En Sıcak Konular

Seyri Sülük

27 Kasım 2020 09:00 tsi
Seyri Sülük Oktuğkurt Yazdı.

 

Günlerden 23 Kasım 2020…

 

 

 

Destur Oktan Başbuğum, nefesim ve sözüm, Başbuğumun nefesi ve sözü olsun. Huuu…

 

Aşağıda okuyacağınız yaşanmışlıklar, bir meczubun rüyası misali, benim o anki ruh halimi sizlere aktarmak istedim. İster ask sarhoşu deyin, ister deli, ister meczup…

 

Ey hasretini çektiğim güzel, ister sev ister sevme ben böyleyim işte…

 

 

 

Dünya gurbetinde, hasretlikle (vatan hasreti, dost hasreti ve en önemlisi de pir hasreti) yasayan inşallah öyleyizdir, Kalperen kardeşlerinizden, fakir Şevki Baş.

 

Genelde hasretin dünyalık kısmini yaz tatillerinde yurda gelerek gideriyoruz, ancak bu yıl pandemi dolayısıyla böyle bir imkan olmadı. Eğitim sürecimi ’de göz önüme aldığımda bir sene daha gelemeyeceğim üzüntüsüyle, hasret ateşiyle, özlemle kavuşmayı bekliyordum. Başbuğumun himmetiyle, hiç hesapta olmayan bir gelişmeyle kısa sürede olsa, hasretimi dindirecek program oldu. Eğitim yaptığım kurumun, bir araştırma makalesi için, Türk bir akademisyene ihtiyaç duyulur. Tıbbi raportörlük çalışmamdan dolayı, birkaç arkadaştan biri olarak bendenizi tercih etmişler. Başbuğuma, kalperenlere, vatanıma kısa sürede olsa kavuşacak ve hasretimi giderecektim. Bu duyguyla vatana geleceğim tarihin heyecanıyla, bir kaç gün uykusuz kaldım. Gün gelmiş uçağa binmiştim. Kendi kendime düşünüyordum: Tengri hiç ummadığım bir yerden bir kapı açmıştı. Tengri biz menen diye mırıldandım. Birden bire yine heyecanlandım. Başbuğuma soracağım o kadar soru var diki, ama ilginçtir bu soruları düşünürken hepsini unuttum. Allah Allah birçok sorum vardı. Videoları ve çalıştayları izlemiştim, not almıştım hepsini. Aah evet, defterimde vardı bunlar. Hay Allah, hepsi de bagajımda kalmıştı. Otele yerleşir yerleşmez ilk yapacağım şey, valizimden not defterimi çıkarmak olacaktı. Uçağın kalkış saati geciktikçe, heyecanım daha da artıyordu. Heyecanımı yenmek için, neler yapacağımın planlamasını düşündüm. Bir tefekküre daldım. İnşallah onuda ilerde paylaşırım. Uzatmayayım, yazıma esas tefekkürüme geçip, hislerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

 

Araştırmama konu olan, yetkililer, kurumlar ve randevular belli olduktan sonra Bekir Tuğbeyimi aradım. Ocağa geçmek için görüşme yaptım, ancak Oktan Başbuğumun ocakta olmadığını, Başkanımız Yener Dursun Beyin ocakta olduğunu öğrendim. Kendisini geç vakitte rahatsız etmemek için bir sonraki güne randevulaştık. Tahmin edeceğiniz gibi gece yine sorularla, tefekkürlerle heyecan ve hasretle uyanık bir vaziyetle sabahladım. Öğleye kadar görüşmelerimi bitirip, ocağa geçtim. Taksiden indim, Ocağın önündeyim, uçak yolculuğum, hislerim, düşüncelerim, heyecanım o kadar yüksekteki, anlatamazdım, kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Ben kapıya doğru yöneldiğimde, başkanımın haberi varmışçasına kapıyı açtı, "Şevkican hoş geldin, gel içeri hemen" dedi. Yine başkanım var zannediyordum yalnızca. Kapıdan içeri girdiğimde diğeri Koldaşlarımıda gördüm. Sırayla hepsiyle kucaklaştım. Orkun komutanım, Dr. Özlem Hocam, Dr. Hamdi Cenk Hocam, Fatma Hocam, İzzet Koldaşım, Kemal Koldaşım. Hepsiyle selamlaşıp kucaklaştık. Azda olsa heyecanım yatışmıştı ama Başbuğumun olmayışı yine beni hüzünlendirmişti. Beklerken, Yasin Murat ve Melih Koldaşım geldi. Bu bekleyiş sabaha karşı iki buçuğa kadar sürdü. Başkanım beni uyardı. Yoldan geldin, dinlen gönül kıymetlimiz gelince, biz seni kaldırırız dedi ve dinlenmeye çekildim. Yarım kalan görüşmemi tamamlamak için Yasin Murat koldaşımızın Marmaray’a beni bırakmasıyla işlerimi halletmeye başladım. Tâ ki öğle ezani okunduğunda, başkanımın telefonuyla nihayet müjdeli haberi aldım. Şevkican gelebilirsin, Sultanimiz burada dedi ve benim her yerimi heyecan kapladı. Nasıl durabilirdim yerimde ve en kısa zamanda nasıl ulaşa bilirimin hesaplarını yaptım. Kaybedecek vaktim yoktu. Hemen bir taksiye atladım ve yola koyuldum. Ocağın önüne gelince, ilk günkü karşılama gibi Başkanım, adeta Taksinin duracağı yeri gösterircesine benden habersiz karşı kaldırımda, ineceğim noktada beni bekliyordu. Beni görünce, acele et, hadi geç içeri dedi. Elim ayağım birbirine dolaşmış şekilde kapıdan içeri girdim ve Başbuğumu gördüm. Canim Başbuğum. Büyük bir tevazu ile kollarını açtı, gel bir kucaklayayım seni dedi. Ben içime çekmek istiyordum ama o beni çekiyordu. O andaki heyecanım başka bir heyecandı. Kavuşma sevinç, hüzün, hepsi bir aradaydı. Tarif edilmez bir duygu.

 

Başbuğumun, “Maşallah Doktorlarımız çoğaldı” sözüyle kendime geldim. Hamdi Cenk Hocam ve Özlem Hoca’mla, göz göze gelerek, Ne mutlu bana diye düşündüm ve koldaşlarımla unuttuğum hasbihal etmeyi hatırlayarak, onlarla da hasret giderdim. Başbuğum yine kendime gelmemi sağladı. Defterimi hatırladım, sorularımı hatırladım, tefekkürlerimi hatırladım. Hiç vakit kaybetmek istemiyordum. Ama yine düşündüm, acaba Başbuğumu yorar mıyım, rahatsızlık verir miyim diye duraksadım. Başbuğumun, kendine bir nargile hazırla teklifiyle, kendime geldim. Nargilemi fokurdatmaya başladım ki, bir muhabbet açılmıştı.

 

Bütün heyecanım sanki beni çocuklaştırmıştı. Uzun süredir oturuyordum gibi hissetim ve bu çocuklukla hemen muhabbetin içerisine bir soruyla katıldım. Aslında başka bir sorum, ve başka bir yerden başlayacaktım. Sıramı bekliyordum ama adeta itilircesine muhabbetin içine daldım ve sorumu sordum.

 

Başbuğumun, bulunduğum eski sohbetlerinden birinde, Ashap’tan biri “Devem kaybolsa,  Kur ’ani acar, yerini bulurum” demesini, Başbuğum bir misal olarak vermişti.

 

Başbuğuma sordum: Burada anlamamız gereken, aklınızı kullanmaz mısınız ayeti gereğimi davranıp, arayıp, araştırıp, sorumuzun cevabini bulmak, diye?

 

Başbuğumda, “evet deyip ekledi… bir bilene soracaksın ayetide var dedi.”

Peki oda bilmezse, ne yapmam lazım diye soruma devam ettim.

 

Neyi bilmek istiyorsun mesela diye sordu.

 

Bende, mesleğim gereği, TIP alanından bir soru yöneltim kendisine. Mesela bir hastalığın Kromozom bozukluğundan kaynaklandığını düşünüyorum ve bunun hangi kromozomda nasıl bir bozukluk olduğunu bulmak istiyorum dedim ve araştırdım, ama bir sonuca ulaşamadım, sonra bir Genetikçiye gidip danıştım, o da sonuca ulaşamadı. O zaman ne yapmam lazım diye sordum?

 

O da: "getir Kur’an’ı o zaman.. ve aç bir sayfayı dedi”

Aç ve ilk gözüne çarpanı oku dedi…

 

Okudum:

 

Bismillahirahmanirrahim

 

Minallâhi zîl meâric(meârici). Ta´rucul melâiketu ver rûhu ileyhi fî yevmin kâne mikdaruhu hamsîne elfe seneh(senetin). Mearic 3-4

 

Meali:

O, derece ve makamların sahibi Allah´tandır.   Melekler ve Ruh miktarı elli bin yıl süren bir gün içinde ona çıkar. (Elmalılı) 

 

Başbuğum söze şöyle devam etti : …”şimdi diğer ayetler gibi bu da çok önemli bir ayet. Ateistler sanki Allah 50 bin yıl uzaklıkta bir mesafedeymiş gibi düşünür ve bu soruyu sorarlar buda kafa karışıklığına yol acar. Çünkü kimse bu ayetin, bu güne kadar doğrusunu açıklamamıştır.

 

Şöyle bir mealde bulundu kendisi. “öyle bir gün vardır ki, içinde 50 bin yılı barındırır“, diyerek yorumladı. Gün içerisinde 50 bin yıllık bir zaman gizlidir. Ayette Yevm kelimesi ile bu zaman dilimi kodlanmıştır. Burada mesafeye atıf yoktur, diyerek yine bir SIRRI açıklamıştı.

 

 

Akabinde bana kaç Kromozom var diye sordu: 46 dedim. 23 Anne’den ve 23 Baba’dan.

 

23+1 olabilir mi dedi? Evet olabilir dedim. Dr. Özlem hocam tasdikledi.

 

Bir günde kaç saat var dedi? " 24 saat dedim. Yevm (gün) 24 saate işaretti.

50 bin yıl nedir dedi? " Cevabini bilmiyordum " Özlem Hocam devreye girdi: 50 bin kromozomda, ona çıkılır manası içerebilir dedi. Başbuğum tasdikledi.

 

Başbuğum: yine anlamadın değil mi dedi? Yöntemi anlamıştım anlamasına ama 50 bin yıl meselesini tam kavrayamamıştım. Bunun devamı da var dedi: 1 gün = 24 Saat = 1440 dakika

  Devam edersen 144. ayete bakarsın dedi.

 

Bu ayeti okuyunca, insan ister istemez 50 yıl diye algılayabiliyor. Dikkat edin, 1 gün içinde  50 yıldan bahsedilmiyor, 50 bin yıl barındırıyor diyor. Yine bu derin manayı tefekkür et dedi bana. Başka bir muhabbet konusuna geçmiştik, fakat ben hala, yöntemi anlamıştım ama ayetin devamını yorumlamakta zorluk çekiyordum. Nasıl bir yöntem seyri olacağını anlayamıyordum. Buna göre bir Kromozom bir makam mıydı, bu makamsal seyir, isleyiş nasıl oluyordu, nasıl bir tıbbi yöntem uygulanacaktı, bunları düşünüyordum. Bir yandan da muhabbetten kopmak istemiyordum ve Başbuğumu yormamak adına, sükût ettim.

Gece Başbuğum, saat 3:00’te kendisine gelen bir telefonla odasına çekilmişti. Fırsattan istifade etmeliyim diye düşündüm, Muhammed Taşdemir koldaşımla ayetleri okuyup, tefekkür etmeye başladım. Başkanımda arada bir bize katılıyor, bizi yönlendiriyordu. Bu sabaha kadar böyle devam etti.

Sabah Muhammed koldaşımla yapılan tefekkürümüzü kendisine arz ettik ve “doğru tefekkür etmişiniz, böyle devam edin” karşılığı verdi.

 

Günlük meselelerden, Türkiye ve Avrupa gündemlerinde olan hadiseleri konuşuyorduk. Bu sefer soruları Başbuğum sormaya başladı. En ufak bir ayrıntıyı kaçırmamalıydım, ve hatta öyle ayrıntılı anlatıyordum ki, Başbuğum biliyorum biliyorum diye arada bir giriyor, unuttuğum detayları da bana hatırlatıyordu. Şaşırmamak mümkün değildi. Anlatmadığım yaşadıklarımı bana hatırlatması ne ilginçti.

 

Sonra biz soru sormaya devam ettik. Çok soru sormuştum, ama bir sorum daha vardı. Orkun komutanımla bu konu hakkında fikir alış verisi yaptıktan sonra, sorumu yöneltecektim, ama Başbuğum odasına geçmişti. Sorum acaba basit mi olur, çok mu zorlama olur diye, kendisine sormamalı mıydım diye düşündüm.

 

Kendisi anlayabilmemiz, mutmain olabilmemiz için, Sorularımız ilkokul seviyesinde olduğunu düşünseniz bile, mutlaka sorun demesi, beni cesaretlendiriyordu, hatta benim için çok önemliydi, çünkü uçağa bindiğimde bu sorunun çözümü için tefekkürde bulunuyordum. Bana karşı soru sorabilirdi ve hazırlıklı olmalıydım. Tembel bir öğrenci gibi, sadece soruyu sormak değil, tefekkürde etmiş olmam gerekiyor, çünkü kendileri, bizim böyle donanımlı olmamızı istiyordu. Çünkü Tengrinin Türkünü satır satır okumuştum. Bu soruda, bu okuduklarımdan çıkardığım bir tefekkürdü. Ve önce Orkun komutanımla tefekkürümü paylaştım ve sorumu ona yönelttim. Bu soru çok mu absürt, çok mu zorlama diye kendisine sordum. Sorum suydu: Tıpta Türk eyeri diye bilinen, anatomik yapımız içerisinde bulunan, beynin bir bölümünün içine girdiği yapısal bir taşıyıcı doku.  ve adı Literatürde Türk eyeri diye gecen (Latince: sella turcica) alanının sırrını öğrenmek istiyordum. Çünkü bunu hem Tengrinin Türkü kitabından sonra, hem de anatomi derslerinde tefekkür etmiştim. Kitabin adı neden Tengrinin Türküydü? Beynimiz bir organ olmasına rağmen akıl, şuur, bilinç ve zeka unsurunu içinde barındırır. Hani aklın nerede diye sorulsa, herkes kafasını gösterir. Oysa bu unsurlar beyin organımıza ait unsurlar. Keşfedilmemiş daha nice unsurlar olduğunu tahmin ediyorum.

 

Sizce de ilginç değil mi? Bu eyerin bineği‘de şimdiki bilinen haliyle’ Hormon üreten, barındıran ve koordineli bir şekilde salgılayan bir doku. Acaba başka açıklanmayan neler vardı. Bizden ve TIP dünyasından gizlenen bir şeyler var mıydı? Çünkü Başbuğumdan ve Erol abiden birçok saklanan şeyi öğreniyorduk eserlerinde. Bu konuda saklanan gerçekler arasında mıydı diye düşündüm. Ana konumuza geçmek adına bu tefekkürümü hakikatini Başbuğumdan öğrendikten sonra inşallah sizinle paylaşırım. Ancak sunuda söylemek ihtiyacını hissediyorum: Tüm vücudun ve Beynimizin ihtiyacı olan Hormonların bu eyerin içinde bulunan doku tarafından koordineli bir şekilde yönetilmesi ilginç bir gerçek olarak karsımızda. HORMON " RAHMAN " Fonetik yakinlik ve uyuşması beni bu tefekküre itmişti. Bu soruyu mutlaka sormam gereken düşündüğüm bir tefekkür olarak hafızamdaydı. Ve sormak için heyecanlanıyordum.

 

Bu heyecanlarlalar günlük programımın saati gelmişti ve gitmem gerekiyordu. Ancak Orkun komutanımın, “çok önemli bir soru, bunu mutlaka sor demesi bene heyecanlandırmış, ama hemen islerimi halledip geri geleyim düşüncesiyle, izin almak için, iki kez odasının önüne geldim, ama elim kapıya bir türlü gitmedi, rahatsız etmek istememiştim. Hem gitmek için izin isteyecektim hem de o aklımdaki soruyu mutlaka sormam gerekiyordu. Ama ayak üstü olmasın diye, kendimce plan yapmış ve döndüğümde sorarım diye kararlaştırmıştım. Zaten aksama geri geleceğim için rahatsız etmeyeyim diye düşündüm. Sorduğum diğer Koldaşlarda ayni fikirdeydi ve öylelikle haber vermeden yola çıktım. Muhsin abi beni Marmaray’a bırakacaktı „Arabada süresi kısa, ama derinliği büyük olan sohbetimizden sonra İstasyona varmıştık. İlk durak Gebze’de bindim ve Marmaray’la yolculuğum başladı. Ortalama bir saat sonra Fener yolunda olacaktım ve her ihtimale karsı saatimin alarmını kurmuştum.

 

Oturdum ve istemsizce gözümü kapamıştım. Öylesine kapanmıştı ki gözlerim, sanki kapanmaya yönlendirilmişti, zorunluluk hissi vardı. Hiç böyle bir his yaşamamıştım. Bunu yazıya dökmekte ayrıca zor bir hal.

 

Yolculuğa başladım, birden ufak halka seklinde bir daire belirdi gözümün önünde, renkli bir alandı ve bir yüz belirdi, çok belirgin değildi ama bir yüzdü, acaba o daire başka bir boyuta geçit mi diye düşündüm ve bir anda diğer başka figürler belirdi gözümün önünde. Anlam veremediğim semboller, kurt başına benzettiğim figürler vardı, bazen bir pars halini alıyordu. Darıca istasyonunun anonsuyla, gözümün kapalı olduğu ancak yine de görüyor gibi bir hisse kapılmıştım.

 

Bu nasıl olur, gözüm kapalı ama ben sanki görüyordum. Orada ‘da bu figürlerin yansıması devam etti. Yanıma veya karsıma oturanları ve önümden geçenleri hissediyordum. Gözüm kapalı, gönlüm acıktı. (Buradaki „benleri” lütfen Ene olarak kabul etmeyin. Nefsimin şerrinden Rabbime sığınırım.) ve yolculuk devam ediyordu. Birden sesler duymaya başladım. Ocaktaki seslere çok benziyordu. Herkesin kendi günlük hayatından tanıdığı seslerdi bunlar. Kapının açılması, rüzgârın esmesi, tespih çekenin, tespih tanelerinin diğer taneye vurup çıkardığı ses gibiydi. Tanıyordum bu sesleri. Başbuğumun tespihiydi bu, ben ocaktaki konuşmaları nasıl oluyordu da duyuyordum. Çünkü bu sesleri trende olan sesler olarak algılamıyordum. Ocaktaki seslerdi bunlar. Tanıyordum bu sesleri. Sanki Başbuğum ve Koldaşlarım yanımdaydı veya ben hem trendeydim hem de aynı anda ocaktaydım.

 

Başbuğum kısık sesle, sesleniyordu Koldaşlara… bakin şimdi şöyle olacak der gibi bir şeyler söylüyordu. Sanki her şey önceden planlanmış ve herkesin özel görevi varmış gibi, bir ortam kurulmuştu. Sanki hepsi ocakta oturmuş ve benim yolculuğumu izliyorlarmış gibiydi.

 

Gözümü açmadım, ama hafif açar gibi yaptığımda, şeffaf bir perde arkasından ocağı görebiliyordum sanki. Bir ayağım trende, bir ayağım ocakta gibiydi.

 

Yolculuk devam ediyor ve ben değişik figürler görmeye devam ediyordum. Her durağın kendine özel renkte ve şekilde figürleri vardı. Bazen bir hayvan sureti, bazen bir insan yüzünü benimseten resimler, hepsi dimağıma kazınıyordu.

 

Figürleri şöyle düşünebiliriz:

 Gözünüzü yumun ve gördüğünüz siyah alana bakin. Bu alan renkli, bazen mavi, bazen sarı bazen turuncu ve bazen başka renk. Hani güneşin insan yüzüne vurmasıyla oluşan renkli alanlar gibi ve gözünüzün o alanda görebileceği kadar noktalar ve figürler hayal edin. Çok hızlı bir film seyreder gibi. Hepsi dimağıma ışınlanıyor ve işleniyordu. İçimden şöyle düşünüyordum bu durumu. Bunların hepsi bir koddu ve o makamın (durağın) bilgileriydi. Bunlar olurken duraktan durağa yolculuk devam ediyordu. Kapılar açılıyor, çıkan çıkıyor, binen biniyordu. Herkes kendi makamında iniyordu, yola devam edense kendi makamına varınca inecekti. 

 

Sonra sırasıyla Osman Gazi " Gebze Tek- Üniv.Fatih " Çayırova  ve Tuzla durakları. Bazı duraklar özel çağrışımlar yapıyordu bende. Tuzla mesela Uzza’yı anımsatıyordu. Kur’an‘da gecen “Gördünüz mü Lât ve Uzzâ'yı ve üçüncüleri olan diğerini, Menât'ı? Tapmışlardı Uzza'ya " ve günümüzde hala tapıyorlardı. Hatırlayın, Kâbe’deki Saat Kulesine lazerle ışınlanan figürleri.

 

Tam hatırlamadığım ilk durakların birinde Tövbe etmiştim. Nasuh tövbesi. Demek ki bazı makamlara ulaşmak için günahsız olmam gerekiyordu ve yolculuk devam etti. Başbuğumla irtibatta olduğumu düşünüyordum ama tam emin değildim. Bu ikilemdeyken, durakların birinde kapı açılınca ezan sesi geldi ve bu benim için bir onaydı. Kimi durağı ağlayarak, kiminde ise “deli yeleği“ diye tabir edilen, ve aklınıza gelen, kolların önde bağlanmış haliyle oturuyordum. Tamda ben kollarım o haldeyken öyle bir duraktan geçtik, belli ki orası deliler makamıydı.

 

Kiminde ise elimi göğsüme götürüyordum... bazen ise sakalı avuçlama hareketi yapıyordum .. Sakalım uzun değil ama yine de o hareketi yapıyordum. Bazen bir elimle diğer bileğimi kavrıyor, bazen ise ellerimi dizimin üstüne koyuyordum. Her durağın özel hareketleri, özel sesleri ve özel figürleri, sanki lazerle işleniyordu dimağıma ve ben gösterilenlere göre hareket ediyordum. İstemsizce yapıyordum bu hareketleri. Bir an dışarıdan beni izleyenlerin, deli olduğumu düşüneceklerini düşündüm, ama hiç umurumda değildi. Ben devam ettim.

 

Sonra Pendik’e geldik. Burası özeldi benim için. Anons geldi, yüksek hızlı tren istasyonuydu burası, makam olarak buradan bir sıçrama yapılması anlamına geliyordu benim için. Aynisi diğer, o tür duraklar içinde geçerliydi.

 

Pendik’ten sonra Yunus durağına ulaştık.  Zihnimde „bizim Yuunus“ sözleri belirdi. Koldaşlar bilir, KRT TV‘de Başbuğum anlatmıştı onun hikayesini. Eyvah… doğruya, bende öylesine gitmiştim, hem de hiç bir şey demeden yola çıkmıştım. Büyük bir acı ve pişmanlık hissetim. Yunus misali.. Beni bu his çok duygulandırdı ve acıttı. Ağlamaya başladım. Gözlerim dolmuş içimi çeke çeke ilerliyordum…. Canim Başbuğum!

 

Sırasıyla, Kartal " Başak ve Atalar durakları. Buradaki sembollerle devam ediyordu. Merakla izliyordum olup biteni.

 

Ocaktakilerin seslerini ’de, aynen duymaya devam ederken, Başbuğum koldaşlardan bir şeyler getirmesini istiyordu ve talimatlar veriyordu. Fatma hocam veya Özlem hocamdan biri, bir şeyler söylüyordu. Koldaşlar sanki hiç ayrılmadılar yanımdan. Bazı duraklarda kendimce yorum yapıyordum ve onayı da ezan sesiyle alıyordum. Öyle ki bazı duraklar, yorum yapmadan geçilmeyecekti sanki.

 

Derken Cevizli " Maltepe ve 3lü durak: Süreyya Plajı " İdealtepe " Küçükyalı bunlar daha çok “nefsin” makamları, daha doğrusu, nefsin arzuladığı ve cennetle mükâfatlandırılacakların makamı gibiydi…

 

Birkaç durak sonra Erenköy’e gelmiştim… Erenlerin makamıydı burası, selam verdim elimi göğsüme götürerek ve orada’da özel semboller gösterildi ve kazındı dimağıma. Devamında Göztepe durağı. Neyi çağrıştırıyor sizde bu durak! Tepegözün durağıydı burası ve pozisyonumu‘da ona göre aldım. Ellerim dizimde, parmaklarımın arası acıktı ve dik oturuyordum. Sanki Tepegözle savaşmak için her an ayağa kalkacak gibiydim, nefesimi de ona göre ayarlamıştım.

 

Benim inmem gereken durağa yaklaştığımın farkına varmadan, başta kurduğum telefonun alarmıyla, fener yoluna yaklaştığımızı anladım, ama telefonun o sesi bile sanki hangi duraktan o an geçiyorduysam, o durak için gerekli ve özeldi. Semboller demek ki o sesler eşliğinde gösterilmesi gerekiyordu. Yanımdaki diğer yolcularda duyuyordu tabi bu sesi ve rahatsız olanlarda muhakkak vardır diye aklımdan geçiyordu.

 

Bu durumu yaşarken her şeyin farkındaydım. Yolcuların ve ocaktakilerin sesleri, iç dünyamda olup bitenlerin sesleri. Hepsini algılıyordum.

 

Ve sonunda geldik Fener yoluna… bu durakta inmem gerekiyordu, benim duraktı burası ve iç pazarlığım sürüyordu. İnsem bitecekti sanki seyrim bu durakta, inecek gibi oldum ve yanımda getirdiğim çantamı elimle değil ama zihnimle yokladım. Daha kararımı vermemiştim. Zaten bir hata yapmıştım izin almamakla. İnersem eğer ikinci bir hata yapacağım diye düşündüm ve inmemeye karar verdim çünkü Tepegözün beni inmeye zorlaması, süslü göstermesi ve tuzağı diye düşündüm. O makamın güzelliği beni diğer makamlardan alıkoyacaktı, öyle geçiyordu içimden, gördüklerim ve hislerim bunu söylüyordu bana ve devam etmeye karar verdim. Refiki Ala’ya çıkmaktı hedef, yok olmaktı hedef.

 

Söğütlü çeşme, söğüt ağacını bilirsiniz, rüzgârda bir şeyler fısıldar gibi size bir şeyler söyler. Su içecektim. Su çok önemliydi, her şeye sudan hayat verilmişti. Buradan ’da su içmem, yeni bir makamın sırrına erişmek demekti. Üsküdar’da üstümdekilerin dar olduğunu hissetim, oysa su içmiştim, üstümdekilerin değil, gideceğim yerin üstünün dar olduğunu, bunu içtiğim suyla aldığım bilgiyle, genişleyeceği rahatlığı hissi oluştu. Yeni bir güç, yeni bir bilgi, sıçramam gerektiğini hissediyordum, gönlümü genişletmek, sadrımı genişletmek sembollerle beraber gözümün önünden geçmişti. Burasıda bir sıçrama durağıydı. Önemli bir durak diye hissetim. Bu dar geçit aziz Mahmut Hüdai hazretlerinin himmetiyle geçilmesi gerekiyordu. Anladım. Hazrete selam vererek destur aldım. Bir kaç durak sonra ’da Yenikapı’ya geldik, yeni bir kapı, yeni bir makam, yeni semboller, zihnimi ona göre hazırladım ve orayı ’da böylelikle geçtik.

 

Zeytinburnu durağı " Zey ve tin, vettini vezzeytuni .. ruhun emin bir beldede, sahibine ulaşmam, ulaştırmam gerektiğini hatırlattı ve emin bir beldeye ilerlediğimi hissetim. Rahatlamıştım ama yine gözyaşlarım, damlalar halinde yüzümden akıp kayıyordu. Tekrar insanların bir derdimi var, deli midir der gibi düşüncelerini hissediyordum ki, Bakırköy anonsu beni hem tebessüm ettirdi hem de hayrete düşürdü, çünkü çocukluğumuzdan beri, Bakırköy’ün Akıl Hastalarının tedavi edildiği yer olarak hafızamızda vardı. Bir an kendimi gördüm, deli gömleği giydirilmiş, Ellerim ve Kollarım göğsümde bağlı vaziyette oturuyordum. Bakırköy… “deliler makamıydı burası” burada kalmamalıydım. Beni bağlayan neydi diye düşündüm.. Dünyalık hengame, koşuşturmaca, labirentin içinde miydim bu yüzden mi ellerim bağlı buraya gelmiştim. Beni çıkmaza sokan nasıl bir labirentti. Başbuğumun: “Labirentten cik!” sözünü hatırlayarak, burayı geçtim. Ve seyir başlamıştı yine, labirentten çıkmıştım ve rahatladım.

 

Devamında Atalarımı göreceğim durağa geldik. Ataköy anonsuyla sevindim ve ayni zamanda’da ciddileştim. Atalarımın köyüne gelmiştim. Mutlaka söyleyecekleri ve verecekleri sırlar çok önemliydi. Kulağımı ve gözümü dört açmalıydım. Ama içimde bir mahcupluk hissi vardı. Dik ve ciddi bir şekilde oturdum. Atalarımı selamladım gönlümden. O makamların kodu işlendi beynime, resmi değil. Yolcular benim bu halimi görüyor ve kimisi kim bilir beni kayda alıyordu. Münir hocam geldi aklıma, çünkü o istemeyince kimse onun fotoğrafını çekemiyordu, frekans bozuluyordu ve pozlar yanıyordu. Bende o anda bunu düşünerek elimle bir hareket yaptım kaydın yapıldığı yere doğru. Adeta rüzgar esintisi gibi gelen frekans dalgasını elimin tersiyle geri itiyordum. Selam olsun Münir Hocama.

 

Bazı Duraklara özel “pandemi süresince“ takılan maskeyi, çıkarmam gerekti, çünkü yeşil yurt anonsunu duymuştum. Yeşilyurt’ta bütün maskeler düşer diye bir his oluştu içimde. Başbuğum bu durumda böyle hareket ederdi diye düştü gönlüme ve devam ettik yolculuğa. Biri seslendi: “beyefendi maskenizi takın” diye. Gözlerim kapalı, sesin geldiği yere elimle işaret ederek susun ve beni dinleyin diye seslendim içimden. Burası herkesin maskesinin düştüğü yerdir.  Kendinizi maskenizin arkasına saklayamazsınız. Artık maskeler düştü! İstesenizde burada maskeleri takamazsınız. Gözümü hiç açmadım, çünkü açınca bitecekti sanki yolculuk.

 

Peygamber efendimizin miraç hadisesi geldi gönlüme. O da kanımca böyle bir günde çıkmıştı yolculuğa. 50 bin yılın aşıldığı bir günde. Derken İlhami abinin bir durağına geldik. İki durak arka arkaya İlhami abinin durağı idi. Yeşilyurt ve Yeşilköy. İlhamlandık burada ve devam ettik yolculuğumuza. Yeşilköy bana Ok-Ozu hatırlattı. Kulbak ATA. Selam sana İlhami abi. Sonrasında daldık suya, Florya Akvaryuma gelmiştik.. Yine bir akva mucizesini yaşayacaktım, suda nefes alabilir miyim diye düşündüm ve dalarken nefesimi tuttum. Su ayni zamanda yeni bilgilerin içinde olduğu bir hafızaydı. Böyle bir şeydi derinliklere dalarken aynı anda yükselmek. Bu durağı derya gibi algıladım ve gösterilen renkte uyuyordu bu makamla, maviydi burası ve nokta figürleri belirdi. Çok hızlı geçiyordu gözümün önünden, film şeridi gibi. Katından bir ilim verilen bir Kul’la, Musa’nın (as) buluşmasında, canlanan balık gibi hissetim kendimi. Nereye yol tutmuştum ben böyle.

 

Hissediyordum seyrimin sonuna yaklaşıyorduk yavaş yavaş.  Küçüldükçe büyümüyor muydu insan. Bana verilecek bilginin bir çekmecede gizli olduğunu hissetim. Tam bu sırrı nasıl alacağım derken, Küçükçekmece anonsu sanki sorumun cevabini veriyordu. Belki küçük bir çekmeceydi ama, SIR bir o kadar büyüktü.

 

Devamında Mustafa Kemal durağı anonsuyla içimde bir şimşek çaktı. Ben bir TÜRK genciydim. Ve bana ey Türk genci diye seslenişini duydum. Evet sır ATAMDAYDI. Bunu nasıl düşünemedim. Nutuk’un su satırları gözümün önünden geçti. “Ey Türk, öğün, çalış, güven. Ve “Beni TÜRK Hekimlerine emanet ediniz” sözü geldi aklıma. Sırlarını emanet etmeyi kastetmişti belkide ve o SIRLAR işlenmişti dimağıma. Evet ben aynı zamanda bir hekimim. TIP alanında ‘da çalışıp katkıda bulunmam gerekiyordu Türklük adına. Kim bilir ATAM daha ne SIRLAR vermişti’de zamanı gelince bunlar ortaya çıkacaktı. Dimağıma sembollerin kazınması devam ediyordu. Bana burada bu sırlarla beraber ne sorumluluklar yüklenmişti. Bu sorumluluğun ağırlığı üzerime çökmüştü.

 

TÜRK devletinin TURAN birliğinin SIRRIYDI bu galiba ve bunun sahibi’de GAZI Mustafa Kemal ATATÜRKTÜ. Burası Kağanların makamıydı. Elimi göğsüme götürdüm ve Bilge Kağan selamı verdim. Selam sana Bilge Kağan.

 

Nihayetinde son durak anonsu geldi ve beni heyecan bastı.. Son durağa yaklaşıyorduk ve ben ne yapmalıydım… bu his aslında bir kaç durak önce işlenmişti gönlüme ve böylelikle son durağa doğru yola çıktık. Son makamın hangi Adla kodlandığını merak ediyordum ve aynı anda bir o kadar ‘da emindim o makamın hakkını verecek bir Ad olacağından.  

 

Ve anons geldi. Son durak: HALKALI. O an gözlerimden yaşlar aktı. Evet çokta uymuştu bu makama bu Ad. Ali’nin halkasıydı bu makam. Ali’nin Halkıydı bu makam. Âli Halkın makamıydı. Ali’nin yolundan gidenlerin makamıydı. Kapı oydu…  ve kapı “O’na açılıyordu. Hak Halkta tecelli ederdi. Ali (kv) bu SIRRI bilendi. Anons geldi: Son durağa gelmiştik. Herkesin inmesi istendi ve indiler. Son duraktı burası, benimde inmem gerekiyordu! Peygamber (sav) de çıkmıştı bu durağa, ama o kalmamıştı bu durakta, tekrar dönmüştü başladığı yere! Neden? Çünkü O TÜRK’ÜN TÖRESINE göre hareket ediyordu. TÜRKTÜ.

 

TÜRK geride kimseyi bırakmazdı. TÜRK, kimseyi terk etmezdi.

 

Zihnime, “TÜRK, beklenendir“ sözü geldi.. ama reddettim bu sözleri!

 

HAYIR! TÜRK, beklenen olamazdı! Çünkü TÜRK, bekletmezdi kimseyi! Evet TÜRK, kimseyi bekletmez! Günü bile ona göre seçilmişti çünkü, 50 bin yılın sığdığı bir gündü ! Bir günde gidip gelmişti Peygamber. Oysa benim günüm henüz dolmamıştı. Devam etmeliyim diye düşündüm ve öyle de yaptım.   Hissettiğim AŞK bütün vücudumu kaplamıştı. Yalnız yürüyecektim bundan sonra diye düşündüm. Gözlerim kapalı, vagonda kimsenin olmadığını görüyordum. Evet yalnızdım ve devam etmeliydim. PIRIM BASBUGUM himmet et diyerek hıçkırarak ağlamaya devam ediyordum. 

 

Sonra bir görevli geldi yanıma, „Beyefendi burası son durak“ inin dedi. Ayağa kalktım, gözlerim kapalı. Ellerimi öne doğru uzattım ve avuçlarımın içini ona doğru gösterdim. Avuç açma hareketi değildi bu. Dur derken yaptığımız gibi bir hareketti. TÜRK avuç açmazdı kimseye. „Ben geri gideceğim” dedim sadece ve geri oturdum yerime. Derin bir nefes aldım. Evet geri dönmem gerekiyordu.

 

23+1 Kromozomla çıkmıştım yola, ve elimdeki o bir Kromozom aslında bir Halkaydı ve yerine takmam gerekiyordu. Taktim Halkamı diğer halkaların yanına. Halka tamamlanmıştı ve tam 16 halkaydı. 16’lara selam olsun.

 

Şöyle geçirdim içimden: “AL BENI BENDEN, VER SENI SENDEN“

 

BAŞBUĞUMA sorduğum soruyla başladı yolculuğum ve bir gün içinde 50 bin yıllık yol gittim.

 

 

Erenlere selam olsun, BAŞBUĞUMA selam olsun. HUUUU….

 

 

Haydaydım, hayattaydım 50 bin yılın tamamlanması gerekiyordu, aldıklarımı vermem gerekiyordu. O yüzden dönmeliydim. Bunlar benim için bir sırdı. Yaşamalıydım, ehillerine vermem ve anlatmam gerekliydi. Burada kalınmıyormuş anladım. Geri dönülecek. İnsanın yükselmesi için inmesi gerekmiyor muydu. Böyle biliyordum, böyle düşündüm.

 

 

 

Birinci bölümün sonu.

 

Oktuğkurt

 

Şevki Baş



Bu haber 4,878 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    ON ALTI YILDIZ'da Ara Internet'te Ara  

    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    9,438 µs