Bozkurt: “Paşam, ben hakkımızdan eminim; müsaade ederseniz hakkımızı ben müdafaa edeyim. Kaybedersem memlekete bir daha dönmem, fakat kazanacağız…”
Atatürk: “Güle güle git. Kazanacaksın. Kazanamasan da memleket seni bağrına basacaktır…”
2 Ağustos 1926’da gece yarısına doğru İstanbul’a gitmekte olan Fransız yolcu gemisi Lotus ile Türk kömür gemisi Bozkurt, Midilli adası civarında Sığrı Burnu’nun 5-6 deniz mili kuzeyinde uluslararası sularda çarpışmıştır. Bozkurt gemisi ikiye ayrılarak batmış ve 8 Türk vatandaşı boğulmuştur. Lotus gemisi kazazedelere yardım etmek üzere giriştiği çabalarla 10 mürettabatı kurtarmış ve yoluna devam ederek İstanbul’a ulaşmıştır. Kaza meydana geldiği sırada Lotus’un kaptanı Demons, Bozkurt’un kaptanı ise kurtarılan kazazedelerden Hasan Bey’dir. 3 Ağustos’tan itibaren Türk makamları Lotus gemisinde çarpışmanın nasıl meydana geldiğine yönelik soruşturma yapmaya başlamış ve 4 Ağustos’ta da Lotus’un kaptanı Fransız makamlarına bir rapor sunarak bir örneğini de Liman Başkanlığı’na vermiştir. 5 Ağustos tarihinde kaptan Demons, Türk makamları tarafından tanıklık yapmak üzere karaya davet edilmiştir.
Kazadan zarar gören Türk vatandaşlarının şikayetleri üzerine dava açılmasına karar verilmiştir, zira Türk Ceza Kanunu’na göre davanın açılması için kazadan zarar görenlerin şikayetçi olması yeterli bir sebeptir. Dava açıldıktan sonra Adalet Bakanı Mahmut Esat Bey, davanın Türk mahkemelerinde görülmesine karar vermiş ve dava Ağır Ceza mahkemesine havale edilmiştir. Fransız makamlarına önceden haber verilmeksizin Lotus kaptanı Demons ve Türk kaptan Hasan Bey, dikkatsizlik sonucu adam öldürmekten tutuklanmıştır. Duruşma tarihi olan 28 Ağustos’ta Lotus kaptanı Demons, Türk adli makamlarının kendisini yargılamaya yetkili olmadığını ileri sürmüş, fakat bu iddiası reddedilmiştir. Demons, 2 ay 20 gün hapis ve 22 lira para cezasına; Hasan Bey de 4 ay ağır hapis ve 23 lira para cezasına çarptırılmıştır. 11 Eylül’deki davanın ikinci duruşmasında Demons, nakdi kefaletle serbest bırakılmasını talep etmiş; bu talep kefalet bedeli olan 3,000 lira olarak belirlenip 13 Eylül’de kabul edilmiştir.
Demons’un Türk adli makamlarınca yargılanıp tutuklanması Fransa ile Türkiye arasında gerginliğe sebep olmuş ve bu gerginlik Fransız hükümetinin birtakım diplomatik girişimlerde bulunması ve nota göndermesi şeklinde de eyleme dönüşmüştür. Bu gelişmeler üzerine Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, 2 Eylül 1926’da yargı yetkisi konusundaki uyuşmazlığın Hollanda’nın La Haye kentinde bulunan Uluslararası Daimi Adalet Divanı’na (UDAD) götürülmesi teklifini reddetmeyeceğini açıklamıştır. 6 Eylül’de de Fransız hükümeti bu çözüm şekline tamamıyla rıza göstereceğini bildirmiş, böylece her iki hükümet de Divan’a sunulacak tahkimname için heyetlerini belirlemiştir.
Türkiye’yi Mahmut Esat Bey başkanlığında bir heyetin savunduğu bu uluslararası hukuk davası, 7 Eylül 1927’de karara bağlanmıştır. Yargılama sonucunu belirlemek üzere yapılan oylama neticesinde oylar eşit olarak ikiye bölünmüş, mahkeme heyeti başkanı Max Huber’in nitelikli oyunu Türkiye lehine kullanmasıyla UDAD, sonuç olarak Türkiye’yi haklı bulmuştur.
Bu kararla beraber Uluslararası Daimi Adalet Divanı, “geminin adı ve Türk Milleti’nin milli simgesi, Türk özgürlük ve bağımsızlığının timsali olmasından ötürü” Türk heyetine, Atatürk’e verilmek üzere tunçtan bir Bozkurt heykeli hediye etmiştir.
Atatürk, Türkiye’ye bu zaferi kazandıran Mahmut Esat Bey’e 1934’te soyadı kanununun çıkmasıyla ‘Bozkurt’ soyadını vermiştir…
Mahmut Esat Bozkurt, 1892’de Kuşadası’nda doğmuş, çocukluğu Selçuk yolu üzerindeki Arvalya Çiftliği’nde geçmiştir. İstanbul Hukuk Mektebi’nde daha birinci sınıftayken, Kuşadalı Mahmut Esat imzasıyla İttihat ve Köylü adlı İzmir gazetelerinde yazıları yayımlanmaya başlamıştır. Hukuk Mektebi’ni bitirdikten sonra Türk Milleti’nin en büyük istihbaratçılarından olan dayısı Ubeydullah Efendi’nin desteğiyle İsviçre’ye gitmiş ve Freiburg Üniversitesi’nde ikinci kez lisans düzeyinde eğitim görmüştür. Eğitimini bitirdikten sonra doktora tezini hazırlamaya başlamış ve tez konusu olarak “Osmanlı Kapitülasyonlar Rejimi”ni seçmiştir. Bu tez Freiburg Üniversitesi’nde 1919 yılında takdir derecesiyle kabul edilmiş ve böylece kapitülasyonlar konusunda Türkiye’nin haklılığı da bilimsel olarak bir Avrupa üniversitesinde kanıtlanmıştır. Mahmut Esat Bozkurt, İzmir’in işgali üzerine Milli Mücadele’ye katılmak üzere bazı arkadaşlarıyla yurda dönmüş ve silahlanarak dağdaki efelerle birlikte düşmana karşı savaşmıştır.
Mahmut Esat Bozkurt, Türk devriminin en büyük kazanımlarından biri olan laikliğin yılmaz bir savunucusu olma görevini de yaşamının sonuna kadar sürdürmüştür. Ona göre bu konuda yapılacak iş, dini yobazların ve soyguncuların elinden kurtarmaktır; çünkü şeriatçıların amacı din namına milleti soymaktır. Türkiye’de yeni bir anlayışın da ancak bilimle gerçekleşebileceğine inanmıştır. Onun bir diğer önemli yanı da Türkçülüğüdür. Mahmut Esat Bozkurt, Türk milliyetçisidir; ancak ırkçı değildir. Bozkurt’un Türkçülük anlayışı, birleştirici ve bütünleştirici bir anlam taşımaktadır. Örneğin Kürtlerden “Türkten başka bir şey olmayan” diye söz etmesiyle yüzlerce yıl süren ortak bir yaşam biçiminin, ortak bir kültürün varlığına dikkat çekmek istemiştir. Ayrıca masonların vatansızlığı, devletsizliği, milletsizliği yaymaya çalışarak milliyetçilik düşmanı olduğunu belirtmiş, mason localarının kapatılmasında etkin rol oynamış ve Atatürk’le beraber masonların bir numaralı hedefi haline gelmiştir. 25 Şubat 1939’da İzmir’de verdiği bir konferansta milliyetçilik anlayışını şöyle açıklamaktadır: “Arkadaşlarım! Ben yer, gök, dağ, taş, deniz, ağaç aşkına milliyetçi değilim. Neden milliyetçiyim? ve kimin için? Bunu kendime sorduğum vakit… Yine kendi kendime şu karşılığı veriyorum. Ben, benim gibi bir dili söyleyen, benim gibi bir tarihe bağlı, benim gibi adeti, örfü, bayramı bir acısı bir olan insan yığınının maddi manevi varlığı için, bu yığının maddi manevi saadeti için milliyetçiyim!”
Mahmut Esat Bozkurt’un Türk Devleti adına ne kadar büyük ve önemli bir zafer kazandığının daha net anlaşılabilmesi adına, Bozkurt-Lotus davasının dahil olduğu ve oldukça karmaşık ve zor bir bilim dalı olan uluslararası hukuk hakkında genel bir bilgilendirme yapılması yerinde olacaktır. İlk olarak uluslararası hukuku kavramsal olarak inceleyecek, daha sonra da uluslararası hukukun genel özelliklerini ele alacağız. Üçüncü olarak bu bilim dalının tarihsel gelişimini özetleyeceğiz. Dördüncü olarak da uluslararası hukuku işlevsel kılan uluslararası hukuk kaynaklarını irdeleyeceğiz. Bu noktadan sonra da son olarak sunduğumuz bilgi ve belgeler ışığında Bozkurt-Lotus davasını uluslararası hukuk bağlamında değerlendireceğiz.
Uluslararası hukuk öğretisinde yer alan ‘uluslararası hukuk’, ‘milletlerarası hukuk’, ‘halklar hukuku’ ve ‘devletler hukuku’ terimleri, farklı devletler tarafından aynı manayı işaret etmek üzere kullanılagelmiştir. Öncelikle unutulmamalıdır ki her ulus tek bir devlet değildir, dünyanın pek çok devleti aynı ulusa mensup olsalar da bunların herbirinin ayrı tüzel kişilikleri vardır. Türkçe konuşan Türkiye, KKTC, Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Özbekistan; İngilizce konuşan Abd, İngiltere, Kanada, Yeni Zellanda, Avustralya, Kanada; Almanca konuşan Almanya ve Avusturya; İspanyolca konuşan İspanya, Arjantin, Şili, Meksika, Uruguay, Paraguay; Portekizce konuşan Portekiz ve Brezilya aynı dili konuşan ortak uluslardan meydana gelmiş olsa da her biri devlet olarak ayrı tüzel kişiliğe sahiptir. Diğer yandan Rusya Federasyonu, Çin, Hindistan gibi devletler ise birden fazla ulusun bir araya gelmesiyle oluşan devletlerdir ve bu devletleri oluşturan ulusların tüzel kişilikleri, ait oldukları devletin tekil tüzel kişiğinde temsil edilmektedir. Zamanının Osmanlı İmparatorluğu da bu ikinci duruma ayrı bir örnektir. Osmanlı İmparatorluğu birden fazla ulustan oluşan bir devlet olarak diğer dünya devletleriyle yaptığı uluslararası antlaşmalarda temsil ettiği ulusların tek bir devlet olarak örgütlendiği tüzel kişilik olarak muhatap alınmıştır. Bu bilgiler ışığında kavramsal olarak ‘devletler hukuku’ teriminin daha uygun olduğu saptamasıyla makalemizde bu terimi kullanmaya gayret edeceğiz.
Devletler hukukunun en temel özelliği, bütün devletlerin egemenlik bakımından eşitliği ilkesidir. Egemen devletler, devletler hukuku alanının baş aktörleridir ve egemenlik, başka bir iradeye tabi olmadan kendi hür iradesiyle otoritesini ülkesi üzerinde tahsis etmek ve hareket etmek demektir. Egemen olmayan, başka bir otoritenin himayesinde olan devletler, devletler hukukunda bağımsız devlet olarak muhatap alınmazlar; bu devletler ancak otoritesi altına girdikleri egemen devletin kimliğiyle devletler hukuku alanına çıkabilir.
Devletler hukukunun diğer bir önemli özelliği ise ‘zayıf bağlarla oluşan bir örgütlenme’ye sahip olmasıdır. Devletlerin kendi aralarında yaptıkları antlaşma ve sözleşmelerle bu zayıf bağlar oluşur. Yazılı antlaşma ve sözleşmelerin dışında bağların oluşumunda rolü bulunan en önemli diğer ikinci unsur ise devletlerarası ilişkilerde zamanla oluşan ve ‘gelenek hukuku kuralları’ diye de adlandırılan teamül hukuku kurallarıdır. Teamüller, yazısız kurallardır ve en az antlaşma ve sözleşmeler kadar geçerlilik gücüne sahiptir. Bir teamül kuralının ortaya çıkışını tam olarak saptayabilmek için de devletlerin tarihsel gelişimlerindeki eylem desenlerinin incelenmesi gerekir. Devletler hukuku kurallarının yasa koyucusu devletlerin kendileridir, hukuku yaratıcı irade ile hukuka uymakla yükümlü olan irade aynıdır. Bu durum da hukuku üreten ve kuralların ihlaline karşı tek elden yaptırım uygulayan üstün bir otoritenin yokluğunu beraberinde getirir.
Devletler hukukunu diğer hukuk dallarından ayıran farklı yanları, özellikle iç hukukla bir karşılaştırma yapıldığında daha net ortaya çıkacaktır. İç hukukta hukuk kişileri, yani hak sahipleri gerçek veya tüzel kişilerdir. Devlet ile hukuk kişileri arasında bir tabiiyet ilişkisi vardır. Devlet, kanun yoluyla emreder, hukuk kişileri buna uymakla yükümlüdürler. İç hukuk, devletin zorlayıcı gücü ile icra edilir. Adalet mekanizması, mahkemelerin davacının veya davalının rızasına gerek kalmadan işlem yapması ile yürür. İç hukukun uygulama alanı, devletin ülkesi ile sınırlıdır. Devlet, ülkesi dışındaki olaylar için hüküm verse bile bunları ancak kendi ülkesi içinde uygulayabilir. Devletin kendi bünyesinde hukuku yapan, uygulayan ve anlaşmazlıkları çözüp karara bağlayan organlar bellidir: Yasama (TBMM), yürütme (hükümet ve bakanlar kurulu) ve yargı organları (bağımsız mahkemeler). Yasama organı halk tarafından seçilmiş olsa da kanunları yaparken halkın rızasını almaz. Halk, bu kurallara uymakla yükümlüdür, yani yasama işlemleri tepeden empoze edilirler. Böylece iç hukukta dikey bir hiyerarşik yapılanma vardır. Devletler hukukunda ise egemenlik bakımından eşit devletler iç hukuktaki gibi dikey bir hiyerarşi değil, yan yana yatay bir yapılanma gösterirler. Devletler hukuku aktörleri olan devletler üzerinde bu aktörleri bağlayıcı olarak kural koyacak ortak bir yasama organı yoktur. İç hukuk, dikey hiyerarşik yapılanma şekliyle bir tabiiyet hukukuyken devletler hukuku, yatay anarşik yapılanmasıyla bir koordinasyon hukukudur. Dünyada düzeni sağlayacak devletlerarası bir hükümet, ordu ve polis gücü olmaması gibi, yürütme işlevinde de milli toplumlardaki gibi merkezi bir yürütme organı, devletler hukukunda yoktur. Üçüncü olarak da devletler arasında uyuşmazlıkları çözmeye yetkili mecburi yargı yetkisine sahip evrensel bir mahkeme veya mahkemeler, devletler hukukunda yoktur. Devletler hukukunda yargı organları yetkilerini, devletlerin rızasından alırlar.
Tüm bu farklılıklar devletler hukukunun her ne kadar kaotik bir yapılanmaya sahip olduğu algısını oluştursa da aslında sistemin kendi içinde tutarlı ve etkin bir işleyişi vardır. Mesela şu an bu makalenin dünyanın her yerinden cep telefonları ve bilgisayarlar vasıtasıyla okunabilmesi, devletler arasında telekomünikasyon alanında yapılmış olan antlaşmalara kusursuz bir şekilde riayet edilmesi sayesindedir. Hukuka riayet normal bir davranış olduğu için bu durumun medyatik haber değeri olmamakta ve insanlar da genel olarak devletler arasındaki bu kuralların işleyişinin çok da farkında olmamaktadır. Nasıl ki insan vücudundaki herhangi bir organ kusursuz işlediğinde değil, ağrı ve sızı ortaya çıkardığında farkedilirse, devletler arasındaki hukuk kuralları da ancak seyrek de olsa ihlal edildiğinde medyaya yansıyarak insanların dikkatini çekebilmektedir. Telekomünikasyon alanında olduğu gibi hava, deniz ve kara ulaşımı, posta, sağlık, meteoroloji, tarım, eğitim ve bilim, ticaret ve ekonomi, işçi ve işveren alanlarında da devletlerarası hukuk kuralları mevcut antlaşmalar temelinde pürüzsüz olarak işlemektedir. Yalnız devletlerarası işbirliği amacına yönelik oluşturulan kurallara gösterilen yüksek riayetin, yaptırım söz konusu olduğunda aynı hassasiyette işlemediğini belirtmek de önemli bir durumdur. Bu bağlamda devletlerin neden devletlerarası hukuk kurallarına uydukları ve yaptırımların nitelikleri konularının da kısaca açıklanması faydalı olacaktır.
Her şeyden önce devletlerin kendi aralarındaki hukuk kurallarına uyma iradesi göstermelerinin temelinde kendi menfaat ve ihtiyaçları vardır. Böylece kuralların uygulanması ve bunlara riayet zorunlu bir hale gelir; uygulanma zorunluluğunu garanti altına alan, devletlerin hür iradesi ve kendi rızalarıyla bu kuralları oluşturmuş olmasıdır. Devletler ekonomik ve teknolojik anlamda gittikçe artan bir oranda birbirlerine bağımlı hale gelmişlerdir; bir çok şeyi tek başlarına yapamamakta veya iyi bir şekilde yapamamaktadır. Bu durum da diğer devletlerle olan işbirliğini, karşılıklı kurallara riayet etmeyi kaçınılmaz hale getirmektedir. Taahhütlerini yerine getirmeyen bir devlet, sistemden izole olma yaptırımıyla karşı karşıya kalır. Devletler hukukunda mütekabiliyet, son derece etkin bir yaptırım işlevine sahiptir. Taahhütlerini yerine getirmeyen bir devlete karşı zarar gören devletler aynen mukabele etme hakkına sahiptir. Mesela bir devlet, hukuk kurallarını hiçe sayarak diğer bir devletin diplomatlarının dokunulmazlığını tanımazsa; diğer devlette bulunan kendi diplomatlarının dokunulmazlığını da düşünmek zorunda kalacaktır. Devletlerarası toplumda devletler üstü bir yasama ve yürütme organı olmamasından dolayı devletler, kendi aralarındaki bu hukuku sadece yapmakla kalmayıp aynı zamanda uygulayıcısıdırlar. Bu sebeple ihkak-ı hak (hakkını usulünce alma) çerçevesinde meşru savunma hakkı, misilleme ve zararla karşılık verme seçenekleri mevcuttur. Meşru savunma hakkı, hukuka aykırı şekilde saldırıya uğrayan devletin, saldırıyı defedecek veya engellemeyi etkisiz hale getirecek kadar orantılı kuvvet kullanmasıdır. Bu madde aynı zamanda daha önce bahsettiğimiz, devletlerarası hukukun en temel özellikleri arasında yer alan egemen eşitlik ve egemen otorite ilkelerinin yanında üçüncü bir temel ilke olan güç kullanma yasağı ve meşru müdafaa hakkıdır. Hiçbir devlet, hukuka aykırı olacak şekilde başka bir devlete saldıramaz veya güç kullanamaz. Bir yaptırım olarak misilleme seçeneğinde ise bir devletin diğer bir devlete karşı dostça olmayan ama hukuka da aykırı olmayan bir işlem yaparak zarar vermesi halinde, zarar gören devletin de aynı türden, yani dostça olmayan ve hukuka da aykırı olmayan bir şekilde karşılık verme hakkı vardır. Mesela bir devletin diğer bir devletin vatandaşlarına vize şartı koyması, belli malların ülkeye girişini engellemesi, gemileri limanlarına kabul etmemesi hukuka aykırı değildir; ama dostça hareketler de değildir. Bu tür muamelelere maruz kalan devletin aynı türden karşılık vermesi misillemedir ve caydırıcı bir rol oynar. Zararla karşılık verme seçeneği ise bir devletin diğer bir devlete hukuka aykırı bir fiille zarar vermesi ve zarar gören devletin zarar veren devletten zararının karşılanmasını talep ettiği halde bunun yapılmaması üzerine aynı türden orantılı bir hareketle karşılık verilmesidir. Burda zararla karşılık vermeyi haklı kılan, önceki zarar veren hareketin hukuka aykırı olması ve zararı giderme talebinin reddedilmiş olmasıdır. Mesela sözleşmelerin uygulanmasını durdurma, antlaşmaların feshi, mal ya da gemilere el konması, ambargo uygulanması bu tarz yaptırımın örneklerindendir.
Devletler hukukunu kavramsal olarak ve genel özellikleriyle bu şekilde inceledikten sonra, şimdi de tarihsel gelişimini ele alacağız. Devletlerarası ilişkilerin tarihin ik çağlarından itibaren daha çok savaşlar nedeniyle gündeme gelmesinden dolayı, devletler hukuku bağlamında ilk yazılı örneklerin savaş ve barış hukukuna yönelik olması da doğaldır. Tarihteki ilk yazılı antlaşma örneği, Sümer uygarlığı site devletleri olan Lagaş ve Umma arasındaki M.Ö.3100 yılına ait olan sınır tespiti konusundaki antlaşmadır. Sümer uygarlığının bir Türk uygarlığı olduğu gerçeği göz önüne alındığında, devletler hukukunun ilk temellerinin de Türkler tarafından atıldığı hatırdan çıkarılmaması gereken çok önemli bir husustur. M.Ö. 3. yüzyılda İskender İmparatorluğu’nun yıkılması, Helen dünyasında doğan yeni devletler arasında bir hukuk düzeni kurulmasını zorunlu kılmıştır. Bu dönemde giderek baskın hale gelen Roma İmparatorluğu, başlangıçta Helen dünyasındaki uyuşmazlıkları çözen bir hakem gibi davranmıştır. Zamanla Roma’nın giderek güçlenmesi ve yayılması, başka devletlerin varlığını kabul etmemesine ve devletlerle olan ilişkilerinde istediği gibi davranmasına yol açmıştır. Dünyaya egemen olma iddiası, bu dönemde barış durumuna ilişkin kuralların önemini yitirmesine sebep olmuştur. Hatırlanacağı üzere devletler hukuku sisteminin ana aktörlerinin egemen ve otoriter devletler olduğunu belirtmiştik. Devletlerin dışında ikinci bir tip olarak diğer önemli ana aktörler, devletlerin kurduğu Birleşmiş Milletler (BM) tarzı devletlerarası örgütlerdir. Devletler hukuku işlemleri devletlerin kendi aralarında; devletlerarası örgütlerin kendi aralarında ve devletler ile devletlerarası örgütlerin arasında işlevselliğini sürdürmektedir. Devletlerarası örgütlerin devletlerin kendilerini etkileme ve yönlendirme gücü dikkate alındığında, tarihsel gelişimdeki ilk devletlerarası örgüt örneklerinin tıpkı BM gibi bölge veya dünya barışı sloganıyla ortaya çıktığı, güç devşirip palazlandıktan sonra da kendisini kuran güçlü devletler aracılığıyla hem bünyesindeki üye devletlere, hem de örgüt dışındaki diğer devletlere karşı dünya egemenliği misyonu ile baskı kurarak bunları yönetmeye çalıştığı gerçeği kritik önem arz etmektedir. Her ne kadar devletlerarası örgütler, dünya barışını korumayı misyon edinmiş görünse de dünya reel politiği dikkate alındığında bu örgütlerin, birtakım devletler tarafından tek başlarına bağımsız olarak yapamayacakları işleri yapabilme amacıyla kamufle olarak kullanıldığıyla yüz yüze gelinmektedir.
Ortaçağ’da devletlarası ilişkilere yine Türkler önemli katkılarda bulunmuşlardır. 1071’de Selçuklu hükümdarı Alparslan’ın Malazgirt’te mağlup ettiği Romen Diyojen’e insani muamelede bulunması, esir düşen askerlere aşağılayıcı muamelede bulunulmaması, çağının ilerisinde olan ender davranış örneklerindendir. Ortaçağ Avrupa’sında ise durum tamamen farklıdır. Hukukun kaynağının hıristiyanlık öğretilerinden gelmesi gerektiğini savunan doğal hukukun savunucusu Hugo Gratius, savaşta yenilen tarafın kadın, çocuk, yaşlı ve hastalar dahil olmak üzere bütün düşman ülke vatandaşlarının kaderlerinin savaşın galibinin iradesine tabi olduğunu savunmuştur. Ortaçağ Avrupa’sında devletlerarası ilişkilerin oluşmasındaki en önemli faktör Papalık’tır; dolayısıyla Avrupa’da devletler hukuku, temeline ortak hıristiyanlık misyon bilinci oturtularak yapılandırılmıştır. Haçlı Seferleri, Türk-İslam dünyası ile hıristiyan dünya arasında ilişkiler kurulmasına vesile olarak elçilerin dokunulmazlığı, teslim olanların hayatlarının bağışlanması gibi teamüllerin, yani yazısız gelenek hukuku kurallarının oluşumuna Avrupa’da zemin hazırlamıştır.
Yeniçağ döneminde yeni kıtaların keşfi Avrupa’da okyanusların hukuki konumuna ilişkin tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Yeni keşiflerden ilk faydalanan devletler olan İspanya ve Portekiz başlangıçta okyanusları aralarında paylaşmış olsalar da diğer Avrupa devletlerinin yeni kıtalarda sömürge edinme amaçları, okyanusların hiç bir devletin tekelinde olamayacağı görüşlerinin ortaya atılmasına sebep olmuştur. Bu çağda devletlerarası örgütlenme çabalarının ilk örneklerinden biri, 1462’de Fransa önderliğinde hıristiyan milletlerini Osmanlı Devleti’ne karşı korumak amacıyla kurulan devletler birliğidir. Fransa’nın amacı bu yapıyla aynı zamanda Avrupa’yı egemenlik altına almaktır. Diğer yandan Alman kralı V.Karl öncülüğünde 1529’da bütün hıristiyan ülkeleri aynı çatı altında toplamaya dönük ve Osmanlı Hükümdarı Kanuni Sultan Süleyman’ı durdurmaya yönelik bir devletler birliği kurma denemesi gerçekleşmiştir. Benzeri bir devletler birliği, kral XIV. Ludwig öncülüğünde 1683’te 2. Viyana Kuşatması’nda da devreye girmiştir. M.Ö. 3. yüzyıl Roma’sından M.S. 17. yüzyıl Avrupa’sına kadar geçen 2,000 yıl süresince şu ana kadar anlattığımız tarihi örneklerle de görüleceği üzere Batı’nın devletlerarası örgütlenme misyonunun arkasındaki 4 belirgin temel dayanak noktasının önemle altı çizilmelidir: 1) Arabuluculuk ve dünya barışı iddiası, 2) Hıristiyanlık temelinde birleştirici politikalar, 3) Ortak düşman olarak Türk Devleti’nin tanımlanması, 4) Devletlerarası örgüt kamuflesiyle güç devşirmek ve diğer devletlere egemen olmak.
Avrupa’da devletlerin egemenlik bakımından eşitliği ilk olarak, 30 yıl süren mezhep savaşları sonucunda 1648’deki Westfalya Barışı ile kabul edilmiştir. Bu kabul kavramsal olarak gerçekleşmiş olsa da pratikte devletlerin buna pek riayet etmediği, Fransa’nın bu antlaşmanın garantör ülkesi olması konumuyla Almanya’nın iç işlerine karışma yetkisini kendinde görmesi bakımından önemlidir. Yine de bu antlaşma, Avrupa’da modern karasal devlet ve mutlak egemenlik anlayışının benimsenmesinde bir dönüm noktası olmuştur. Mutlak egemenlik anlayışı, devletler arasında bir anarşinin oluşmasına zemin hazırlamakla beraber her devletin her konuya müdahil olmasına da olanak tanımıştır. Böylece modern ulus devlet anlayışı, iç işlerine başka devletlerin karışmaması ilkesi ile karasal egemenlikte güç kullanma ve hukuk kuralları üretme tekelini sadece ülke devletine vermiştir.
1789 Fransız devrimiyle ulusların kendi geleceğini belirleme hakkının tüm dünyaya duyurulması, bir anda farklı ulusların barındığı bütün devletlerin sınırlarını tartışmalı hale sokmuştur. Fransa’nın 15.yüzyılda Avrupa Birleşik Devletleri ideali altında kurmaya çalıştığı devletlerarası örgütü kendi çıkarları doğrultusunda kötüye kullanma eğilimi, 18.yüzyılda Fransız devrimi ile ortaya çıkan ulusların kendi geleceğini belirleme hakkının kendi çıkarları doğrultusunda kötüye kullanımı ile tekrar su yüzüne çıkmıştır. Bu dönemde Avrupa’da hanedanlara dayalı devletler sistemi, yerini ulus devletlere dayalı bir dünya sistemine bırakmaya başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu egemenliğindeki hıristiyan halkların bağımsızlık mücadeleleri ile de yeni ulus devletler doğmuştur. 1815 yılında Avrupa devletleri arasında kurulan Kutsal İttifak da, devletler hukukunun sadece Avrupa devletleri arasında geçerli olduğu tezine dayanarak hıristiyanlık temelinde ortak bir misyonla hareket etmiş ve nihai amacı, Osmanlı İmparatorluğu’nu devletler hukukunun dışında tutarak bu devletin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygı gibi konularda istedikleri gibi davranmalarını meşrulaştırmak olmuştur.
1. Dünya Savaşı sonrası gerçekleşen gelişmeler, yeni bir anlayışın belirtilerini taşıması açısından önemli bir döneme işaret etmektedir. Türklerin başarıyla yürüttüğü bağımsızlık savaşı, 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile devletler hukuku sistemine entegre edilmiştir. 1936’da yapılan Montrö Sözleşmesi ile de Türk boğazları üzerindeki Türkiye egemenliği pekiştirilmiştir. Lozan Antlaşması, Türkiye Cumhuriyeti’nin devletler hukuku sistemi içinde toprak bütünlüğünün ve egemenliğinin tartışılmasına izin vermeyen bir antlaşmadır. Bu durumuyla 2. Viyana Bozgunu’ndan beri süren gerilemenin açık bir şekilde durdurulması anlamını taşımaktadır. 1. Dünya Savaşı’nın ağır yıkımlarından ötürü savaş sonrası galip devletler tarafından dünya barışını tahsis amaçlı bir devletlerarası sistem kurulması düşünülmüş ve 10 Ocak 1920’de Milletler Cemiyeti ortaya çıkmıştır. Milletler Cemiyeti örgütlenme, yapılanma ve işlevsellik bakımından bugünkü Birleşmiş Milletler’le benzerlik göstermektedir. Cemiyet, üç temel organ olan Genel Kurul, Sekreterlik ve Uluslararası Daimi Adalet Divanı’ndan meydana gelmiş olup Bozkurt-Lotus davası da cemiyetin yargı organı olan, karşılıklı uyuşmazlık esnasında ilgili devletlerin rızası bulunduğu takdirde karar verebilme yetkisine sahip Uluslararası Daimi Adalet Divanı’nda görülmüştür. Yalnız cemiyetin fikirsel olarak ortaya çıkış şeklinin Abd başkanı Wilson’ın 14 ilkesi arasında yer alarak gerçekleşmiş olması, dünya barışı hedefini sakatlayıcı bir unsur olmuştur. Wilson’ın bizzat teklifiyle Milletler Cemiyeti Şartı’na eklenen “Üye devletlerden biri bir konunun, devletler hukuku bakımından tamamen kendi iç işlerini ilgilendirdiğini iddia ederse, söz konusu durum Milletler Cemiyeti Genel Kurulu’nca kabul edildiği takdirde o devlete herhangi bir tavsiye ya da müdahelede bulunulmaz.” hükmü ile devletlerin kendi iç işlerinde her istediklerini yapabileceklerinin önü açılmış ve Milletler Cemiyeti’nin önemli bir yaptırım gücü sınırlanmıştır. İlginçtir ki, Abd’li Wilson’ın bu hamlesinden en fazla fayda sağlayan Hitler olmuştur. 2. Dünya Savaşı öncesi 3.Reich Almanya’sında Yahudilere yapılanlar Hitler tarafından iç işleri konusu olarak izah edilmiştir. Dünya kamuoyu da yapılan soykırımı başlangıçta insan hakları sorunu olarak görnekten çok Almanya’nın iç meselesi olarak görmeyi tercih etmiştir.
Milletler Cemiyeti zamanında devletler hukuku alanında önemli bir gelişme de savaşın artık hukuk dışı sayıldığı inancının yavaş yavaş yerleşmeye başlamasıdır. Her ne kadar Milletler Cemiyeti tüzüğünde savaş açıkça yasaklanmış olmasa da, 1928’de Avrupalı devletler tarafından imzalanan Paris Paktı ile savaş yasağı fikri benimsenmiştir. Paris Paktı ilk etapta 15 ülke tarafından imzalanmış, daha sonra bu sayı 62’ye yükselmiştir. Fakat sözleşmenin uygulanması için belli bir mekanizma öngörülmediğinden uygulamada bu antlaşma etkili olamamıştır. Bu bağlamda İtalya Habeşistan’ı, Japonya da Mançurya’yı işgal ederken sırf bu antlaşmadan kaynaklanan yükümlülüklerden kaçınmak için açıkça savaş ilan etmemişlerdir.
Milletler Cemiyeti, hedefi olan dünya barışını sağlamada başarısız olarak 2.Dünya Savaşı’nın çıkmasını engelleyememiş ve savaşla beraber lağvedilmiştir. Bu durumun ortaya çıkmasında karar mekanizmalarının işlememesinin yanında dünyanın önemli devletlerinin bir çoğunun bu örgüte Abd gibi ya hiç üye olmaması ya da Almanya ve SSCB gibi kısa süreli üye olmaları etkili olmuştur. 2. Dünya Savaşı’nın ardından da yine dünya barışını sağlama amacıyla 24 Ekim 1945’te bu sefer Birleşmiş Milletler adıyla yeni bir devletlerarası örgüt kurulmuştur. Bu devletlerarası örgüt de kendinden önceki benzer emsallerinde olduğu gibi dünya barışını korumak amacıyla kurulmuş görünse de örgütün en etkin organı olan Güvenlik Konseyi’nde veto yetkisine sahip Abd, Sovyetler Birliği, Fransa, İngiltere ve Çin’in barışı bozan devletlere karşı takınılacak tutumu belirlerken bütün insanlığı değil kendi ülke çıkarlarını dikkate almasıyla kendinden bekleneni vermekten uzak kalmıştır. Uygulamada dünya sorunlarına ilişkin kararlar BM dışı mekanizmalarla biçimlendirilmiş, BM bu kararları hayata geçirmekte bir kılıf olarak kullanılmıştır.
1945-1960 yılları Doğu Bloku ve Batı Bloku arasındaki nükleer silahlanma gerginliğiyle geçmiş, bu durum da NATO ve Varşova Paktı devletlerarası örgütlerinin kurulmasına zemin hazırlamıştır. Ulus devletler de kendi başlarına değil, bağlı bulundukları savunma örgütünün tercihi yönünde bir dış politika izlemek zorunda kalmışlardır. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Almanya’nın birleşmesi, Varşova Paktı’na üye devlet halklarında komünist sistemden ayrılmaya dönük halk ayaklanmalarına yol açmıştır. Sovyetler Birliği’nde ilk ciddi ayrılma girişimleri Azerbaycan Türkleri arasında Ebulfeyz Elçibey önderliğindeki halk ayaklanması ile baş göstermiş, Gorbaçov’un ayaklanan devletleri bir antlaşmayla bir arada tutma çabası da başarılı olamamış ve Sovyetler Birliği çökmüştür.
Doğu Bloku’nun çökmesi, Abd’yi dünyanın tek süper devleti konumuna getirmiş, ama Roma İmparatorluğu örneğinde olduğu gibi bir devletin dünya ölçeğinde rakipsiz kalması daha önce devletler arasında oluşan teamül ve davranış kurallarının bu süper devletçe dikkate alınmamasıyla sonuçlanmıştır. Günümüzde de halen Abd, kurucusu olduğu BM örgütü ilkeleri ve güç kullanma yasağı başta olmak üzere pek çok devletlerarası hukuk kuralını ihlal etmekte bir sakınca görmemektedir.
Devletler hukukunun tarihsel gelişimini bu şekilde özetledikten sonra şimdi de bu hukukun ana yapıtaşlarını oluşturan devletler ve devletlerarası örgütler hukuk kişileri arasındaki hukuk işlevlerinin işlerliğini sağlayan devletler hukuku kaynaklarını inceleyeceğiz. Devletlerarası uyuşmazlıkları çözmekte kullanılacak devletler hukuku kaynakları, 1945 tarihli Uluslararası Adalet Divanı (UAD) Statüsü’nün 38. maddesinde belirtilmiştir. Buna göre UAD, önüne gelen bir uyuşmazlığı çözerken şu sıralama hiyerarşisindeki devletler hukuku kurallarını dikkate alacaktır: 1) Uluslararası sözleşmeler, 2) Uluslararası gelenek hukuku kuralları (teamüller), 3) Medeni milletlerce tanınmış genel hukuk ilkeleri, 4) UAD tarafından daha önce uyuşmazlık taraflarını bağlamak üzere verilmiş yargı kararları, 5) Farklı uluslara mensup en yetenekli hukukçuların görüşleri. Burda önemli bir nokta da 1. ve 2. maddede belirtilen antlaşma hukuku kuralları ve gelenek hukuku kuralları arasında bir hiyerarşinin olmadığı, iki unsurun da eşdeğer öneme sahip olduğudur. Çoğu zaman bir gelenek hukuku kuralı olan bir husus antlaşma ile yazılı hale gelebilir. Antlaşma ile öngörülen bir kural da daha sonra teamül hukuku kuralının değişmesine yol açabilir. Yalnız antlaşma ile bir teamül hukuku kuralı çeliştiği takdirde öncelik, antlaşma hukuku kuralınındır. Bu nedenle devletler kendilerini teamül hukuku kurallarından muaf tutmak için bazen aralarında antlaşmalar yapmaktadır.
Devletler hukukunun kaynağı olarak sözleşmeler ile kast edilen, yazılı sözleşmelerdir. Sözleşme ve antlaşma terimlerinin farkı ise antlaşmanın daha az sayıda devletle sınır tespiti, toprakların el değiştirmesi,vb. gibi daha sınırlı ve somut alanlarda, sözleşmenin ise daha fazla sayıda devletle hukuki, ekonomik, kültürel, teknik gibi daha genel alanlarda karşılıklı hak ve görevleri geleceğe dönük bir hukuki temele oturtularak yapılıyor olmasıdır. Montrö Boğazlar Sözleşmesi, Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi, Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi, BM Siyasi ve Kültürel Haklar Sözleşmesi, bu tip sözleşmelere birer örnektir.
Antlaşma ve sözleşmelerle beraber devletler hukukunun diğer önemli ana kaynağı, yazısız kurallar olan teamüllerdir. Teamülleri, iç hukuktaki örf ve adetlerle karıştırmamak gerekir. Teamüller, devletlerin kendi aralarındaki ilişkilerde uzun zamandan beri hukuk olduğu inancı ile riayet ettikleri uygulama ve örflerinden doğmaktadır. Bir teamülün ortaya çıkabilmesi için uygulama, tekrar ve hukuki inanç unsurlarının birleşmesi gerekmektedir. Teamüllerin sıradan alışkanlıklardan, adetlerden ve nezaket kurallarından farkı, hukuki bir inancı yansıtmalarıdır. Belirli hareketleri yapma ya da yapmama şeklindeki açık ve devamlı alışkanlık, devletler hukukuna göre bu hareketleri yapma veya yapmamanın mecburi ve doğru olduğu inancı ile doğup geliştiyse, ortada bir devletlerarası teamül vardır. Sözü edilen alışkanlık, herhangi bir yükümlülük duygusu hissedilmeden doğup geliştiyse, sıradan ve hukuken bağlayıcı olmayan bir alışkanlık, sıradan bir gelenek söz konusudur. Aynı şekilde, devletlerin birbirlerine karşı jest olarak ve nezaket kuralları gereği devamlı surette de olsa yapageldikleri hareketler, nezaket kuralları olarak anılırlar; teamül kuralları ile karıştırmamak gerekir. Mesela, bir devlete ait savaş gemilerinin başka bir devlete ait savaş gemileri ile geçişirken karşılıklı olarak birbirlerini selamlamaları veya bir devlet başkanını havaalanında karşılarken askeri merasim yapma veya kırmızı halı serme veya 21 pare top atışı yapma, devletlerarası nezaket kurallarındandır. Ama bunlara uymama, herhangi bir hukuk kuralını ihlal etmez.
Yukarda belirttiğimiz Uluslararası Adalet Divanı Statüsü’nün 38.maddesindeki devletler hukuku kaynaklarının hiyerarşik sıralamasında en üst kısımda yer alan teamülün tanımı, iki önemli teamül ögesine işaret etmektedir: 1) Devletlerin genel uygulaması, 2) Bu uygulamanın devletlerce hukuk kabul edilmiş olması. Bunlardan birincisine teamülün maddi unsuru, ikincisine ise teamülün manevi unsuru denilmektedir. Bu iki unsuru da devletler hukukunda görülmüş olan üç devletlerarası davayı örnek olarak inceleyerek detaylandıracağız.
Teamülün maddi unsurunun ortaya çıkabilmesi için devletlerin aynı olaylar karşısında her zaman aynı şekilde davranmış olmalarını gösteren genel bir uygulamayı ispat etmek gerekir. UAD’ın 1950’de Kolombiya ile Peru arasındaki Sığınma Davası’nda verdiği karar, bu konuya ışık tutacak mahiyettedir. Peru’da ihtilal teşebbüsünde bulunan Haye de La Torre isimli bir kişi ihtilal yapmayı başaramayınca canını kurtarmak için Kolombiya’nın Peru’daki elçiliğine sığınmıştır. Kolombiya makamlarının Torre’yi yargılamak üzere Peru makamlarına geri vermeyi reddetmesi üzerine iki ülke arasında Torre’nin işlediği suçun tanımı konusunda bir ihtilaf çıkmıştır. Kolombiya Hükümeti’ne göre bu ihtilalcinin karıştığı suç, siyasi bir suçtur ve normalde de siyasi suçluların iade edilmemesi durumu vardır. Böylesi durumlarda suçun vasfını tayin etmeyi, sığınmayı tanıyan ülke yapmaktadır ve bu olayda sığınmayı tanıyan Kolombiya’dır; ihtilal teşebbüsünü bir siyasi suç olarak kabul etmektedir. Latin Amerika ülkeleri arasında böylesi durumlarda siyasi suçluları iade etme zorunluluğunun olmadığını öngören ve sığınmayı tanıyan devlete suçu vasıflandırma yetkisi veren bölgesel bir teamül kuralı vardır. Dolayısıyla Kolombiya’nın suçluyu iade etmemesi, teamüli bir hukuk kuralına dayanmaktadır. Buna karşılık Peru, suçun adi bir suç olduğu, suçlunun geri verilmesi gerektiği ve tanımlamayı ülke devletinin yapacağı ve bu konuda kendisine hak veren bir teamül kuralının var olduğu iddiasındadır. Bu hukuki ihtilafı çözmek için iki taraf da UAD’a başvurmuş ve Divan konuyu inceledikten sonra şu gözlemleri yapmıştır:
“Bu tür bir teamüle dayanan kuralın, teamülün diğer tarafı bağlayacak şekilde yerleştiğini ispat etmesi gerekir. Kolombiya Hükümeti, dayandığı kuralın ilgili devletlerce uygulanan tutarlı ve tekdüze bir örfe uygun olduğunu ve bu örfün sığınmayı tanıyan devlete ait bir hakkın ve ülke devletine düşen bir vazifenin ifadesi olduğunu ispat etmelidir.”
“Divan’ın dikkatine sunulan olaylar, diplomatik sığınmanın kullanılmasında ve çeşitli vesilelerle açıklanan görüşlerde o kadar çok çelişkiyi, o kadar çok değişkenlik ve farklılığı gösteriyor ki sığınma konusunda birbirini süratle izleyen, bazı devletlerce onaylanıp bazılarınca reddedilen sözleşmelerde o kadar tutarsızlık olmuştur ki ve uygulama çeşitli olaylarda siyasi mülahazalarla o kadar çok etkilenmiştir ki bütün bunun içinde suçun tek taraflı ve nihai şekilde nitelendirilmesini öngören sözde kural hakkında hukuk olarak kabul edilen tutarlı ve tek düze herhangi bir örfü ayırt etmek mümkün değildir.”
Dolayısıyla Divan, sığınmaya yol açan sorunun politik bir suç olduğunu ve bu nitelendirmeyi sığınmayı tanıyan devletin yapmaya yetkili olduğunu gerektiren bir teamül kuralının varlığını ileri süren Kolombiya’nın iddiasını, söz konusu uygulamanın tutarlı ve tekdüze olmaması, tutarsızlık ve çelişkilerin uygulamayı bir teamülün sahip olması gereken niteliklerden mahrum ettiği gerekçesiyle reddetmiştir.
İkinci dava örneği ise 1969’daki Hollanda ve Danimarka’yı Federal Almanya ile karşı karşıya getiren Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı Davası’dır. Bir uygulamanın temül kuralı olabilmesi için tutarlı ve tekdüze olmasının yanısıra devletlerin genel katılımını da sağlamış olması gerekmektedir. Genel katılımla anlatılmak istenen tüm devletlerin katılımı değil, teamüle yol açtığı öne sürülen uygulamanın menfaatleri özellikle etkilenen devletler de dahil olmak üzere devletlerin temsil edici bir çoğunluğu tarafından paylaşılması gerekir. Bu tanım, sadece nicelik değil, nitelik bakımından da karşılanması gereken ölçütler koymaktadır. Menfaatleri özellikle etkilenen devletlerin söz konusu uygulamaya katılmaları her halükarda şarttır. 1958 Kıta Sahanlığı Sözleşmesi’nin 6. maddesine göre bitişik ve karşılıklı sahillerde kıta sahanlığının sınırlandırılması, sözleşmenin 6.maddesine göre yapılmaktadır. Anlaşmaya varılamaması halinde ise, özel durumlar başka türlü sınırlandırmayı haklı göstermediği takdirde, anılan maddenin 1.fıkrasına göre karşılıklı sahillerde orta hat, bitişik sahillerde ise 2.fıkraya göre eşit mesafe kuralı uygulanacaktır. Hollanda ve Danimarka, 31 Aralık 1966 tarihli bir antlaşma ile eşit uzaklık ilkesini uygulayarak kendileri ile Federal Almanya arasındaki yan sınırı saptamışlardır. Federal Almanya, sözü edilen antlaşmaya taraf değildir. Eşit mesafe kuralının uygulanması halinde kıta sahanlığı alanı diğer devletlere göre daha az olacağı için Almanya bu kurala bağlı olmak istememiştir. Uyuşmazlık, bu üç devletin anlaşması ile Uluslararası Adalet Divanı’na götürülmüştür. Dava konusu olan uyuşmazlıkta Hollanda ve Danimarka tarafından, Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı’nın sınırlandırılmasında 1958 Cenevre kıta Sahanlığı Sözleşmesi’nin 6. maddesinde belirtilen eşit uzaklık ilkesinin, kıta sahanlığı kavramının içinde mevcut kabul kabul edilmesinin hukuk mantığı açısından zorunlu olduğu ve uygulanması gerektiği öne sürülmüştür. Tarafların sınırlandırma konusunda bir anlaşmaya varamadıkları ve uygulanması öngörülen eşit uzaklık ilkesinin devletlerarası bir teamül kuralı olarak bağlayıcılık kazandığı ve Federal Almanya’nın bu sebeple bu ilkeye uyması gerektiği iddia edilmiştir. 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşme’sine taraf olmayan Federal Almanya, Sözleşme’nin 6. maddesini uygulamayla yükümlü olmadığını, 6.maddede yer alan eşit uzaklık ilkesinin, teamül kuralı da oluşturmadığını öne sürmüştür.
Divan, söz konusu olaya ilişkin değerlendirmesinde, bir uygulamanın teamül kuralı olabilmesi için hukuki yükümlülük bilinci ile menfaatleri özellikle etkilenen devletler de dahil olmak üzere devletlerin temsil edici çoğunluğu tarafından paylaşılması gerektiğini vurgulayarak tekdüze, kapsamlı olması ve bir hukuk kuralının varlığını veya yokluğunu ortaya koyan genel kabülü gösterecek şekilde meydana gelmiş olması gerektiğini belirtmiştir. Divan, bu bağlamda 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşme’sinin 6. maddesinde yer alan eşit uzaklık ilkesinin teamül kuralı olarak kabul edilemeyeceğine ve dolayısıyla Almanya bakımından bir bağlayıcılığı olmadığına karar vermiştir.
Teamülün manevi unsuruna vereceğimiz örnek ise Bozkurt-Lotus davasının kendisi olacaktır. Makalemizin devletler hukuku bölümünün bu son kısmına geçmeden önce belirtmek gerekir ki, şu ana kadar verdiğimiz bilgilerin, yaptığımız açıklamaların ve sunduğumuz örnek ve belgelerin tümünün amacı, Bozkurt-Lotus davasının kilit noktası olan bu teamül hususunun ve Mahmut Esat Bozkurt’un ne denli büyük bir başarı ve zafer elde ettiğinin daha iyi anlaşılmasını sağlamaktır. Öncelikle Bozkurt-Lotus davasının Uluslararası Daimi Adalet Divanı’nın önüne geldiği andan itibaren dava sürecini ve Türk ve Fransız taraflarının taleplerini inceleyeceğiz.
Uluslararası Daimi Adalet Divanı’nın şu sorulara cevap vermesi beklenmektedir:
1) Açık denizde meydana gelen çatmada Bozkurt’un Türk mürettebat ve yolcularından sekizinin ölümüyle sonuçlanması sebebiyle Bozkurt’un kaptanı ile birlikte çatma esnasında Lotus’un kaptanı olan Demons aleyhinde Türk kanunları uyarınca cezai tatbikat yapmakla Türkiye, İkamet ve Yargı Yetkisi Hakkındaki 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Sözleşmesine aykırı olarak devletlerarası hukuk kurallarını ihlal etmiş midir? Eğer etmiş ise bu ilkeler nelerdir?
Bu sorunun ilk hali, Fransa’nın Divan’ın önüne koyduğu şekliyle ‘Türkiye devletlerarası hukuka uygun hareket etmiş midir?’ şeklindedir. Mahmut Esat Bozkurt bu soruyu daha sonra ‘Türkiye devletlerarası hukuka aykırı hareket etmiş midir?’ şeklinde düzelttirip ispat yükünü Fransızlara yükleyerek dahiyane bir hamle yapmıştır. Türkiyenin devletlerarası hukuka aykırı hareket ettiğini iddia ederek uyuşmazlığı ortaya çıkaran Fransızlardır ve bunu ispatlama yükümlülüğü de doğal olarak kendilerinin olmalıdır.
2) İlk soruya verilen cevap olumlu olduğu takdirde, benzer olaylarda devletlerarası hukuk kuralları uyarınca nakdi tazminat veriliyorsa, Demons’a verilmesi gereken tazminat tutarı nedir?
Fransa’nın Divan’dan talepleri:
1) Lozan’da 24 Temmuz 1923’te imzalanmış olan İkamet ve Yargı Yetkisi Hakkındaki Sözleşme’ye ve devletlerarası hukuka göre bir Fransız gemisinin kaptanı hakkında; bu gemi ile Türk gemisi arasında açık denizde meydana gelen bir çatmadan dolayı cezai takibat yetkisinin münhasıran Fransız mahkemelerine ait olduğunu iddia etmiştir.
2) Türk adli makamlarının açık denizde Bozkurt ve Lotus arasındaki çatma sebebi ile Demons hakkında haksız olarak takibat yapmaları, hapse atmaları ve mahkum etmelerinin adı geçen Sözleşmeye ve uluslararası hukuk kurallarına aykırı olduğunu iddia etmiştir.
3) Ayrıca, Fransa bayrak devletinin açık denizde bulunan bir ticaret gemisi üzerinde meydana gelen her olay bakımından münhasır yargı yetkisine sahip olduğunu ileri sürerek yargı yetkisinin Fransa’ya ait olduğunu iddia etmişlerdir. Bu iddia üzerine Divan Fransızlardan bu hususta bir genel geçer uluslararası teamül kuralı olup olmadığını ispat etmesini istemiştir.
4) Bu haksızlıklardan dolayı Demons’un uğradığı zararın telafisi için tazminat tutarının 6000 Türk Lirası olarak belirlenmesine ve bu tazminatın Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti tarafından Fransa Cumhuriyeti Hükümetine verilmesine hükmetmesini talep etmiştir.
Türkiye’nin Divan’dan talepleri:
1) Türkiye muhtırasında; “Devletler hukukunda doğrudan doğruya ve açık bir şekilde bu olayla alakalı olarak, bütün devletler tarafından kabul edilen, Türkiye aleyhine sonuç doğuracak herhangi bir devletlerarası hukuk kuralı bulunmadığından dolayı, Fransa’nın iddiasının aksine İkamet ve Yargı Yetkisi Hakkındaki Sözleşme’sinin 15.maddesine ve uluslararası hukuka aykırı işlem yapmamıştır” demiştir.
2) Açık denizlerdeki gemiler, bayrağını taşıdıkları devlet ülkesinin bir parçası sayıldıklarından ve söz konusu davada suçun meydana geldiği yer, Türk bayrağını taşıyan Bozkurt gemisi olduğundan yapılmış olan takibatta; tıpkı olay Türk topraklarında meydana gelmişçesine Türkiye’nin yetkili bulunduğu açıktır. Öyle ki, benzer olaylar da bunu göstermektedir.
3) Ayrıca Türkiye, Divan’ın vereceği kararın yalnızca Fransa ve Türkiye’yi etkilemeyeceğini, devletlerarası hukuk açısından diğer devletler için de bir yol gösterici olacağını da belirterek Divan’ı vereceği karar konusunda dikkatli olmaya itmiştir.
İkamet ve Yargı Yetkisi Hakkındaki Sözleşme’nin 15.Maddesi: “Türkiye sözleşmeye taraf devletlerle arasındaki ilişkilerde, 16. madde hükümleri saklı olmak kaydıyla, herhangi bir konuya ilişkin doğacak bir uyuşmazlıkla ilgili yargı yetkisi devletler hukukunun temel prensiplerine uygun bir şekilde çözülecektir.”
Tarafların iddia ve savunmalarından sonraki Divan kararı:
1) Fransızlar bayrak kuralına dair uluslararası sözleşmelere atıf yapan iddialar ileri sürdülerse de, Divan’ın kanaatine göre böyle bir kuralın varlığı ikna edici bir biçimde ispat edilememiştir.
2) Türkiye’yi, kaptan Demons aleyhinde takibat yürütmesinden alıkoyacak bir uluslararası hukuk ilkesi bulunamamıştır.
3) 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Sözleşmesinin 15. maddesine aykırı bir durum söz konusu değildir.
4) Türkiye, söz konusu ceza takibatını, devletlerarası hukukun her bağımsız devlete tanıdığı serbestiye dayanarak yapmış; Türkiye’nin takibat yapmasını engelleyecek ilkenin yokluğu göz önünde tutulduğunda, Tahkimname hükmünce belirlenen uluslararası hukuk ilkelerine aykırı hareket etmemiştir.
Fransa’nın taleplerinde görüldüğü üzere Türkiye’nin devletlerarası hukuk prensiplerini ihlal ettiği iddiası vardır. Hatırlanacağı üzere devletler hukukunun kaynakları bölümünde birbiri ile eşdeğer geçerlilik gücüne sahip iki ana kaynak olan sözleşmelerden ve teamüllerden bahsetmiştik. Fransa, bu iddiasını ispatlamak için ya Türkiye’nin taraf olmuş olduğu geçerli bir yazılı sözleşme maddesi, ya da Türk Devleti’ni yükümlülük altına sokacak olan bir teamül hukuku kuralı bulmak zorundadır. Lozan’da imzalanmış olan İkamet ve Yargı Yetkisi Hakkındaki Sözleşme’nin 15.Maddesi’ne göre sözleşmeye taraf devletler arasında meydana gelecek bir uyuşmazlığın devletler hukukunun temel prensiplerine uygun bir şekilde çözülmesi belirtilmiştir. Bu maddede görüldüğü üzere bu temel prensiplerin neler olduğu belirtilmemiştir. Konuyla ilgili olarak Türk Devleti’nin yazılı olarak imzaladığı ve Fransa’nın kanıt olarak kullanabileceği başka bir sözleşme veya antlaşma da yoktur. O zaman Fransa için iddiasını ispatlamak üzere tek bir seçenek kalmaktadır: Bir gelenek hukuku, yani teamül hukuku kuralı bulup ortaya çıkarmak.
Devletlerin, devletlerarası hayata ilişkin uygulamaları genel, tutarlı ve tekdüze olsa da bu durum tek başına bir teamüli kuralın ortaya çıkışına yetmemektedir. Bu uygulamanın bir hukuki inanca dayanması gerekmektedir. Bir başka deyişle, sadece devletlerin belli bir konu veya alanda ne yaptıklarına değil, yaptıklarını niçin yaptıklarına da bakmak gerekmektedir. Teamülün oluşumundaki bu psikolojik unsur, daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi onu sıradan alışkanlıklardan ve geleneklerden ayırır. Bozkurt-Lotus davasında da Fransa’nın iddiası, açık denizlerde meydana gelen çatmalarda bayrak devletinin tek başına yargı yetkisine sahip olması şeklinde ortaya atılmıştır. Bayrak devleti, denizcilik alanında gemilerin kayıtlı olduğu limanın bulunduğu ülkedir. Gemi, bu ülkenin bayrağını taşır ve bu ülkenin kanunlarına tabi olarak ilgili işlemlerini yürütür. Fransa, bu durumun devletlerarası bir teamül kuralı olduğunu savunmuştur. Çünkü bu tip kazalar ne zaman açık denizde meydana geldiyse, zarar gören fakat bayrak devleti olmayan devletler hep kendi ülkelerinde dava açmaktan kaçınmışlardır. Yargılamayı da hep bayrak devleti yapmıştır. Uluslararası Daimi Adalet Divanı, bu iddiayı şu gerekçelerle kabul etmemiştir:
“…Bayrak devleti dışında kalan devletlerin açık denizlerdeki çatmalarda yetki kullanmamaları hususundaki yargısal kararların azlığı, ileri sürülen şartları ispatlamaya kafi gelse bile, bu sadece devletlerin uygulamada çok defa ceza davası açmaktan kaçındıklarını gösterir; kendilerini bunu yapmaya mecbur hissettikleri anlamına gelmez. Çünkü ancak böylesi bir çekinme, bilinçli bir çekinme görevine istinat ederse bir devletlerarası teamülden bahsetmek mümkün olur. İleri sürülen hakikat, devletlerin böyle bir görev bilinci içinde oldukları sonucunu çıkarmaya izin vermemektedir.”
Böylece UDAD, Türkiye’nin durumunda olan devletlerin açık denizde meydana gelen çatmalar sebebiyle açtıkları davaların az olmasını ve birçok durumda bu gibi devletlerin dava açmaktan kaçınmış olmalarını; bu davranışlar bir yükümlülük duygusuyla yapılmadığı için bu konuda bir teamül kuralının varlığını ortaya koyan kanıtlar olarak Fransa’nın iddiasını kabul etmemiştir.
Bir teamül hukuku kuralının ispatı, devletler hukukunun en zor, karmaşık ve sıkıntılı konularından biridir. Bozkurt-Lotus davasının daha en başında Fransa’nın ‘Türkiye devletlerarası hukuka uygun hareket etmiş midir?’ sorusunu Mahmut Esat Bozkurt’un ‘Türkiye devletlerarası hukuka aykırı hareket etmiş midir?’ şeklinde düzelttirmesinin bu bağlamda davanın Türkiye lehine sonuçlanmasını ne kadar büyük bir oranda etkilediği de aşikardır. Çünkü Bozkurt, hukuka aykırı hareket etme iddiasının ispat yükümlülüğünü, olması gerektiği gibi iddianın sahibi olan Fransa’ya yönlendirmiştir. Adalet Bakanı olması hasebiyle de Türkiye Cumhuriyeti’nin imzaladığı tüm antlaşma ve sözleşmelere hakim olduğundan Fransa’nın işine yarar yazılı bir sözleşme maddesi bulamayacağını bildiğinden, bundan dolayı tek çare olarak işine yarar bir teamül hukuku kuralı ispatı yoluna gideceğini en baştan beri tahmin ederek hamlesini gerçekleştirmiştir. Böylece Fransa, teamüllerin sisli, puslu, karmaşık ve tehlikeli vadisine sürüklenmiş ve orada kaybolmuştur.
Bozkurt-Lotus davasının en önemli sonuçlarından biri, batılı devletlerin Osmanlı zamanından kalma, kendilerine ayrıcalık tanınması fırsatı veren kapitülasyonları sürdürme niyetlerinin ve Türk Devleti’nin bağımsız mahkemelerinin işleyişine müdahil olma cüreti ile iç işlerine karışma çabasının Fransız tilkisine atılan Bozkurt tokadıyla tamamen sona erdirilmiş olmasıdır. Al yanak, Fransız tilkisine pek yakışmış, suya tutsa da, çitilese de o günden bugüne 90 senedir suratındaki fransız pembesini çıkaramamıştır. Belki de kozmetik ve güzellik modasında ayrı bir yeri olan fransız pembesi, ortaya çıkışını Bozkurt tokadına borçludur, kimbilir… Bu arada tevafuk mudur bilinmez, Fransız Lotus gemisinin kaptanı Demons’un ismi, ‘şeytan’ anlamına gelmektedir…
Bozkurt tokadı, devletler hukuku biliminin en temel iki ilkesi olan ve makalemizin en başında belirttiğimiz ‘egemen eşitlik’, ve ‘egemen otorite’ ilkelerinin ortaya çıkmasına vesile olmuş ve öğretideki bu iki temel ilke ‘Bozkurt ilkesi’ olarak adlandırılmıştır (Bugün bilgi kaynaklarının çok önemli bir kısmına batılılar hakim olduğundan bu prensibi kendi kaynaklarında davayı kaybeden tarafın gemisinin ismiyle ‘Lotus ilkesi’ olarak adlandırmaktadır. Biz, olması gerektiği gibi kazanan tarafın yani Türk Devleti’nin gemisinin ismiyle ‘Bozkurt ilkesi’ olarak anacağız).
Bugün tüm dünyadaki devletler hukuku ders kitapları, Bozkurt tokadıyla açılmaktadır; yani Türkçe, İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca, Rusça, Çince, Arapça, vs. tüm dillerdeki tüm devletler hukuku ders kitaplarının açılış davası, ilk ele alınan dava, devletler hukuku biliminin temel ilkelerinin oluşmasına sebebiyet verdiğinden Bozkurt-Lotus davasıdır.
Makalenin son kısmında kısaca bu davanın görüldüğü dönemdeki konjonktürel şartları ele alarak uluslararası arenada kazanılan bu zaferin önemini daha iyi anlamaya ve anlatmaya çalışacağız.
Konjonktürel Bakış ve Siyasi Analiz
Şimdi hep birlikte varlığıyla gurur duyduğumuz ve kurucularını rahmetle andığımız Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarına geri dönelim ve o dönemde ülkemizin ve dünyanın durumuna bu makalede değinebileceğimiz kadarıyla bakmaya çalışalım. Bozkurt ��" Lotus olayının meydana geldiği 1926 ve davanın karara bağlandığı 1927 yılından önce Türk Devleti ve milleti sırasıyla Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşları ile karşı karşıya kalmış hem nitelikli insan gücü hem de ekonomik anlamda tükenmiş bir durumdaydı. Osmanlı Devleti Dönemi’nde 1874 yılında yapılan nüfus sayımına göre imparatorluğun toplam nüfusu 28.9 milyondu. Yine aynı dönemde bu sayım üzerinden yapılan analizlerde Anadolu’nun nüfusu 12 milyon olarak tahmin ediliyordu. Cumhuriyet Dönemi’nde yapılan nüfus sayımlarına baktığımızda ise davanın karara bağlandığı 1927 yılında ülke nüfusunun 13.648.270 olduğunu görüyoruz. 1935 yılından itibaren 5 yılda bir yapılan nüfus sayımlarında ise nüfus artış hızının ortalama %21 ��" %22 civarında olduğunu görüyoruz. Bu verileri baz alıp 1874 yılından 1927 yılına kadar geçen 53 yıllık süre için bir simülasyon yaptığımızda Anadolu nüfusunun 1927 yılında olası miktarının 50.000.000 civarında olduğunu görüyoruz. Bu duruma baktığımızda var olabilecek insan gücümüzün neredeyse dörtte üçünün savaş, hastalık, ekonomik sıkıntı gibi nedenlerle kaybedilmiş olduğunu görüyoruz.
Yine Cumhuriyetin ilk yıllarına baktığımızda ülkede okur yazarlık oranın %10 gibi düşük bir seviyede olduğunu görüyoruz. Ekonomik alana baktığımızda Osmanlı Devleti’nin sanayi devrimi ile birlikte oluşan yeni ekonomik modele entegre olamadığını, ülke topraklarının özellikle erken kapitalist İngiltere, Fransa gibi ülkelere pazar haline geldiğini, Lozan ile kaldırılana kadar kapitülasyonlar ile bu ülkelere imtiyazlar verildiğini, getirisini devletin alamadığı tarıma bağlı üretim modelinin devam ettiğini, bu şartlar altında kendi sanayisini kurmak zorunda olan üstüne üstlük bir de Osmanlı Devleti’nden devralınan borçları ödemek zorunda olan bir Türkiye Cumhuriyeti görüyoruz. Dönemin Türkiye Cumhuriyeti ile iç dinamiklere kısa bir bakıştan sonra bu verileri aklımızda tutarak ve bu verilere geri dönmek üzere şimdi de aynı dönemdeki dış dinamikleri ve uluslararası ortamı kısaca incelemeye çalışalım.
Devamı:
https://www.kalpoder.com/2017/11/11/ataturkun-bozkurtu/
Değerli okuyucumuz,
Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
· Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
· Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
· Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
· Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
· Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
· Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.
Yorumlar
+ Yorum Ekle