En Sıcak Konular

Emir Yıldızdan: Yesevi’nin Asa’sı ve Ankara

25 Eylül 2016 07:16 tsi
Emir Yıldızdan: Yesevi’nin Asa’sı ve Ankara Emir Yıldızdan Romanın 3. bölümünde yine ilk defa açıklanan sırları anlatıyor.

EMİR YILDIZDAN-2 

3.BÖLÜM

                    
  Yesevi’nin Asa’sı ve Ankara

 

                 UNESCO tarafından 2016 yılı, "Hoca Ahmet Yesevi Yılı" olarak ilan edildi.

 

İçimizdeki bir ses durmadan konuşuyor. Ne kadar da çok şeyler geçiyor zihnimizden… İçimizdeki sesin sahibi kim?

Bir hayal gibi gelip geçiyor ömür. Dün’e baktığımızda, ‘o yaşayan ben miydim’ diyecek kadar yabancı kalıyoruz geçmişimize. Yarınımızsa meçhul, müphem bir sır… O sebepten erenler hep diyorlar ya “Dem bu demdir, dem bu demdir, dem bu dem.”

Hakikat apaçık ortadayken bu körlük niye? Gözlerimize mil çekilmiş gibi sanki. Karanlık bir dehlize hapsolmuş gibiyiz Her şey gün gibi ortada,  her şey göz önündeyken biz nasıl oluyor da görmüyoruz? Gözlerim neden hep arkada kalıyor. Durmamalıyım; ileri, ileri, hep ileri gitmeliyim. Yürümemem lazım, koşmam lazım. Buralarda durmak, oturmak bana yasak olmalı.

 Katar katar göç eden kervanlardan geriye şimdi ne kaldı?

Balçığa saplanmış ayaklarım. Bir an evvel buradan çıkmalıyım. Tarih beni bekliyor, beni bekliyor. Tarih beni çağırıyor, gitmem lazım…

Benim bir görevim var, ‘Türk’ün bir misyonu var’ diyor içimdeki ses.

İçimdeki sesi dinleyip, yola çıkmam lazım.

Çıkıyorum yola…

Gidiyorum…

Kahverengi ahşap kapının önündeyim. Buraya ne zaman ve nasıl geldim, hatırlamıyorum. Ama şurası bir gerçek ki işte buradayım.

Ahşap kapıyı yavaş yavaş itiyorum, giriyorum Eskici’nin dükkânına. Kapının açıldığını haber veren ziller çaldı. Sese kulak veren yok. ‘Bu saatte buranın kapalı olması gerekiyor’ diye içimden geçirerek giriyorum.  Çevredeki tüm dükkânlar kapalı. İçerideyim ama ortalıkta kimsecikler yok. Loş bir ışık dükkânı aydınlatıyor… İçim ürperiyor,  etraf öyle sessiz ki… Bu sessizliği ise kurmalı duvar saatinin tik-takları bozuyor. Nefes alışımı duyuyorum adeta. ‘Kalsam mı gitsem mi?’ diye düşünürken o kadar çok şey geçiyor ki zihnimden… Zaman sanki donmuş gibi… Bir guguklu saatin aniden ötüşü, duvar saatinin ‘dan! dan!’ vuruşu etraftaki sessizliği dağıtıyor.

Karanlık ve ürpertici bir mağaranın ağzından ansızın semaya yükselen kuşların sessizliği kıran, kanat çırpışlarını andıran bir gürültüyle, içeriden bir kapı hızla açıldı. Karanlıkta büyüyen gözleri, kızarmış yüzü ve yılların ağırlığı binmiş yorgun bedeniyle ile Eskici Amca karşımdaydı.  Gömleğinin kolları dirseklerine kadar kıvrılmış, yüzünden sular damlıyordu.  Anlaşılan abdest almıştı. Yüzüme ruhumun derinliklerine inmek istercesine dikkatle bakıyordu… Gözleri parlamıştı sanki. Selam vererek yanına yaklaştım, hürmetle eğilerek elini tuttum ve sağ elinin avuç içini öptüm.

Başıyla selamımı aldı. Konuşmuyordu. Sanırım dua ediyordu. Masanın önündeki koltuğu işaret etti, oturdum. Kendimi garip hissediyordum, ‘şimdi yatsının bu vakti burada ne işim vardı? Niye gelmiştim?’ bilmiyorum. Bilemiyorum.

Eskici Amca uzun uzun yere baktı. Her halinden eski olduğu belli olan başındaki işlemeli takkeyi iki eliyle düzeltirken “Hadi abdestini al da yatsı namazını kılalım,” dedi.

Nihayet konuşmuştu. Hemen işaret ettiği yere giderek abdestimi tazeledim.

Sünneti kıldık, ben kamet getirdim Eskici Amca da imam oldu birlikte yatsının farzını kıldık. Sonra son sünnet, vitir ve dua… Dua o kadar uzun sürdü ki, ayaklarım karıncalanmaya başlamıştı. Seccadem olan post çakılmış tahta namazlık bana demir üzerinde oturuyormuşum hissi veriyordu.

 Dua ederken sanki burada yoktu, başka bir âleme dalmış gitmişti Amca.

‘Lillah-il Fatiha’ deyince, Fatiha’yı okuduk.

Kalktı, ben de hemen üzerinde namaz kıldığımız tahta seccadeleri kaldırdım, işaret edilen yere yasladım.

Eskici Amca’nın hali bugün çok garipti. Acaba neden böyle davranıyordu? Bir şey mi olmuştu?  Pek konuşmuyor, gözleriyle etrafı izliyor,  ben yokmuşum gibi davranıyordu. Bir süre öylece kalakaldık. Koltuğuna oturmuş, derin bir tefekkür halindeydi. Bir ara içime öyle bir ürperti doldu ki, acaba odada bizden başkaları da mı vardı? Niye böyle bir hisse kapıldım, bilmiyorum.

Amca ağır ağır oturduğu koltuktan kalktı. İçeri açılan odaya girdi. Antikacı dükkânında yine yalnız kalmıştım. Eski eşyaların buram buram tarih kokan kendine has rayihası dükkâna girer girmez hissediliyordu. Huzurlu bir havası vardı buranın. Seviyordum bu kokuyu ve böyle yerleri…

Amca içeri gidince antika eşyaların ortasında yapayalnız kalmıştım. Yüreğimde tarifi olmayan hafif bir korku belirmişti. Sokak kapkaranlık, dükkânın ışıkları neredeyse kapalı, yalnız eski bir Osmanlı lambası karanlığa inat titreyen ışığıyla aydınlatmaya çalışıyordu etrafı. Saatlerin tik-takları da olmasa sessizlik insanı çıldırtırdı.

Aradan bir 15-20 dakika kadar zaman geçmişti. Amca hala çıkmıyordu. “Acaba kapıyı açıp baksam mı, başına bir şey mi geldi?” diye düşündüm. Sonra bu fikrimden vazgeçtim. Biraz sonra üzeri el işlemeleriyle dolu eski ahşap kapı gıcırdayarak açıldı. Eskici Amca elinde gazete kâğıdına sarılmış bir şey ile yanıma geldi. Bu sefer yüzü gülüyordu.

O garip tavırlı amca gitmiş, benim tanıdığım amca gelmişti nihayet. İçimdeki korkular da yok olmuştu.

Gülümsüyordu ve içerde her ne olmuşsa, tavırları birdenbire değişmişti.

İçeriden getirdiği gazeteye sarılı nesneyi masanın üzerine bıraktı: “Şükürler olsun.” dedi ve devam etti: “Bugün bir şeyler olacağını seziyordum. Emareleri vardı ama ne çıkacağını bilemiyordum. Allah’ıma şükür ki bu bizlere nasip oldu. Daha doğrusu sana nasip oldu Eren Evladım.” dedi.

Eskici Amca öyle deyince ben iyice heyecanlanmış ve aynı zamanda meraklanmıştım, “acaba bana nasip olan şey neydi?”  diye içimden geçiriyordum ki, amca masanın üzerinde duran eski gazete kâğıtlarına bürünmüş şeyi yavaşça açtı. İçinden bir ucu hafif yanmış ve başında bir topuz olan çubuk çıktı.

İyice meraklandığımı gören eskici Amca anlatmaya başladı.

“Eren evladım, Rabbime binlerce şükürler olsun ki, bugün birlikte tarihi bir anı yaşıyoruz. Bu çok kıymetli bir hediye. Bu emanet sana gönderildiğine, verildiğine göre bir hikmeti olmalı” dedi ve sustu. Bu suskunluktan korkmuyordum aksine içime bir huzur dolmuştu.

Gece sokaktan el ayak çekilmiş, biz Eskici Amca’nın dükkânında sırlar âlemine dalmıştık.

“Eren Evladım bu gördüğün Hoca Ahmet Yesevi Hazretleri’nin Asa’sıdır.” deyince benim gözlerim fal taşı gibi açıldı. Şaşırmıştım ve kalbim küt küt atmaya başlamıştı. Ne diyeceğimi bilemiyordum Duyduklarım karşısında oldukça heyecanlanmıştım.

Anlatmasını sürdürdü güzel insan:

    


“Eren evladım, Rivayete göre, Piri Türkistan Hoca Ahmet Yesevi Hazretleri bir ASA’yı üçe böler ve dünyanın üç bölgesine fırlatır. Bu ASA’lardan biri de Anadolu’ya düşer. Allah, bugün onun bizim elimize geçmesini nasip etti. Çok şükür, çok şükür…” dedi ve huzurlu bir ses tonu ile sözlerine devam etti:

“Anadolu, Yesevi Hazretlerinin vurduğu maya ile tutmuştur. Mana âleminin 5. Halifesi olan Seyyid Hoca Ahmet Yesevi rivayete göre; küçük yaşlardayken birtakım tecellilere mazhar olmuş ve olağanüstü halleri ile dikkat çeken bir çocuk olmuştu. Yedi yaşında Arslan Baba’ya bağlanarak ondan batın ilmi öğrenmişti. Arslan Baba adlı bir zatın gerçekten yaşayıp yaşamadığı bilinmese de bazı rivayetlerde onun Resulullah’ın (s.a.v) ashabından biri olduğu, dört yüz veya yedi yüz yıl kadar yaşadığı söylenir. Menkıbelere göre, bir gün gazvelerin birinde aç kalan Sahabe, Hz. Muhammedin’in (sav) huzuruna gelip yiyecek bir şeyler ister. Hz. Muhammed’in (s.a.v) duası üzerine Cebrail (a.s)  cennetten bir tabak hurma getirir. Ashab, hurmaları aralarında paylaşırken bir hurma tanesi ise yere düşer.

Bunun üzerine Hz.Cebrail (A.S.) “Bu hurma ümmetinizden Ahmet adlı birisinin kısmetidir.” der.

Hz. Muhammed (s.a.v) “ bu hurmayı sahibine kim teslim edecek? ” diye sorunca Arslan Baba, o göreve talip olur. Hz.Resulûllah,  kendi eliyle hurmayı Arslan Baba’nın damağına yerleştirir ve hurmanın sahibini nerede bulacağını, onu nasıl yetiştireceğini anlatır. Arslan Baba bu işaretle Yesi’ye gelir ki, Türk menkıbelerinde Oğuz Han'ın başkenti olarak anlatılan bir şehirdir Yesi.  Tarif edilen Ahmet’i arar ve bulur. Arslan Baba henüz daha hurmadan bahsetmeden,  çocuk Ahmet ‘emaneti teslim etmesini’ söyler. Arslan Baba damağında sakladığı hurmayı çıkararak sahibine teslim eder. Arslan Baba’nın irşadı ile Ahmet kısa zamanda mertebeler aşar ve kemal derecelerine ulaşır.

Divan-ı Hikmet’te bu hadise şöyle anlatılır: 

 

‘Yedi yaşta Arslan Bab’a selam verdim

Hak Mustafa emanetini lütfedin, dedim

 Hem o vakit bin bir zikrini tamam ettim

 Nefsim ölüp lâ- mekâna yükseldim işte.’

Şimdi burada hurmayı; sembol olarak, kod olarak görmek lazım. Tabiri caizse Yesevi’nin hurması, daha sonraları çekirdek gibi Anadolu’ya atılıyor. Anadolu’da Yesevi Dervişleri İslam çekirdeğini dikip, Rum diyarında İslam’ı yayıyor, öğretiyor ve yaşıyorlar.

Anadolu’yu İslamlaştıran Yesevi Dervişleri’nin bazılarını sayacak olursak, hatırımda kaldığı kadarıyla şöyle:

Avşar Baba,  Geyikli Baba, Abdal Musa,  Horoz Dede, Emir Çinosman,  Gaj-Gaj Baba ve Şeyh Nusret,  Hacı Bektaş-ı Veli ve Rumeli’nin fethinin manevi öncüsü olan Sarı Saltık’ı sayabiliriz.  İsmi bilinen bu manevi dervişler yanında adları bilinmeyen binlerce Yesevi dervişi fethedilen Anadolu ve Rumeli topraklarında İslami hayatın yerleşerek yayılmasında büyük rol oynamışlardır.  Şimdi bazı sözde tarihçiler çıkmışlar, ‘Ahmet Yesevî'nin Anadolu'da büyük bir etkisi yoktur’ diyorlar. Hadi ordan… Hoca Ahmet Yesevi Hazretlerinin Anadolu’ya attığı bu tohumları nasıl görmezlikten geliyorlar.” dedi Eskici Amca. Bu sözlere kızdığı yüzünün renginin kızarmasından belli oluyor, sinirli bir şekilde başını sağa sola sallıyordu.

Koltuğundan kalktı ve dükkânın içinde bir ileri bir geri yürümeye başladı. Ben ise ‘otursam mı kalksam mı?’ diye tereddüt edip, kalkmak için hamle yapınca,  eliyle işaret etti, ‘otur’ manasında.

Kendisi de tekrar koltuğuna oturdu ve anlatmaya başladı bense anlatılanları yazmaya devam ettim:

“Anadolu, Yesevi tarafından mayalanmıştır, dedik. Rum diyarında İ'lây-ı Kelimetullah’ın sancaktarlığını yaptık. Yesevi’yi gerçek manada tanımayanlar elbette onun yaptıklarından ve velayet/tasarruf yetkisinden habersiz olanlardır.

Şimdi Anadolu’ya atılan bu Asa’larla ilgili birkaç menkıbeyi de dile getirelim,” dedi Eskici Amca ve kâğıda sarılı küçük ASA’yı eline aldı. Başındaki topuzu uzun uzun inceledi ve konuşmasına kaldığı yerden devam etti:

“Vilâyet-nâme’de yazdığına göre Yesevi erenlerinden biri yanmakta olan ateşten bir odun alıp Rum ülkesine doğru fırlatmış ve demiş ki:

‘Rum’daki erenler ve evliyalardan biri de bu odunu tutsun, Türkistan erenlerinin, Rum’a (Anadolu’ya) er gönderdikleri, erenlere mağlum olsun.’

Rivayete göre o fırlatılan odun ‘dut ağacı’ idi. İşte bu ‘dut ağacı’  Hacı Bektaş Tekkesi’nin önüne dikildi. O ağaç bu gün de orada durur ve tepe ucu yanıktır.’ denilmiştir.

Yesevi Dervişi Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin kabrinin orada bugün bir ‘dut ağacı’  vardır ve Hünkâr demiştir ki, ‘Bu dut meyve verdikçe Anadolu bizimdir.’ Şimdi o türbenin önünde bulunan dut’u bugün bir deli(!) kadın korur, bir yaprağını bile kimseye vermez, sizi yanına bile yaklaştırmaz. Ve devletimiz oradaki dut’un başına ‘bir hal gelir’ diye, o dut’tan fideler üreterek, Türkiye’nin çeşitli yerlere dikmiştir. Bunlar öyle gelişigüzel şeyler değildir, hurafe de değildir. Bunlar bizim için kod’lardır. Bizim kadim devletimizin kod’larıdır. Görünmez bir el tarafından devam ettirilen birtakım hususlar vardır ki, biz hissetmeyiz ama var’dırlar.

Neyse, şimdi tekrar dut ağacı ve meselesine gelirsek, türbedarlara sorsanız size şunu derler:

Bu ağaç, Horasan’dan Ahmet Yesevî ocağından fırlatılan ucu yanmış ağaçtır, Buraya düşmüş, burada yeşerip büyümüştür. Bu işareti bulan Hünkârımız da buraya yerleşmiş, tekkesini buraya kurmuştur.”

Eskici Amca masanın yanında bulunan cildi oldukça eskimiş siyah kaplı kitabı eline aldı. Gözlüklerini taktı ve okumaya başladı:

“Anadolu’ya doğru havaya fırlatılan odun motifi şu dört menâkıb-nâmede geçer: Hacı Bektaş-ı Veli Vilâyet-nâmesi, Hacım SultanVilâyet-nâmesi, Saltuk-nâme, Hoca Ahmed-i Fakih Menâkıbı.”

Amca, kitabı kapatıp yerine koydu ve anlatmasına devam etti:

“Şimdi burada bilinmeyen benzer bir menkıbeyi de biz anlatalım:  Ankara’mızda senin de sık sık gittiğin Münir Derman Hazretlerinin türbesinin alt tarafında bugün artık yaşlanmış, yok olmaya yüz tutmuş, içten yanmış üç ağaç görürsün. Menkıbeye göre, Ankara’nın manevi mimarı Hacı Bayram Veli bir gün talebeleri ile Memlik’e gidiyor.  Bir rivayet göre de Abalı Baba ile buluşuyor. Köydeki kadınlar da o sıra sac üzerinde ekmek pişirmektedirler. Hacı Bayram Veli yanmakta olan ocağın altından üç odun alıyor ve şimdi bulundukları yere dikiyor. ‘Görenler, görmeyenlere anlatsın.’ diyor. Yarı yanan yarı kuru odunlar yıllar geçiyor ağaç oluyor ama yarısı yanmış, yarısı yeşil şekilde mucizevî bir şekilde büyüyorlar. Bugün o ağaçlar hala orada dururlar evlat.

Yine aynı konu başka bir rivayette ise şöyle anlatılır: Horasan erenlerinden Abalı Babayla, Hacı Bayram-ı Veli buluşup sohbet ettikleri esnada, yanlarına gelenlerden biri şöyle der; ‘Ya Mübarek yerin hoş güzel, havadar fakat gölgeliğin yokmuş’ der. Abalı Baba hemen yerinden kalkıp ocaklarda yanmakta olan üç meşe palamut ağacını alır, ayrı ayrı yerlere diker ve ‘pürlen ya mübarek’ dediğinde o uçları yanmakta olan ağaçlar Allah'ın izniyle yemyeşil gölgelikli ağaç olur, mübarekler de gölgesinde yemeklerini yer.

Ağaçlar hala oradadır… Ama yukarıda da bahsettiğimiz gibi günümüzde yavaş yavaş kuruyorlar...

Bu anlattıklarım da fantastik hikâyeler değildir oğul.” dedi ve masasının çekmecesini açarak bir zarf çıkardı. Zarfın içinden çıkan resimleri bana gösterdi.

“İşte ağaçlar bunlar.” dedi. 

    

 

    

O sırada gördüğüm ağaçların siluetlerini unutmamak için hızla telefonumun hafızasına kaydediyordum. Kim bilir insanoğluna hikmetsiz hiçbir şeyin yaratılmadığını bu fotoğraflarla ben de anlatabilirdim.

Vakit hayli ilerlemişti. Eskici Amca kalktı, dükkânın içinde tekrar yürümeye başladı. Meraklı gözlerle onu izliyor her hareketini anlamak için uğraşıyordum. Derin bir nefes alarak tekrar koltuğuna oturdu. Hayret, amca bugün çay içmiyordu. Oysa çayı ne kadar da çok severdi. ‘Demek ki bugün onun da dükkânda olması planlı değilmiş,’ diye içimden geçirdim.

Gözlüklerini itinayla kabına yerleştirdi ve tekrar anlatmaya başladı. Bu sefer ses tonu hafif yükselmişti.

“Şimdi biz Türkler Anadolu’da bir ağaç gibi kök saldık. Hatırla Osman Gazi’nin gördüğü ve Yesevi Derviş’i Şeyh Edebali’nin tabir ettiği rüyayı. Bu Ağaç Anadolu’da kök saldı evlat. Bu ağacı kurutmak için içten ve dıştan yüzyıllardır uğraşıyorlar. Ağaç kurtları her zaman var oldu ama Allah’ın izni ile bir şey olmadı. Bu ağaç inşallah kıyamete kadar da var olacaktır. Baktık olmuyor, ağacımızı alır ötelere, uzaya gideriz,  devamiyetimiz sürer. Ne diyordu Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) ‘Elinizde bir ağaç fidanı varsa, kıyamet kopmaya başlasa bile eğer onu dikecek kadar zamanımız varsa mutlaka dikin.’ Buyurmuşlardır.

  Burada da ‘ağaç’ bir kod’dur.

Ağaç ile ilgili Korkut Atamız:

‘Ağaç ağaç dersem sana, arlanma ağaç!

 Mekke ile Medine’nin kapısı ağaç!

 Musa Kelimin asası ağaç;

 Büyük büyük suların köprüsü ağaç;

 Kara kara denizlerin gemisi ağaç;

Şah-ı merdan Ali’nin Düldülünün eyeri ağaç;

 Zülfekârın kını ile kabzası ağaç;

 Er olsun, avrat olsun, korkusu ağaç;

 Başını alıp bakacak olsam, başsız ağaç;

 Dibini alıp bakacak olsam, dipsiz ağaç;

 Beni sana asarlar, taşıma ağaç!

 Eğer taşıyacak olursan, gençliğim seni tutsun ağaç!

 Bizim ilde olmalıydın, ağaç!

 Kara hintli kullarıma buyuraydım,

 Seni bölük bölük doğraya idiler, ağaç!’

Böyle diyor Dede Korkutumuz.” dedi Eskici Amca ve bazı resimleri çekmem için bana uzattı. Aldım, onların da fotoğraflarını çektim.

“Ağaçtan bahsettik az evvel. Anadolu’ya dikilen Dut Ağacı’na özellikle vurgu yaptık. Niye dut ağacı? Şimdi bunun mitolojimizdeki yerine bakalım ve yine ilk defa açıklanacak bazı sırlardan bahsedelim inşallah:

Unutma evladım; meyve veren dut ağacı,  velileri, yani ‘batını’ temsil eder. Yabani olan, meyve vermeyen dut ağacı ise Türk Kağanlarını, yani ‘zahiri’ temsil eder.

İşin sırrı şurada ki, yabani dut ağaçlarının yaprakları aynı zamanda tarih boyunca Kağanların başına taç olmuştur. Yabani dut ağacının yaprağının şekline bakarsan, o şekli kağanların başında taç olarak görürsün. Kağanların başında neden üç dallı tacın sembol olarak yer aldığının sırrı işte bu yabani dutun yaprağında gizlidir.

        


       

 

 


         


Eren evladım, Türk mitolojisinde dut ağacı evin ruhu olarak adlandırılır; evin huzurunun, istikbalinin ve bereketinin de sembolü olarak bilinir. Şimdi anladın mı Hünkâr’ın (Bu dut meyve verdikçe Anadolu bizimdir.) sözünün anlamını. Yani dut ağacı ile istikbali niye ilişkilendirdiğini. Anadolu’da dut genellikle tut şeklinde söylenir ve bazı lügatlerde de ‘tut’ şeklinde yer alır. Evet Türkler, Yesevi’nin attığı tohumla ANALODOLU’yu  kendilerine yurt TUT’muşlardır.

Dut ağacı, Türk Mitolojisinde hükümdarın makamının yerini belirleyen bir ağaç olarak kabul edilir.

Evladım, yine Ankara’da yaşayan bir gelenek vardır ki bu da yine dut ağacı ile ilgilidir: “Dut Dede” şenlikleri. Hacı Bayram’ın akrabası olan 13.yüzyılda yaşamış bir evliyanın asasını yere vurduğu yerde dut ağacı bitirmesi ve bu ağacın meyvelerini bir koca ordunun yiye yiye bitiremediği rivayet edilir.”

Eskici Amca hızlı hızlı anlatıyordu. Ben ise:

“Yorulduysanız ara verelim efendim” dedim.

Belli belirsiz mırıldandı. Koltuğundan doğruldu, dip taraftaki elektriği açtı ve pikaplardan birinin kapağını kaldırdı. Yanda duran sehpanın üstündeki plaklardan birini aldı ve pikaba koydu. Pikabın kolunu usulca kaldırdı ve plağın üstüne koydu. Tabla dönmeye başlayınca etrafa bir türkü yayıldı.

Çok güçlü bir ses bulunduğumuz mekânı adeta inletiyordu. Ben ise meraklı gözlerle Eskici Amca’ya bakıyordum.

“Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Muzaffer Akgün bu evladım. Bu söylediği parçada ‘Kelkit’in Altı Bağlar, türküsü.’ Allah rahmet eylesin çok güzel sesi vardı.” dedi.

Tabla dönüyor etrafta Muzaffer Akgün’ün sesi yankılanmaya devam ediyordu:

‘Baba der baktı geçti

Bilmedim vakti geçti

 Dünya bir penceredir

 Her gelen baktı geçti…’

Eskici Amca tekrar koltuğuna oturmuş, başını geriye yaslamış, gözlerini kapatmış, huşu içinde plağı dinliyordu.

Ben ise ortamın büyüsünü bozmamak için sesimi çıkarmıyordum. Masanın önündeki koltukta öylece kalakalmış türküyü dinliyordum. Plak bitmiş ama tabla dönmeye devam ediyordu. Biraz sonra plağın kolu otomatik olarak kalktı ve kapatma pozisyonuna geldi.

Plağın bitmesi ile etraf yine sessizliğe gömülmüştü. Eskici Amca ise bir süre daha öyle kaldı, gözlerini açmadan:

“Hadi devam edelim, bu kadar mola yeter,” dedi.

Öyle söyleyince ben tekrar anlatılanları not tutmaya devam ettim.

Amca gözlerini açmış, tekrar anlatmaya başlamıştı:

“ Evladım,  Türklerin Piri, Yesevi Hazretlerinin o kadar gizli ve açık kerametleri olmuştur ki… Anadolu’ya olan işareti bir yana şu an medfun bulunduğu türbesine bile baksalar neler var neler. Hatırla evladım sizinkiler daha önce açıklamışlardı Yesevi’nin Türbesi’nin bir ‘GEMİ’ şeklinde yapıldığını. Niçin başka bir şekil değil de gemi? Bu ister bildiğimiz gemi, ister uzay gemisi olsun. Evelallah orada hepsinin kodları var.

          

            


Yesevi’nin bulunduğu topraklarda yani bugünkü Kazakistan'da bulunan Baykonur Uzay Üssü, bugün uzaya dünyadaki en kolay çıkılan yer olarak biliniyor. Türkiye’nin bazı uyduları da bugün o üsten fırlatılıyor.

Bundan asırlar önce Dede Korkut, Baykonur bölgesinin dünyanın merkezi olacağını söylemişti. Gerçekten de tarih O'nu haklı çıkardı. Evladım bu Baykonur ismini araştır bakalım, kim iniyormuş kim konuyormuş. Konanları da biliyoruz, konamayanları da. Artık Gök kapıları açılmıştır, hedefimiz, GÖK olmalıdır. Uzay dediğin daha küçük bir yer, uzayı da içine alan gökler var. Elin gâvuru çalışıyor, Mars’a gidiyor. Allah çalışana verir. Bizim atalarımızda bunların kodları var. Yeter ki özümüze dönelim. Abuk sabuk şeylerle uğraşmayalım. Metafizik olarak erenler oralardalar zaten ama fiziki olarak da oralarda olmamız lazım. Adam uydu yapmış Mars’a yollamış. Yıllar evvel bunları görünce üzülmüştüm. Eren Babalardan biri ile sohbet ederken, bunları anlatmış ve demiştim ki, ‘Eren baba, şu yolladıkları uyduya Türk Bayrağı asayım mı?’ Eren Baba ise: ‘ Dur evladım çıldırtma adamları. Oyunu kuralına göre oynamak lazım. Kural dışına çıkmayalım.’demişti.” Eskici Amca bunları söylerken yüzüne bir gülümseme yayıldı.

O anlatıyor ben yazıyordum, benim yazmam için de zaman zaman duruyor, yanlış not almamam konusunda uyarılarda bulunuyordu. Bugün buraya gelmem planlı olmadığı için ses kayıt cihazımı getirmemiştim. Bunun için Amca rahat yazabilmem için sık sık duruyor, tane tane anlatıyordu.

Gece vakit hayli ilerlemişti. Benim dikkatim dağılmış gereksiz şeyler düşünmeye başlamıştım: “Acaba Amca burada mı yatıyordu, evi, ailesi var mıydı?” bunları düşünürken kendisini ne kadar da az tanıdığımı fark ettim. Tıpkı Osman Baba gibi özel hayatları hakkında bilgi sahibi değildim. Gerekli görseler anlatırlardı.”

Benim için önemli olan onlardan öğrendiklerimdi.

Ben bunları düşünürken Eskici Amca tekrar anlatmaya başladı:

Bak şimdi Ankara’dayız, Yesevi ekolünün takipçisi Melamilerin piri, kulbunda bulunduğumuz Hacı Bayram Veli Hazretleri. Evladım Hacı Bayram boşuna Ankara’nın merkezine, Ankara’ya dergâhını kurmadı.

Hacı Bayram-ı Veli’nin tekkesinde sürekli kaynayan bir kazan varmış ki, bu adet Hoca Ahmet Yesevi Hazretlerine dayanır.

Hacı Bayram-ı Veli Anadolu’da dil ve kültür birliğinin sağlanması için Türkçe eserler yazılmasında öncü olmuş, kendisi de halkın anlayacağı dilden, Ahmet Yesevi geleneğine uygun olarak şiirler yazmıştır.

‘Hacı Bayram Veli, Ankara’yı seçmiştir’ dedik. Hacı Bayram Veli’nin burada doğması ile ilgisi yok bunun. İstese Padişah’ın davetini kabul edip, Ankara’dan gidebilirdi ama gitmedi. Tercihini Ankara’dan yana kullandı.

Dergâhını da eski dini yapılar üzerine kurdu. Bu yüzden Frigler,Galatlar üzerinde önemle durmak lazım. O bahis ayrı başka bir gün konuşuruz inşallah…

‘Anadolu’ya atılan mayanın sırrı Yesevi Sultan’da gizlidir.’ dedik.  Allahu alem bu sır Hacı Bayram Veli’de açığa çıktı. Devlet bugün Ankara'dan yönetiliyor. 

Şimdi, neden Ankara?

Ankara tarih boyunca başka devletlere de başkentlik yapmış ve en eski başkentlerden biridir. Şimdi ise bizim başkentimiz. Enteresandır Ankyra,Ancyra kelimesi de ‘Gemi Çapası’ anlamına gelmektedir.Yukarıda Yesevi Türbesi’ndeki gemiden bahsettik.

Yine söylencelerde şöyle bir bilgi vardır: Hz. Nuh’un gemisinin çapası büyük tufanda Ankara’ya düşer ve bulunan bu çapanın yerine şehir kurulur.

            

(Ankara için basılan Roma dönemi parasındaki gemi çapası.)


Yine konuyla bağlantılı mı bilemiyorum ama Gazi Paşa kurtuluş Savaşı yıllarında kod adı olarak acaba neden  ‘Nuh’ ismini kullanmıştır?

Nuh’un gemisindeki emanet tabutun da Ankara’da olduğu rivayet edilir. Gazi Paşa İstanbul’da vefat etmesine rağmen,  acaba neden Ankara’ya getirildi? Neden şimdi bulunduğu yere defnedildi. Acaba ANITKABİR’in seçilmesinde tabutu sekine’nin etkisi olmuş mudur?

Gazi Paşa, tabutu sekine’yi görmüş müdür? ANITKABİR neden bir Frig tümülüsünün üzerine yapılmıştır?

Yaz evladım, cahil cühela Atatürk düşmanları bilsinler ki, Türk âdetine göre Türk kağanları gömülürlerken, hazineleri ile birlikte gömülürdü. Gazi Paşa ise hazinleri ile gömülmedi,  hazinenin üzerine gömüldü…

An ve Kara…  Hem anılacak hem yerleşilecek toprak.

 Evladım, Gazi Paşa boşuna başkent olarak Ankara’yı seçmedi… Hacı Bayram Veli boşuna burada durmadı.  Devlet’i yönetmeye talip olanlar, önce Türk’ün kadim bilgilerini bilmek mecburiyetindedirler. Daha Topkapı Sarayı’ndaki odaya girmemişsen, nasıl kadim bir imparatorluk bakiyesine sahip çıkacaksın? Ha orada öyle kapısı olan bir odayı boşuna aramayın. Öyle bir oda var ama yok, yok ama var. Kapısı olmayan odaya seni sokacak ehilleri bulacaksın. ” dedi Eskici Amca.

Ben öğrendiğim bu tarihi bilgiler karşısında ne diyeceğimi bilemez haldeydim.

Eskici Amca:

“Şimdi ABD güya müttefikimiz(!) ya, soralım o zaman:

1999 depreminde ABD gemileri Türkiye’den ne almaya gelmişti? Elleri nasıl boş döndü? Belki bir gün de bunları konuşuruz...

 Unutma, Dünya ne ilk ne de son memleketimiz…

Anadolu’yu mayaladığımız gibi Uzay’ı da mayalarız Allah’ın izniyle…

Gerekirse ağacımızı da uzaya götürürüz…

Hani yukarıdaki türkü de diyordu ya:

'Dünya bir penceredir,

Her gelen baktı geçti.'

Bakarsın biz de bir gün bir pencereden Dünya'ya bakarız... 

Emir Yıldızdan                

buulkem@gmail.com  

Twiter:@emiryildizdan

 Birinci Bölüm: http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=3204

 İkinci Bölüm: http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=3981

 







             



Bu haber 64,169 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    ON ALTI YILDIZ'da Ara Internet'te Ara  

    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    9,504 µs