En Sıcak Konular

Seyr Devam Etti

5 Aralık 2020 09:30 tsi
Seyr Devam Etti Şevki Baş Yazdı....

Seyr… devam etti �" 2. Bölüm 

Destur Oktan Başbuğum, nefesim ve sözüm, Başbuğumun nefesi ve sözü olsun. Huuu… 

Kızıl elma devam etmeliydi, ve devam etmesi için, ne kapıyı açıp çıkabilirdim, nede gözümü açıp o ihtişama kendimi kaptırabilirdim.. Seyrim devam etmeliydi. Kızıl Elma`da bu değimliydi zaten? Hiç bitmeyen bir uğraş, bir çaba, bir yolculuk, bir hasret, bir arayış… 

Yukarı çıkış ilk 23 Kromozomu temsil ediyordu, aşağıya iniş ise diğer 23 Kromozomu, ve yeni canlar oluşması için bunun yaşanması gerekiyordu. Halka seklindeki olan + 1 Kromozomu‘ nu takmıştım yerine ve hazırdım dönmeye. Böylelikle bir önceki Mustafa Kemal makamına tekrar uğrayacaktım ve destur alıp yoluma devam edecektim. Durağa, Oğuz Kağan selamıyla ulaştım. Sembollerin gösterilmesi devam ediyordu, ama yukarı çıkarken ki yoğunluk yoktu sanki veya ben o kadar alışmıştım ki bu sembollere artık normalleşmişti. Gösterilen sembolleri ve cisimleri kaydetme veya not alma gibi bir kaygım yoktu. Çünkü doldurdukça genişleyen bir kâse vardı başımda, hepsini kaydediyordu ve biliyordum ki, lazım olduğu vakit, kaydedilen yerden alınıp işleme konulacaktı. Bundan hiç şüphem yoktu.

Duraklardaki figürler ve dimağıma işlenen bilgilerden çok fazla bahis etmeyeceğim geri dönüşteki yoluculukta. Daha çok diğer hadiselere yer vermek istiyorum.

Dönüşteki durakların birinde yine mırıldanmalar başlamıştı etrafımda, daha çok dikkat çekmeye başlamıştım belli ki. Hareketlerim kimilerini rahatsız etmeye başlamıştı, acaba kulak hırsızlığı yapan ajanlarda mi benimle ayni vagondaydı? Ne tür bilgileri çalmak istiyorlardı… Frekansları yakalamak ve kopyalamak istiyorlardı belki de. Ne çalsalar kârdı onlar için. Belki de bunun için, hiç konuşmuyordum, konuşamıyordum. Sadece son duraktaki görevliyle bir kaç kelam etmiştim.

Maskeyi indirmiştim yine. O durak yine bunu gerektiriyordu. Maskemi ilk durakta yırtıp atmıştım, o yüzden tam takılmıyordu. Sonra biri geldi ve elime beyaz bir maske verdi. Hiç bir şey konuşmadık. Sadece elimi göğsüme götürdüm ve selamladım. Bunlar alıkoymamalıydı beni, duraktaki bilgilerden. Belli ki tepegöz ve adamları buralarda da yoldaş olmaya devam ediyordu. “Beyefendi maskenizi takın diyenler” vardı yine… Herkes görevini yapıyordu! Onlarda, bende.

Sonra yanıma yabancı bir çift oturdu, sanki bilerek oturmuşlar ve konuşacakları bitince kalkacaklardı. İngilizce konuşuyorlardı. Vardı bununda bir nedeni. Belki de bu yabancı dil ve konuşmaları, bana ileride lazım olacaktı, diye düşündüm ve bir kaç durak sonra indiler.

Durakların hepsini bir bir ziyaret ediyordum ve gerekli bilgiler işlenmeye devam ediyordu. Beni kayda almaya çalışılanlarının sayısının da arttığını hissediyordum ve buna dayalı haraketliliğim de ona göre fazlalaşıyordu. Frekanslarını kırıyordum kendimce, daha doğrusu Münir’ce Derman oluyordu bana hocam. Anonslar devam ediyor ve bende yolculuğuma devam ediyordum. Birden çok berrak bir sesle bir konuşma duyuldu. Bir kadındı konuşan ve konuştuklarına göre, yanında bir kız çocuğu vardı. Yardım istiyordu ve karşılığında bir şeyler verecekti. Sanki sırf benim için binmişti vagona, sırf benim için geziyordu vagonlarda. “Lütfen yârdim edin, kızım ilkokula gidiyor ve ona bir korse lazım” diyordu ve karşılığında bir Kalem verecekti. Korse = Halkaydı benim için. En az o kadının sözleri kadar, sesinin berraklığı kalmıştı aklımda. Anne-kız devam ettiler yollarına. Sanki o, yolculardan değil de, yolcular ondan bir şey alıyordu. Bilselerdi bu fırsatı, alacaklardı çok şey ama kimse anlamıyordu kadını ve böylelikle tepiyorlardı fırsatı. Görmeyecekti sağ elin verdiğini sol el. Ama buna gerek bile duyulmadı, Çünkü kimse vermedi bir şey! Kimse görmedi o kadını ve kızını. Veren verdi, alan aldı, gören gördü … Huuu!

Sonra ilkyazımdaki tefekkür konularımdan biri geldi aklıma… “TÜRK EYERİ” Bazı bilgiler islenmişti beynime ve bu da inşallah vakti gelince ortaya çıkmak için sırasını bekliyordu. Selam olsun Erenlere, selam olsun sabredenlere, selam olsun Başbuğuma.

Sonra birden hüzün doldu içim. Uzaklaştıkça hüzün artıyordu. Dengedeydi her şey, her şeyi dosdoğru denge içinde yaratmıştı yaratan. Yaratılışta uygunsuzluk aramak serbesti, Mülk suresi gereği.

“O, yedi göğü, birbiri üzerine yarattı. Rahman’ın yaratmasında bir aykırılık, uygunsuzluk görmezsin. Gözünü döndür de bak, bir bozukluk görüyor musun?” (Elmalılı) Mülk 3

Bir başka ayet:

"Birbirinize düşman olarak-yeryüzüne-ininiz, sizin için yerde bir zamana kadar bir ikametgâh, bir faydalanma vardır." Araf 24

Ayni hissi bende yaşıyordum, çünkü bende aşağıya iniyordum. Günahkâr mı olmuştum, yoksa bir hatamı işlemiştim de iniyordum. Tövbeye başladım… yalvardım  “Ya Rab… affet beni… ne olur affet beni” diyerek ilerliyorduk, estağfurullah çekerek iniyordum aşağıya doğru. Ahh çektim ve dedim ki: “Başbuğum ben bir şey yapmadım, lütfen affet beni… ben bir şey yapmadım.”

Kendimce bu durumdan kurtulmaya çalışıyordum ama nafile. Hiç bir şey değişmiyordu ve zamanda geçmiyordu. Nihayet kendimi salmaya karar verdim. Zaten benim elimde olan bir şey yoktu. Bir derin nefes aldım ve “Erit beni Başbuğum, ne olur erit beni”  diye seslendim.

Pendik durağındaydık o anlar. Bu durağın ayrı bir heyecanı oluyordu bende. O an bir ses geldi kulağıma ve hoşnut etti beni. Başbuğum bana  “geri gel” diye seslendi ve sonunda içim  rahatlamıştı. Derin bir nefes aldım. Yukarı çıkarken nasıl son durağa doğru heyecanlanmışsam, aşağı inerken de demirci ocağına doğru bir o kadar heyecanlandım. HAY yukardaki son Durak, HU aşağıdaki son duraktı.

 

HAY’dan HU`ya idi yolculuk.

Yuusuf misali, Yuunus misali…

 

Birden Hoca Ahmet Yesevi geldi aklıma… Muhakkak onda da bir çok SIR vardı TÜRKÜN öğreneceği. TÜRKÜN Piriydi o. Bir şey yapmam gerekiyordu. Biliyordum, bir şey yapmam lazımdı, bir şey söylemem gerekliydi yine.

Hoca Ahmet Yesevi �" HAY’dı Yesevi Hazretleri … Hay‘dı, onun makamı. O durakları “Hay” zikri ile geçmiştik ve yolun sonuna yaklaşıyorduk.

İnerken makamlar perdeliydi, buğuluydu. Tam gözükmüyordu arkası. Muhakkak vardı bununda bir hikmeti ve muhakkak oda açılacaktı günü ve vakti geldiğinde. Hiç şüphem yoktu bundan. Bir uğraş gerekti TÜRK’E sonuçta. 

Son durağa gelmiştik, yaklaşık 4 saat sürmüştü metro yolculuğum ve bindiğim yerde inerken açmıştım gözlerimi. Kimsenin yüzünü görmemiştim bu yolculukta. Sayamayacağım kadar bilgiler, kodlar ve sırlar verilmişti ve işlenmişti beynime! Kod halindeydi bunlar. Sanki bir İNSAN yerine DNA’sı gösteriliyor ve kaydediliyordu. İçim rahattı. Bu gösterilen bilgileri veya kodları keşke yazsaydım hissi yoktu içimde. Hepsi ben istemesem de kaydedilmişti zaten. Yeri ve zamanı gelince açılacaktı hepsi. Hissiyatım o yöndeydi.

Trenden inmiş ve bir taksiyle yola koyulmuştum. Giderken değil ama geri dönerken izin almıştım. Taksici bir şeyler anlatıyordu bana ama ben onun yanında olmama rağmen, çok uzaklardaydım. Ancak her ikinci sorusuna cevap veriyordum. Sonunda o da bırakmıştı konuşmayı ve gelmiştik demirci ocağına. Başkanım beni yine kapıda karşıladı. “Ne oldu işlerini hallettin mi?” diye sordu? “Hayır Başkanım gidemedim” demekle yetindim ve içeri girdim.

Başbuğum ortada oturuyordu. “Ne yaptın?” dedi, hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi? “Ne yapayım Başbuğum, gittim geldim, daha doğrusu gidemeden geldim” dedim. “İzinsiz gidersen, işte böyle geri getirtirler” dedi ve oturmamı istedi.

İçim içime sığmıyor, fırtınalar esiyordu, dışıma vursaydım her şeyi paramparça edecekti sanki, çünkü içim paramparçaydı. Bekliyordum ki, Başbuğum bana baksın ve bir şeyler desin, gülümsesin, kızsın…  yaklaşık bir saat sonra: “anlat bakalım ne yaptın” dedi Başbuğum. “Hepsini mi?” diye sordum. “Evet” yüz ifadesiyle, izin verdi. 

Sonra başladım anlatmaya… Yazının 1. bölümünü biliyorsunuz. https://www.onaltiyildiz.com/?haber,8217/seyri-suluk

 Orada bulunan koldaşlarıma yazının (yaşananların) neredeyse tamamını anlattım ve olanları adeta tekrar yaşadık. Anlatması kaç saat sürdü bilmiyorum ama yüz ifadelerini hiç unutamam koldaşlarımın, canlarımın. Anlatırken, Başbuğum arada bir beni sakinleştiriyordu ve sırtımı sıvazlıyordu. Gözler dolmuş herkes dinliyordu ve artık gözyaşları tutulamıyordu ve akmaya başlamıştı. Tutamamıştım kendimi. Başkanım Dursun Bey, “Şevkican, ilk duyduğumda üzülmüştüm gideceğin yere gidemediğin için, şimdi bir kez daha üzüldüm, ama bu sefer bu yolculuğa hiç böyle çıkamadığım için” dedi. Ocağı, bambaşka bir manevi hava sarmıştı. Kimi içine, kimi dışına doğru ağlıyordu. Sonuçta benimle beraber çıkmışlardı onlarda yolculuğa. Beraber sevindik beraber ağladık… Var olsunlar!

Dursun Başkanım, Mahmut Abi, Muhsin Abi, Aşık Avşari, Semra Hocam, Fatma Hocam, Savaş, Serdar, İzzet Koldaşlarım ve Başbuğum. Hepimiz ocaktaydık. Hepimiz hüzünlendik. Manevi hava hepimizi kapsamıştı. Başbuğum bir yerde, “tamam hep bizimlesin, üzülme” diyerek müjdeyi verdi ve “sana özel bir türkü açayım” diyerek kalktı ve Musa Eroğlu’nun bir parçasını açtı: (dinleyerek devam edebilirsiniz)

https://www.youtube.com/watch?v=quN10bpJpJY

Hak'tır Sevdiğimiz Bizim,

Hak'tır Övdüğümüz Bizim
Boyun Eğdiğimiz Bizim,
Hak'tan Özge Yar Bilmeyiz …
 

Anlatmaya devam ettikçe kendimi kaptırıyordum ve tekrar o anları başka bir açıdan yaşıyordum. Sanki koldaşlarıma değil, kendime anlatıyordum.

Yanmıştı gönlüm, akmıştı yaşım, eğilmişti başım. Başbuğum görünce halimi, değiştirdi adımı. “Yanmış kor olmuşsun sen dedi ve bundan sonra senin adın, Oktuğkurt mahiyetinde Korcan olsun” dedi. Bundan böyle, Oktuğkurt Korcan’dı benim adım. 

Başbuğumun komutuyla devran zikir halkası kurduk. Hak için kurduk Halkayı,
çektik Hay �" Hu. Halka benim günümün ana maddesiydi. Yine çıkmıştı karşıma.
Hay desin kalpten erenler, Hu desin kalperenler. Geçmiştik kendimizden.

 Hay �" Hu, Hay �" Hu, Hay �" Hu … 

Âlemde her şey hareket halinde, bir devirde ve bir dönüşümde. Bu dönüşün ritmine hızına ve taşıdığı manaya ulaşmak adına yapılan bir devrandı bizimkisi. Kâbe’de etrafında dönen hacılar misali, galakside dönen gezegenler misali, atom çekirdeğinin etrafında dönen elektronlar misali… dönüyorduk  biz de O‘nun için.

Hay ‘la nefes alıp, Hu ile veriyorduk ve huşu buluyorduk. Muhsin Abi’nin gönlü dolup taşmıştı artık… akmaya başlamıştı. Böyleydi kalperenlerin zikri, böyleydi Hoca Ahmet Yesevi‘nin zikri.

Sonra kazdık mezarımızı ve defneyledik kendimizi… “Yılan kertenkele engerek, çekip gitmen gerek” diyordu Başbuğumuz ve gitti uzaklaştılar bizden, duramadılar yanımızda. Kabir bir son değil, korkuda değil, ölüm bir son değil ve kabir son durak değil. Korkulacak endişe edilecek ve dünyada yaşanılacak korku ve endişede değil. Bir kavuşma buluşma durağıdır kabir. Düğün günüdür. Mevlana’nın dediği gibi, Şeb-i Arus’dur. Yanlışların bırakılıp �" hakikate ulaşımını anlıyordum ben bu duraktan.

Ve konulduk kabrimize… Koyan kendimizdik. Ali (kv) misali. Her koldaş farklı haller yaşadı burada, kimisi Allah’ı (cc), kimisi Hz. Muhammedi (sav), kimisi Kulbak Ata’yı, kimisi Başbuğumu gördü, hissetti.. Koldaşlarım isterlerse, Başbuğumdan destur alıp, yorumlara o anı nasıl yaşadıklarını yazabilirler. 

Hem mezarımızı kazmış, hem defnetmiş hem de ağıtımızı yakmıştık. Kimi ağlıyordu, kimi zikir çekiyordu, kimi ise gördüklerine kaptırmıştı kendini, kimi ise yok olmuştu. Başbuğumun nefesi vuruyordu yüzümüze ve bir serinlik veriyordu gönlümüze… Huuu!

Yok olmuştum ve diğer koldaşlarım yanımdaydı, kendimin ve onların farkındaydım ama aynı anda hiç bir şey yoktu. Korku yoktu, kaygı yoktu, çünkü hiçbirisi yoktu. Sadece “O” vardı. Huuu!

Sonra kalktık durduk erenlerin namazına. Tasavvufta anlatılan, mevta olup kendini düşünme gibi bilinen bir durum. Ama aslında eksik bir tanımdı bu. Horasan erenlerinin varlık âleminde, içerisinde, varlığın tek yaratıcısı, Hu ile hemhal oluşunu, fena oluşunu ve tekrar varlık alemine dönüşünü ve sürekli bunun dünya meşgalesinde farkındalığının hatırlanması ve yaşanmasını tanımlıyordu. Böylece de hep onunla ve hemhal, BİR olunmasını tanımlıyordu. Ölümün yok oluş veya bitiş olmadığını, hayatın sonsuzluğunun farkına varılışını, sonun başta, başında sonda, oluşunun idraki idi. Ve her şeyin anda gizli olduğunun, tinsel ve bedensel farkındalığı idi bizimkisi. Hz. Ali (kv) misali.  … Huuu 

Ölmeden önce ölmekti (olmak) ve kendi cenaze namazını kılmaktı, erenlerin namazı.

Selam olsun ölmeden önce ölenlere…

Selam olsun gönlü yananlara …

Selam olsun canım Başbuğuma…

Huuu!

Oktuğkurt Korcan  - Şevki Baş



Bu haber 3,118 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    ON ALTI YILDIZ'da Ara Internet'te Ara  

    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    7,525 µs