1921 yılı…
Atatürk’ün, Melhame-i Kübra olarak adlandırdığı Sakarya Meydan Muharebesi’nin yaşandığı zor günler…
Atatürk, sadece yirmi dakikalık uyuduğu bir günün ufuk anında kalkarak; Ali Metin Çavuş’a, derhal Fevzi Çakmak Paşa’yı telefonla arayıp bulmasını ve hemen yanına gelmesi gerektiğini söylemiştir. Kısa sürede yanına gelen Fevzi Paşa’yı, Atatürk asker selamı ile karşılamıştır. Selamlaşmanın ardından Fevzi Paşa’da çağrılmadan önce zaten Atatürk’ü görmek için onun yanına doğru yola çıktığını ifade etmiştir.
Atatürk önündeki kağıda “Bugün gördüğün rüyayı yaz ve bana ver!” şeklinde bir yazı yazarak Fevzi Paşa’ya uzatmıştır. Atatürk’te aynı anda o sabah gördüğü rüyayı başka bir kağıda yazmaya başlamıştır.
Yazma işi bittikten sonra iki büyük komutan kağıda yazdıklarını birbirlerine vermiştir. Karşılıklı yazdıklarını okuduktan sonra ise iki komutanımız birbirlerine bakarak gülümsemişlerdir.
Yıllar sonra her iki komutanın da yazdıklarını kendi kağıtlarından okuyan Ali Metin, her iki kağıtta da şu rüyanın yazılmış olduğunu görmüştür:
Görklü Muhammed, Hacı Bayram-ı Veli’ye diyor ki:
“Mustafa’ya söyle, KORKMASIN, sonunda ZAFER onların olacak!”
Bilindiği gibi, aynı gecede rüyalarında Görklü Muhammed’i, Hacı Bayram-ı Veli’ye bu sözleri söylerken gören iki muzaffer komutanın o günkü isimleri, “Mustafa Kemal” ve “Mustafa Fevzi”dir.
Atatürk nezdinde Sakarya Savaşı’nı, Melhame-i Kübra olarak onaylanmasının sebebi bu rüyada saklıdır.
Ne demektir Melhame-i Kübra? Günümüzde sıklıkla Türk Milleti’nin psikolojik harp unsuru halinde sözde korkutularak eski ve yeni Ahit’in bozulmuş bilgisi temelinde yönlendirilmeye çalışıldığı Armageddon Savaşı…
Bilinmesi gereken, Atatürk’e göre Armageddon Savaşı bundan tam yüz yıl evvel Anadolu topraklarında yaşanmış ve TÜRK DEVLETİ’nin, büyük zaferi ile sonuçlanmıştır.
Dahası Melhame-i Kübra ifadesi Atatürk’e görev veren Devletinin, deruni varlığının zahire bırakılan izini de barındırmaktadır. Melhame-i Kübra ile ilgili meşhur hadislerde ne yazmaktadır:
“Melhame-i Kübra ile Kostantiniyye'nin fethi arasında altı sene vardır.”
Atatürk, “1927 yılına kadar neden İstanbul’a gitmedi?” sorusunun cevabı bu hadiste saklıdır. Çünkü 1921 yılında yapılan Sakarya Melhame-i Kübra’sından tam altı sene sonra yani 1927 yılında Atatürk İstanbul’a ayak basmıştır. İlk kez açıklanan bu gerçek devletin deruni aklının Yüce Atatürk’e bahşettiği bir vazife-i mahsusanın zahire yansıyan küçük bir ifadesidir!
İşte bu yazımızda büyük zafere giderken Melhame-i Kübra’nın / Armageddon Savaşı’nın ilk işaret fişeği olan İzmir’in işgalinin sırlanmış meselelerini konu edeceğiz.
İzmir…
İzmir her dönem devletimizin en önemli kodlarından biri olmuştur.
Bu kodun öneminin farkında olan Haçlı zihniyeti, Türk Devletinin egemen olduğu kalpgahına, her defasında İzmir ve çevresi üzerinden işgal planları uygulamıştır.
Tarihin bu ilginç tekerrürünü antik çağdan yakın çağ zamanına kadar anlatabiliriz. Öyle ki, Odin’in başlattığı yer çağına ait döneminden Hititlere, Çaka Bey’in öldürülmesinin hemen akabinde İzmir üzerinden başlatılan Haçlı Seferleri’nden Timur’un bölgeyi yeniden ele geçirmesine kadar aynı tekerrür sahnelerini İzmir ve çevresi üzerinden ifade edebiliriz. Bu yazı antik çağdan ziyade daha yakın tarihsel süreçleri içerecek bir yazı olduğundan, bahsi geçen durum araştırılırsa zaten görülecektir.
Yakın tarihsel olgulara değinerek devam edelim…
İzmir’e yapılan stratejik ve planlı işgal hareketlerinin en önemlilerinden biri Çanakkale Deniz Savaşı’ndan önce 1 Kasım 1914 yılında İzmir’in İtilaf Devletleri tarafından planlanan işgalidir. Bu plan çerçevesinde İngilizler, İzmir Limanına saldırmış ve bu saldırı sırasında Türk donanmasına bağlı bir mayın gemisi batmıştır. Saldırı I. Dünya Savaşı göz önüne alındığında İngilizlerin, Osmanlıya karşı düzenlediği ilk saldırı olmuştur.
Bu saldırının ardından ise İtilaf Devletleri tüm deniz kuvvetleri ile Çanakkale’ye doğru giderken; 5 Mart 1915 yılında İzmir’e ilk saldırıdan daha büyük olan organize ve planlı bir saldırı başlatmıştır. Dikkat edilmesi gereken nokta henüz Çanakkale Savaşı başlamamıştır! Hatta öyle ki, düşman Çanakkale’den önce İzmir’e karadan bir işgal harekatı planlanmış ancak İzmir Valisi Rahmi Bey ve Celal Bey’in (Celal Bayar) önderliğinde büyük bir direniş ile karşılaşmışlardır. İzmir’de düşmana denizden ilk yenilgisi tattırılmıştır.
Vali Rahmi bey dört gün boyunca süren bu bombardıman harekatı süresince İkdam Gazetesi’ne yaptığı açıklamalar ile İzmir’e yapılan saldırıların sadece deniz harekatı olmadığını, bu düşmanca harekatın asıl hedefinin karadan işgali amaçladığını belirtmiştir. Ayrıca Rahmi Bey, “Kalede yapılmakta olan müdafaanın bir aynı ve hatta daha müthişi İzmir’de yapılacak, şehir baştanbaşa düşman kanıyla boyanacak, düşmanlar maksatlarına nail olamayacaklardır.” şeklinde ki açıklamasıyla da karadan işgal harekatını beklediklerini açıkça deklare etmiştir. Sonuç olarak İzmir’e planlanan kara harekatına imkan tanınmamıştır.
İngiliz ve Fransızların önderliğinde gerçekleştirilen İzmir saldırısının önemi Çanakkale Deniz Harekatı’ndan önce gerçekleştirilen denizden ve karadan planlanan ilk işgal harekatı olmasıdır. Saldırılarda İngilizler daha önce topladıkları istihbarat raporlarına aykırı olarak; İzmir’in bilinmeyen bölgelerinden savaş gemilerine karşı top atışı yedikleri ifade etmişlerdir. (Bugün bu bilinmeyen top atışlarının II. Abdülhamid Han döneminde hazırlanan topçu bataryalarından kaynaklandığını belgeleri ile genel tarih kabulü halinde bilinmektedir.)
İngiliz istihbaratı İzmir’in deniz ve karadan savunulması hakkında büyük bir yanılgı içerisine düştüğünü raporlar ile dile getirmiştir. Daha da önemlisi İzmir’de planlanan bu şanlı direniş ile İtilaf Devletleri Çanakkale’den önce ilk yenilgilerini almışlardır! Düşmanın İzmir’deki ilk yenilgisi Çanakkale’nin habercisi niteliğinde olmuştur.
İtilaf Devletlerinin, Çanakkale’deki ağır yenilgisinin üzerinden dört yıl geçtikten sonra düşman Anadolu için tekrar yeni bir işgal planı hazırlamıştır. Bu işgal planında da saldırı için ilk hedef noktası İzmir’dir.
10 Mayıs 1919’da İtilaf Devletleri adına Yunanların İzmir’i işgal etme kararı alınmış ve 15 Mayıs’ta İzmir’e Yunan askeri ayak basmıştır. Yunan askeri İzmir’e ayak basar basmaz Türk’ün teşkilatlı direnişi ile karşılaşmıştır. Bir İngiliz istihbarat raporunda “Sanki Türkler uzun zamandır bu işgale hazırlanmış gibiler…” şeklinde bir ifade kullanılmıştır.
İngiliz istihbaratını bu ifadeyi kullanmaya iten sebepler Türk Devleti’nin yıllardır üstünü örttüğü birçok sırrı barındırmaktadır.
İzmir’in işgalinin başladığı gün, Anadolu’nun en ücra noktalarına kadar İzmir Redd-i İlhak Heyet-i Milliyesi Cemiyeti adına:
“Ey bedbaht Türk! Wilson Prensipleri’nin insancıl başlığı altında senin hakkın gasp ve namusun yırtılıyor. İşgal başladı. Son ümidimiz milletimizin göstereceği karşı koymaya bağlıdır. Vatan ordusuna katılmaya hazırlanınız!” şeklinde telgraflar çekilmiştir.
Telgrafların tüm yurda ulaşmasıyla birlikte aynı gün ve anda Redd-i İlhak Cemiyeti’nin özellikle Ege bölgesinde birçok şubesi sanki bu işgale hazırmışçasına hızlıca kurulduklarını ilan edip, bölgeye asker göndermişlerdir. Denizli’deki Redd-i İlhak Cemiyeti’nin kurucu üyelerinden biri Piyade Birinci Mülazım Ethem Mutlu’dur. Ethem Mutlu’nun hayattayken yazdığı, ancak yayınlamaya ömrü yetmediği anılarını ilk kez yayınlayarak işgal günlerini ve Redd-i İlhak Cemiyeti’nin faaliyetlerini nasıl anlattığını okuyalım.
Piyade Mülazım Avukat Ethem Mutlu’nun da belirttiği üzere telgrafların çekilmesinin hemen ardından İzmir’in işgaline karşı direniş harekatını sürdürmek için bölgeye özel askeri birlikler gönderilmiştir. Ayrıca Ege bölgesi dışında kalan diğer bölgelerde de işgale karşı direniş için farklı isimler altında yeni cemiyetler kurulmuştur. İşte İngilizleri bu farklı isimler altındaki teşkilatların kurulmasındaki sürat şaşırtmıştır.
Bu süratın nedeni İlk Kurşun’un ilk kez açıklayacağımız iki sırrında saklıdır…
Yazımıza ilk sırrı açıklayarak devam edelim…
Yıllarca ilk kurşunun nerede ve ne zaman atıldığı tartışma konusu olmuştur. Devletimiz tarafından hakikatlerin bilerek üstü örtülmüştür. Bu örtülerden biri Hasan Tahsin’dir. İlk kez yayınlamış olduğumuz işgale şahit olan ve direnişe ivedilikle katılan Türk Ordusunun neferi Ethem Mutlu anılarını 1937 yılında bir kitap haline getirmeye başlamış ve 1939 yılında tamamlamıştır. Bu anıların hiçbir yerinde Hasan Tahsin’in ilk kurşunu İzmir’de atarak İstiklal Savaşı’nı başlattığı ifadesi yer almaz. Kaldı ki ne Nutuk’ta ne de 1940’a kadar yazılan tarih kitaplarının hiç birisinde Hasan Tahsin’in ilk kurşunu attığı bilgisi yer almamıştır. Hasan Tahsin meselesi Rahmi Apak’ın 1940’larda yazdığı bir eserinin ardından dillendirilmeye başlamıştır. Dediğimiz gibi bu devletimizin gerekli gördüğü bir örtüdür. (Konjonktür vs. ne derseniz deyin.)
İlginç olan nokta; Hasan Tahsin kelimesi Devletimiz tarafından kullanılmamasına rağmen ilk kurşunun İzmir’de atıldığı bilgisi Atatürk döneminde dahil olmak üzere birçok kaynakta dile getirilmiştir. Üstelik İzmir’den daha önce Adana, Hatay vs. gibi yerlerde ilk kurşunun düşmana sıkıldığının bilinmesine rağmen Türk Devleti özellikle Hasan Tahsin ifadesi geçmeksizin; İzmir ve ilk kurşunu yan yana getirmiştir. Peki ama neden?
Dedik ya, İzmir ve çevresi Çaka Bey’den Umur Bey’e, Timur’dan II. Abdülhamid Han’a kadar Türk Devleti için bir koddur. Ne demek istiyoruz kısaca açıklayalım.
İzmir üzerinden son Türk yurdu Anadolu’nun işgal planları için Türk Devleti el altından daha II. Abdülhamid Han döneminde büyük bir gizlilik içerisinde hazırlıklar başlatmıştır. Bu hazırlıklar çerçevesinde İzmir’den planlı bir şekilde atılacak ilk kurşun, tüm yurttaki Teşkilat hücreleri için bir işaret fişeği olacaktır. Bu işaret üzerinden Teşkilat’ın uyuyan hücreleri uyanarak; büyük işgale karşı direniş harekatı başlatacaktır.
Teşkilat tarafından cennet mekan II. Abdülhamid Han’a verilen görev neticesinde İzmir’de atılacak ilk kurşunun yeri SIRLANARAK, tam bu noktaya bir mimari eserin yapılması planlanmıştır. II. Abdülhamid Han, bir direniş misyonunu yerine getirecek olan bu mimari eseri en kısa sürede belirlenen yere döneminin ünlü Fransız mimarlarına yaptırtmıştır. İnşa edilen mimari esere II. Abdülhamid Han’ın belirlediği şekilde Teşkilat’ın mührü vurulmuştur! II. Abdülhamid Han döneminde yapılan eserin o günkü ismi İzmir Gümrük Binasıdır. (Bugünkü ismi ile Konak Pier)
İlk kez yayınladığımız belgede, II. Abdülhamid Han tarafından görevlendirilen özel muhafızların binayı koruduğu görülmektedir. (İlgili belgeler 1888 yılına ait çekilen fotoğraflardır ve II. Abdülhamid Han’ın fotoğraf albümünde yer alan resmin orijinaline aittir! Kırmızı ile çerçeveli yerlerde iç içe geçmiş üç hilal sembolü yer almaktadır.)
Misyon sahibi olan bu mimari eser tarihsel belge niteliğindedir. Bu belgenin önemi şudur:
Teşkilat-ı Mahsusa’ya ait zannedilen iç içe geçmiş üç ay yıldızın yer aldığı sembolün; 1888 yılında II. Abdülhamid Han tarafından kullanıldığı ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla sembolü Teşkilat-ı Mahsusa’ya atfedip, sembolün geçmişini 1911 yılıyla başladığını zannedip kitap yazanların yazdıkları teoriler artık tarihin çöplüğündedir. On Altı Yıldız’da defalarca belirtildiği üzere bu sembol TEŞKİLAT’a aittir. Sözde bilimsel tarihçilik yapanlara sorumuz şudur:
II. Abdülhamid Han’ın kendisinin en önemli mimari eseri olarak gördüğü tarihi binada 1888 yılında kullandığı sembolün, Milli İstihbarat Teşkilatımız’a ait müzede yer alan ve Teşkilat-ı Mahsusa’ya ait olduğu zannedilen Enver Paşa ve Resneli Niyazi gibi isimlerin eşyalarındaki işi nedir? Birileri bu sorunun cevabını düşünürken; Türk Devletinin deruniliğinden çekindiklerini şimdiden hisseder gibi oluyoruz!
II. Abdülhamid Han bu mimari esere o kadar önem vermiştir ki; eserin mavi ile daire içinde olan bölümüne:
“II. Abdülhamid Han’ın gayretleri çabaları deniz gibidir! O emr ederse, deniz, bir karadan görünen derya olur. O gayretleri ölçüye, kudreti tahmine sığmayan bir padişahtır. Bu iddialı sözlerin delili de İzmir Gümrük Binasıdır.” şeklindeki kitabeyi kazıtmıştır. Ayrıca kitabeden binanın 1888 yılında inşa edildiği de yazmaktadır.
II. Abdülhamid Han, inşa ettirdiği hiçbir mimari esere bu denli iddialı sözler yazdırmamıştır. Bu durum detayı ile araştırılırsa görülecektir. Bu mimari eserin özelliği ise; Teşkilat üzerinden eserin olduğu noktaya biçilen misyondur. Yani bu mimari esere yüklenilen ilk kurşunun atılacağı yer olma misyondur. Elbette ki şurası bilinmelidir ki, bu yazımızda bu misyonun zahirini ifade ediyoruz. Ancak Çaka Bey’den Umur Bey’e, Timur’dan II. Abdülhamid Han’a kadar İzmir’deki bu noktanın ve çevresinin fizik ötesi boyutu da bu kitabenin “Emri derse bahr olur bir berrde derya ru-nüma” cümlesinde saklıdır. Ayrıca bu mimari eserin önemli yerine gizli bir suret sırlanmıştır!
Sözün kısası bu misyon sahibi tarihi binanın önü İzmir’de ilk kurşunun atıldığı yerdir. İlgili alan 9 Eylül 1922’den itibaren Çaka Bey rıhtımı adıyla 2010 yılına kadar Türk Deniz Kuvvetleri’nin şerefli mensupları tarafından Çakabey Komodorluğu adıyla kullanılmıştır.
İlk kurşuna ait ikinci sırrın açıklanmasında sıra…
Melhame-i Kübra’ya giden yolda Teşkilat hücrelerinin uyanmasına vesile olan ilk işaretinin olduğu gibi bir de son işareti vardır. Yani nasıl ki ilk kurşunun atıldığı yerde teşkilatın mührü varsa SON KURŞUN’un atıldığı sırlı bir yerde de teşkilatın mührü bulunmaktadır. Bu yerde Türk Devleti tarafından daha önceden planlanarak belirlenmiştir. İlgili yeri günü geldiğinde yazacağımızı belirterek; son kurşunun Teşkilat’ın belirlediği noktada atıldığının haberini alan Şükrü Naili Gökberk Paşa’ya ait tarihi bir belgeyi yayınlayalım. Son Kurşun’un atıldığı yeri bilen ve son kurşunun atıldığı haberini aldıktan sonra İstanbul’da Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Riyaseti’ne girerek; Genelkurmay Başkanlığı koltuğuna oturan Şükrü Naili Gökberk Paşa’nın çektirdiği ilk resmin orijinalini ilk kez yayınlıyoruz.
Sözün özü, Melhame-i Kübra’ya giden yolda Türk Devleti tarafından gelişecek olan tüm olumlu ve olumsuzluklara karşı ayrı ayrı stratejiler yıllar öncesinden yapılmıştır. Stratejilerin içeriği olayların aldığı yöne göre belirlenecektir. Ancak ilk ve son kurşunun atılacağı yer stratejinin değişmez parçasıdır! Yani eğer ki düşman 1915’te İzmir’e karadan girebilmeye muvaffak olsaydı, İlk ve Son Kurşun’un atılacağı yer yine aynı olacaktır!
İlk kurşun kadar son kurşunun da önemi büyüktür.
Son kurşun, savaşın silahlı strateji kapsamındaki kısmının bittiğinin göstergesi olsa da aynı zamanda diplomatik anlamda farklı bir cephenin açıldığının da işareti olmuştur.
Teşkilat, yeni Türk Cumhuriyeti’nin lideri hayattayken onun attığı her adımı bizzat planlamıştır. Yüce Atatürk’ün, 6 yıl İstanbul’a ayak basmamasını sağlayan güç; onu dünyasını değiştirdiği güne kadar yalnız bırakmamıştır. Bu mesele son kurşun ile başlayan derin diplomatik stratejinin cephesine ait alandır. Bu sebepledir ki, Atatürk’ün attığı her adımın bir misyon çerçevesinde atıldığı göz önüne alınarak, Yüce Atanın adımları yeniden analiz edilmeye muhtaçtır.
Bu olguya en güzel örneklerden biri Atatürk’ün nüfusa kayıtlı olduğu mahalle üzerinden verilebilir. Atatürk’ün nüfusa kayıtlı olduğu Gazi şehrimiz Gaziantep’in Bey mahallesidir. Atatürk, Gaziantep gezisi sırasında Bey mahallesinde bir evde konaklamıştır. Mahallede günümüzde Atatürk’ün yattığı karyola dahil olmak üzere, Atatürk’ün konakladığı güne ait bir çok anıyı barındıran envanterin yer aldığı bir müze bulunmaktadır.
İlgili resim müzenin Atatürk’e ait eşyalarının olduğu en önemli kısmına aittir. Atatürk’ün yattığı karyolanın ayak kısmında ki mor kadife örtünün üzerindeki Teşkilat’a ait iç içe geçmiş üç hilali görüyor musunuz? Bir kitabımızda önemli bir Türkmen ailesinin Atatürk için halı dokuttuğunu ve bu halının elimizde bulunan orijinaline ait bir resmi yayınlamıştık. Bu halının köşelerinde üç hilal ve hilallerin içerisinde de üç çiçek deseni işlenmişti. İşte Atatürk’ün nüfusa kayıtlı olduğu Bey mahallesinde ki karyolasının ayak kısmındaki kadife örtüyü Gaziantep’teki müzeye bağışlayan da aynı ailenin bir ferdidir!
İşaretlerin tümü son kurşunun atılmasından itibaren açılan yeni derin diplomatik cephe kapsamında değerlendirilmelidir. Nitekim Atatürk gibi bir lider sayesinde, devlet ile hükümet aynı hedefe kilitlenebilmiştir.
Sözün kısası Yüce Atatürk tanınmadan, Yüce Türk Devleti bilinmez!
Günümüzde dünyanın genel konjonktürünün hızla değiştiği günleri yaşıyoruz. Korona, Aşı, Mülteci, ekonomi, yönetimsel sorunlar vs. vs. vs. birçok elle tutulur sorunlar gündemimizde yer almaktadır. Hatta gündemde yer almayan planlarda devletimizin bilgisi dahilinde süratle gelişme göstermektedir.
Bilinsin ki, TÜRK DEVLETİ her olumsuzluğa karşı (Biyolojik silahlarda buna dahil! Sabredin ve görün!) planlarını yıllar öncesinden yapmıştır! Tıpkı ilk kurşundan Melhame-i Kübra’ya kadar geçen süreçte olduğu gibi…
Unutulmamalıdır ki, Türk Milleti Armageddon Savaşı’nı zaferle sonlandırmıştır! Gün Armageddon’a hazırlanma günü değildir! Gün, Türk’ün Ergenekon’dan çıkıp, Türklük camiası ile birlikte Ötüken’e oturma günüdür! Eski ve yeni Ahit üzerinden fısıldayanların büyüleri Türk’ün Ötüken’e oturacağı an geldiğinde kırılacaktır!
Tüm bu süreçte ümitsizliğe kapılanlara yazının başında anlattığım iki büyük MAREŞAL’in rüyasına ait olay üzerinden bir mesaj verelim.
Yazının başında belirttiğim rüya hadisesinden sonra iki büyük komutan Meclis’e geçmişlerdir. Bir gün önce mecliste ümitsizlik içerisinde meclisin Kayseri’ye ne zaman taşınacağı konuşulmuştur. Ancak Atatürk, gördüğü rüyanın etkisiyle Fevzi Paşa ile meclise girdiği andan itibaren meclisin Ankara’da kalması gerektiği üzerine vekilleri nasıl ikna edeceğini düşünmeye başlamıştır. Atatürk meclisteki ünlü odasına geçmek üzereyken; meclisin tahtasına bir şiirin yazıldığını görmüştür. O sabah meclise gelenler bu tahtadaki şiiri okuyup, etkilenmiş ve meclisin şanlı direnişinin Ankara’dan sonuna kadar devam edeceğini kürsüden duygu dolu mesajlar ile haykırmışlardır. Bu şiir vesilesiyle Atatürk’ün, meclisi ikna etmesine gerek kalmamıştır.
Şiiri, meclisin meşhur kara tahtasına yazan isim, Atatürk’ün ‘Meclis’in Gülü’ dediği ve onun sakalını sıvazlamadan kürsüde konuşmaya çıkmadığı Melami ehli Nüzhet Dede’dir. Dede’nin, anlayanlar için geçmiş ve bugünümüzü ön gören şiiri ile yazıyı sonlandırıyorum:
“Kabız olmuşsa alem-i İslam bütün,
İngiliz tuzu içer, Malta’da Yunan sıçarız!
Afganistan kadehi ile çekeriz Hint yağını;
Gah Loyd Corc, gâhi Kurzon, gâhi Kostan sıçarız!
Bolşevikler ile teşrik-i mesa-i ederiz,
Kızıl ordu gibi etrafa kızıl kan sıçarız!
Bizi bir katre bile saymadılar deryada,
O köpekler ne bilir, katrandan umman sıçarız!
Ecnebiler dil uzatmış Arabistan bokuna,
Sonra bilmez işeriz, başına her an sıçarız!
Boklarız ortalığı pak edemez deryalar,
Akıbet İngiliz’in burnuna, Reyyan sıçarız!
Ermeni milletine ver bu haberi Nüzhet,
Her sabah Ali Kemal’in üstüne Mihran sıçarız!”
Baran Aydın
https://www.onaltiyildiz.com/?haber,8613/ilk-kursun-un-sirri-teskilat
Değerli okuyucumuz,
Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
· Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
· Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
· Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
· Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
· Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
· Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.
Yorumlar
+ Yorum Ekle