinin azalmasına ve inanma yetisinin öne çıkmasına sebep oluyor. İnanma içgüdüsü bu örneklerde olduğu gibi bilme ve karar alma yetilerinden bağımsızlaştığında çok tehlikeli bir hale gelebilir. Bu durumdaki kişinin inanacağı kutsal, şer odakları tarafından inşa edilerek ona sunulduğunda, bu kişi analitik düşünme yetisinin de zayıflığı ile birlikte çok kolay bir biçimde bu şer odakları tarafından kullanılabilecektir. Bu noktada Komutan’ın “Türk Tengri’ye inanmaz, Tengri’yi bilir” sözünün son derece önemli olduğunu düşünüyoruz. Bilen kişi kutsal olanla olmayanı ayırt etme kapasitesindeki kişidir, bu bakımdan Allah ile aldatılamaz, Allah adına esasında Allah adına olmayan savaşlar yapmaz. Onun yapacağı savaş bildiği kutsal uğruna bilinçli olarak yapılan bir savaş olacaktır. Dolayısıyla Türk asla zulman olamaz, Gazi Paşa’nın deyimiyle “Türkiye; şeyhler, müritler, dervişler memleketi olamaz.”
Her insanın öz karakteri, hatta kendi farkında olmadığı özellikleriyle beraber, beyindeki bu sinir hücreleri arasındaki ağlarda yatmaktadır. Her insana özgü bir parmak izi ve DNA olduğu gibi, bir de sinir ağı yapısı vardır. Beynin üç boyutlu ağ fotoğrafı olarak özetleyebileceğimiz bu şablonda hangi bölgelerdeki hangi unsurların, yukarda bahsettiğimiz örnek çalışmalarda olduğu gibi hangi karakter özelliklere işaret ettiği bilinirse, o zaman tüm insanların beyin taramaları yapılarak tüm kişilik özelliklerinin ortaya çıkarılabilme ihtimali vardır... Bu durum, özellikle terörizm simsarları için iştah kabartıcı bir durum olacaktır. Çünkü terörist özelliklerin beyinde hangi bölgelerde aktif olduğu tam olarak bilinirse, insanların beyin tarama sonuçlarından da o özellikleri içeren veya o özelliklerin kazandırılabileceği potansiyel kişiler da rahatlıkla belirlenebilecektir... Bu bağlamda, yurttaşlarımızın hastanelerde çektirdiği beyin tarama işlemlerinin sonuçları, bu tip bir ulusal güvenlik riskine karşı devlet sırrı gibi korunmalıdır.
"... Aksakal cevap verdi: Yeni istihbarat çok vahim, kafa kesilerek dondurma deneyleri. Gönüllüler bir kamufle, kobay. Verilen teknoloji ile dondurulanların kafaları nakil ediliyor ama kimlerin kesilmiş kafaları? Dünyada din söylemli kafa kesme kültürü özendirildi bilinçli. En azılı teröristlerin kafaları donduruluyor. 10 - 15 yıl içinde planlanan bir savaşta bunlardan dünya savaşında ordu kurulacak. Uçuk gelse de sonuçlar yabana atılır gibi değil. Yasak bilgiler... Bir adım ileri gidildi. Kafataslarındaki zaman izlerinden de bu işlemi yapıyorlar. Bu yüzden kurukafa toplayıp seçilmiş mezarları soyuyorlar...", Kambala - 5
Makaleye, Zulman kavramında yer alan Zal, Mim ve Nun harflerinin Kuran'da en fazla içinde geçtiği kelimenin (lilmukezzibine) kelime kökü olan ve aldatmak, yalan söylemek anlamına gelen KefZalBe'nin tıp dilindeki anlamı ile başlanmış, bu noktadan narsistik kişilik bozukluğu ve sosyal medya bağlantıları incelenmiş, üçüncü adımda narsizm ile terörizm temel bağı ele alınmış, dördüncü adımda nörobiliminin terörizm analizindeki kritik rolü örneklerle açıklanmış ve en son da terörizm odaklı beyin nakli ile başlanılan noktaya, Kambala'ya geri dönülmüştür...
Kölük, Melih
Yiğit, Yasin Murat
Değerli okuyucumuz,
Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
· Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
· Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
· Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
· Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
· Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
· Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.
Yorumlar
+ Yorum Ekle