1.BÖLÜM
ATATÜRK VE DNA
Kanatları göğe çarpan bir kuştur yüreğim. Oysa bilirdim sizlerin kanatlarının âlemlere nasıl açıldıklarını. Şu mavi gök, sizlere dar gelirdi, bizim ise kanatlarımızın çarptığı bir duvar. Belki bu yüzden kan revan içinde her yanım.
Güzel insan, ne demiştin: “En güzel incileri bulmak için inmelisin yüreğinin derinliklerine.” İndikçe kayboluyorum Osman Baba. Kayboluyorum elimden tutmazsan. Kayboluyorum bakışlarını sırtımda hissetmezsem. Kayboluyorum dualarının arasına katmazsan beni…
Demiştin ya; “Gözlerimizin değdiği güller, yüreğimizin kokusudur.” diye. Zamana ve mekâna uzanan ellerin, elimizi tutmazsa halimiz nic’olur? Bilmezdim, ayrılığı hep yanında taşıdığını. Ağlamama bu yüzden kızma Osman Baba, biliyorsun “Ben böyle ağlamayı provalarla öğrenmedim!”
Senden öğrendim karanlığın da yolu aydınlatabileceğini. Senden öğrendim, uykuya başlarken gece, uyanık kalabilmeyi. Ben, ipi bağlayıp salmıştım kendimi senin yüreğine. İp’e bile gerek yok, bir boşluğa fırlar gibi yüreğinde bulmuştum kendimi. Gözyaşları ile işlenmiş mendiller bırakıyorum sana. Bu yüzden kızma bana Osman Baba.
Tarihi belgelerde ellerinin izini arıyorum. Loş odalardaki kilim desenlerinden türküler tutturuyorum, sesimi duyar mısın diye… Odanın tarih kokan havası, eşyalarının gözlerimle çektiğim resimlerini nasıl unuturum? Bir çağdan bir çağa geçiyor gibi eşyalarla dolu odanı…
Zaman ve mekân. Belki en çok senin odana yakışıyor…
Nasıl unuturum:
“Allah’ı sevmek için yetiştir kendini, Allah’ın sevdiklerini sevmek için yetiştir kendini. Zaman geçiyor, zaman geçiyor.” deyişini…
Osman Baba, senin karşında boynum İsmail!
Belki bunları söylemek isterdim sana Osman Baba. Yüzüne bakacak cesaretim olsaydı. Belki söyleyemezdim, bilemiyorum.
Ama “bundan sonra artık sık görüşemeyeceğimizi” söylediğinden beri, elinden oyuncağı alınmış çocuk gibiyim. Sudan çıkmış balık misali… Beni bırakıp nerelere gidiyorsun?
“Seni bırakmıyoruz evladım. Bundan sonra da görüşeceğiz ama eskisi gibi sık olmayabilir. Bizler artık yaşlandık, görevleri sizler alacaksınız inşallah. Sen bize emanetsin, biz de seni başkasına emanet edeceğiz, ondan da çok şey öğreneceksin. Bunları değişik okul gibi düşün evladım. Herkesten farklı bilgiler alarak yetişeceksin kendini inşallah. Hem Eskici’den çok şeyler öğreneceksin…”
Böyle demişti son konuşmamızda Osman Baba. Beni Eskici’ye emanet etmişti. Kimdi, niye Eskici deniliyordu?
Osman Baba’nın anlattıklarını kitap olarak yayınlamış ve bir tane de ona takdim etmek istediğimi Yavuz Selim’e söylemiştim. Osman Baba beni İstanbul’a davet etmiş ve yine bu güzel insan ile buluşmuştuk. Kitabı görünce çok sevindi, “Allah muvaffak etsin, işte bu, mücadele bu.” demişti. Kitabı eline alıp inceledikten sonra “muhakkak buna devam et, devamını da yap,” dedikten sonra beni böyle hüzünlendiren şu cevabı vermişti.
“Artık bir süre Eskici ile devam edeceksin.”
Bu sözleri duyunca gözlerim dolmuştu. Osman Baba beni bırakıyor muydu? İçimi okumuş gibi:
“Seni bırakmıyoruz evladım. Nöbet değişimi diyelim. Yine beraberiz. Ancak benim bir süre işlerim olacak. Uzun zaman dönmeyebilirim. Ben yokken yoluna Eskici ile devam edeceksin. Ondan da yeni şeyler öğreneceksin. Meraklanma herhangi bir sorun yok. Senden çok memnunuz,” dedi.
Bu sözleri duyunca mahzunlaştım. Üzüleyim mi sevineyim mi bilemedim! Osman Baba ile yaşadığım onca hatıra gözümde canlandı. Onlar öyle uygun görmüşseler, ben bir şey diyemezdim. Osman Baba tekrar beni teselli etti:
“Bak Eren evladım. Tekrar söylüyorum, bunu nöbet değişimi olarak gör. Yapacağın görevlere aynen ben yokken devam edeceksin. Eskici ne derse sözünden çıkmayacaksın. Hem senin de çok sevdiğin işle uğraşıyor. Ondan her manada çok şey öğreneceksin. Üstelik Ankara’da yaşıyor. Senin için daha kolay.” dedi.
“Efendim, ben İstanbul’a gelmekten şikâyetçi değildim ki,” diye cevap verdim.
Osman Baba’nın gözlerinin içi gülüyordu. “Biliyorum evladım, biliyorum. Allah razı olsun, çok emek harcadın. Ama tarihe de not bıraktın, belge bıraktın. Bu Devlet, sizin gibi gençlerin uğraşları ile daha da iyi olacak inşallah... Bu Devlet kabile Devlet’i değil. Binlerce yıllık hafızası var. Daha neler var, neler? Zamanı gelince tek tek çıkar. Kimse Türk Devleti’nin gücünü test edemez! Sen bakma öyle ortada oynanan tiyatroya.”
Osman Baba Türk Devlet’i ile daha çok özel bilgiler verdi. Bunları şimdi yazmamamı da istedi.
Sohbet sabaha kadar sürdü. Ama zamanın da bir sonu vardı. Ayrılık vakti gelip çattı. Eskici’yi nasıl bulacağımı sordum. Osman Baba:
“Merak etme, o seni bulur.” dedi.
Ağlamış mıydım, sızlayan yerlerime dua mı sürmüştüm…
Osman Baba’nın elini öperek ondan ayrıldım. “Hakkını helal et evladım,” dedi Osman Baba. Ben; “asıl siz bize hakkınızı helal ediniz Osman Baba,” dedim.
Helalleştik ve ben Ankara’ya döndüm. Döndüm mü orada mı kaldım, bilemiyorum…
Osman Baba’dan ayrıldıktan sonra bir, buçuk iki ay kadar bir zaman geçmişti. Eski yaşantımıza devam ediyorduk; evden işe, işten eve. Hayatımızda önemli bir değişiklik yoktu. Osman Baba ile anlaşılan uzun bir süre görüşemeyecektik. Böyle olmasının da bir hikmeti olmalı.
Eskici kimdi, neden ona Eskici deniliyordu? Ankara’da ona nasıl ulaşacaktım? Kafamda bu sorular vardı.
Aslında ben de bir manada eskici sayılırdım. Eşim hep öyle diyor. “Ne var da bu eskileri toplayıp, eve getiriyorsun?” Taş plaklar, plaklar, gramofonlar, eski radyolar, saatler, eski kitaplar, belgeler vs. Şimdi bunlara antika deniliyor ama bizim hanımın gözünde “eskiler.” Benim de alışkanlığım bu.
Oturduğum evin civarında son birkaç aydır bir simitçiden -genellikle hafta sonları- simit alırdık. Bu simitçi ile sonraları samimi olmuştuk; yaşlı ve bir ayağı da topallayan bu kişi Ahmet Amca’ydı. Zaman zaman kahvaltıya davet ederdik, ama pek gelmek istemezdi. Bir iki kere ısrarlarımıza dayanamayarak bize misafir olmuştu. İçimde ona karşı hep bir muhabbet vardı.
Evde söz yine eskilerden açılmışken, Ahmet Amca’ya bir taş plağı sormuştum. Ne alakası varsa Ahmet Amca ile… Ama gönülden geldi sordum. Ahmet Amca’da bana nerede bulacağımı tarif etti.
Bir gün yine Ankara’nın turistik yerlerinden birinde, o bulamadığım taş plağın peşindeydim. Birkaç yere sordum, bulamadım. Tam vazgeçecektim ki, bir el sanki beni sokak arasında bir dükkâna yönlendirdi. Dükkânın camekânında “antikacı” yazıyordu. Eski ahşap kapıyı açarak içeri girdim. Böyle dükkânlarda hep aynı şeyi yaşamışımdır; sanki bir çağdan bir çağa geçiyorsun hissini yaşıyorum. Eski zamanların kokusu sinmiş etrafa ve sanki eşyalar canlı gibi. Eski eşyaları bu yüzden seviyordum; canlı gibiler, kim bilir kimlerden geldi buralara. Bir eşyaya bakıp, dalar giderim...
Dükkâna adım atar atmaz, yine o sevdiğim eski eşya kokusu. Girdiğim yerin tam karşısında kocaman eski masif bir masa ve koltuk beni karşıladı. Koltuğun üstünde bir koyun postu vardı. Dükkan sevdiğim eşyalarla doluydu; radyolar, plak çalarlar, gramofonlar, taş plak, plak, eski kitaplar, sehpalar, cam eşyalar, levhalar, halılar, kilimler, köy eşyaları, bastonlar, eski oyuncaklar vs.
Ortalarda kimse yoktu. Dual bir pikapta Nezahat Bayram çalıyordu. “Allah Allah, Nezahat Bayram’ın 33’lük plağı mı varmış,” diye düşündüm. Taş plakları vardı ama bunu ilk defa görüyordum. Duymuştum ama 33’lük görmemiştim. 45’likleri çok vardı ama bu gördüğüm nadir bir plaktı.
Öyle dalmış incelerken içeriden bir kapı açıldı, dükkânın sahibi olduğunu tahmin ettiğim kişi bana:
“Hoş geldin, ben de abdest alıyordum, geldiğini duymamışım,” dedi. Ben ise: “Pikap çaldığı için duymamışınızdır,” diye cevap verdim.
Dükkân sahibi yarıya kadar katlı olan gömleğinin kollarını düzeltti, gömleğin kol düğmelerini ilikledi.
Elektrikli bir semaverde demlenen çayın buram buram kokusu geliyordu burnuma. Dükkan sahibi: “çayı yeni demledim, içer misiniz?” diye sordu. Cevap vermeme fırsat vermeden iki bardağa çay koymaya başladı. Demin konduğu bardakta çay otları dönerken, süzgeç kullanmaması dikkatimi çekmişti. Sıcak suyu da ekledikten sonra bardağı bana uzattı.
“Çay böyle içilir, ağzına çayın otu gelecek kardeşim.” dedi. Sonra kendine çay koymaya başladı. Bu işi sanki bir sanat eseri yapıyormuş edasındaydı. Onun bu kadar özen göstermesi garibime gitmişti.
Çaylarımızı içmiş, sohbete başlamıştık. Aradığım taş plağı sordum. Çay bardağını masaya bırakarak, içeri odaya girdi. Biraz sonra sarı bir zarfın içinde arayıp da bulamadığım taş plağı getirmiş ve beni oldukça şaşırtan şu cümleleri söylemişti:
“Epeydir senin için bekletiyordum.” dedi. Bu cümleleri söylerken de hafif gülümsemişti.
Bir an sessizlik oldu. Eski bir Osmanlı duvar saatinin tik takları bu sessizliği bozuyordu.
“Nasıl Simitçi sana uğruyor mu?” diye sorunca benim şaşkınlığım iyice artmıştı. Ahmet Amca’yı soruyordu.
Ardından söyledikleri ile şaşkınlığım daha artmış ve yerini sevince bırakan şu cümleleri söylemişti:
“Eee Eren Bey, Osman Baba’nın yerine bir süre bana yarenlik edeceksin.” dedi.
Gözlerim parlamıştı. Demek ki aradığım Eskici buymuş. Simitçi Ahmet Amca nasıl da ustalıkla beni buraya yönlendirmişti. Aradığım adresi nihayet bulmuştum. Gerçekten de aradığım Eskici’ydi bu.
Osman Baba boşuna Eskici dememişti. Evet burası bir antika dükkanıydı ve benim nasibimde şimdi Eskici’ydi.
Benden birkaç yaş büyük Eskici tahminen 50 yaş civarındaydı. Gözleri simsiyah, saçları hafif dökülmüş, orta boylu ve yapılıydı.
Eskici: “Baktık geleceğin yok, seni çağıralım, dedik. Ahmet Amca’da erenlerden biridir. Bir manada senin mahallendeki hamindi. Osman Baba sana çok değer veriyordu. Bize emanet ettiğine göre, o büyüklerin bir bildiği vardır Eren Bey. Biz seni yakinen biliyoruz. İnşallah bir süre beraber yürüyeceğiz…” dedi.
Ağzımdan belli belirsiz “inşallah” kelimesi çıktı. Eskici Amca, tekrar çayları koydu. Sohbete başladık…
Sohbetimiz zaman zaman içeri giren müşteriler yüzünden kesiliyor, onlar çıkınca kaldığı yerden devam ediyordu.
Eskici Amca bana dükkânı gezdirdi. Eşyaları tanıttı. Birçoğunu ilgi alanımdan dolayı biliyordum; el yazması kitapları, taş plakları, plakları, pikapları, gramofonları… Bilmediğim eşyaları da Eskici Amca bana anlattı. Burası anlatmakla bitmez ya, bir yerden başlamıştık. Huzur veriyordu buranın ortamı bana.
Eskici Amca bir fotoğraf çıkardı. Bak, bu geçen gün İstanbul’daki dostumuzdan geldi senin için.
Fotoğrafta Atatürk'e ait bedensel parçalar vardı.
Eskici anlatmaya başladı.
Ben ise her zamanki gibi yanımdan ayırmadığım ses kayıt cihazını açmış, Eskici Amca’nın anlattıklarını kaydetmeye başlamıştım.
ATATÜRK ve DNA
“Bilindiği üzere yüzyılımızın önemli keşiflerinden biridir DNA. DNA tüm organizmalar ve bazı virüslerin canlılık işlevleri ve biyolojik gelişmeleri için gerekli olan genetik talimatları taşıyan bir nükleik asit. Kalıtımda rol oynayan organik bir molekül. Canlılarda yönetici bir molekül. DNA konusunda yapılan çalışmalar o kadar hızlandı ki bunun şimdiki zirvesi İnsan Genom Projesi.
Her insanda trilyonlarca hücre var. Hücre çekirdeğinde ise insanın fiziksel ve sağlık durumunu belirleyen kromozomlar, kromozomlarda da DNA'lar var. Buna bilimde ‘genetik şifre’ deniyor. Genler, insanın saç renginden, boyuna, yakalanacağı hastalıklara kadar kişinin hayatını belirleyen kimyasal madde olan proteinlerin salgılanmasını sağlıyor.” dedi Eskici Amca. Bir bardak çay daha aldıktan sonra semaverin altını kapattı. “ Bunlar zaten kitabi bilgiler Eren Bey,” dedikten sonra kaldığı yerden anlatmasını sürdürdü:
“Bu kadar önemli olan DNA, Genom Projesi ile çok daha ileri bir noktaya taşındı. İyi kullanılırsa iyi, kötü kullanırsa sonucu felaketlere yol açacak bir proje.
DNA birçok hayati önem arz eden alanlarda insanlığın işine yarıyor. Hastalıklarının tedavisinin yanı sıra adli tıp vakalarında da DNA’dan yararlanılıyor.
Şimdi DNA’nın anlatacağımız konuyla olan ilgisine gelelim:
Kişilerin kalıtımsal özellikleri Atatürk’ün de ilgisini çekmiştir. Tabii ki o devrin koşullarında bilim ne kadar gelişmiş ise… Fakat anlatacağımız konu aslında Gazi Paşa’nın ilgi alanı değil de vefatından sonra onunla ilgili bölümdür.
Tarihte, binlerce yıllık mumyalama teknikleri bilinmektedir. Yine arkeolojik kazılarda çıkan, bozulmamış iskeletler, hatta cesetler bulunmaktadır. Bunlar üzerinde bugünün teknikleri ile DNA araştırmaları yapılmaktadır. Hatta bazı mumyalanmış cesetler ve iskeletler gizli veya aşikar sergilenmektedir. Örneğin Lenin’in mumyalanmış cesedi; her sene periyodik ilaçlama ve kendine has yöntemlerle işlenip, sergilenir. Ancak bizim anlatacağımız bu cesetler üzerindeki incelemeler değil.
Önemli tarihi kişilerin, özellikle de tarihi değiştirmiş, çığır açmış kişilerin Dünya tarihindeki vizyonu, çağlar boyunca önem arz ettiğinden, bu kişilerin biyografileri, soy şecereleri, mensubiyetleri hep araştırma konusu olmuştur. Bu da çok tabiidir. Ancak, yapılan bu inceleme ve araştırmalar bir savaş alanı gibidir. Nasıl mı? Düşünün, Dünyada iki düşman grup var; birbirileri ile tarihte savaşmışlar ve bu savaş son bulmasına rağmen yüzyıllarca üstü kapalı bir mücadele de devam eder. Vizyonel olarak, konjonktürel olarak bu üstü kapalı soğuk savaş devam eder durur.
Bu iki düşman grup, sürekli bir rekabet halindedir. Düşman gruplar, birbirlerinin liderlerini, yani tarihi kişilik olan geçmişteki rakip liderlerini küçültmek, prestijini yok etmek amaçlı birçok yola başvurabilirler ve vurmaktadırlar da. En çok bel altı vuruşlar ise; soy sop, nesep üzerinedir. Daha sonraki argümanları ise inanç üzerine olur. Oysa ki bu önemli kişilerin dünya tarihi üzerine etkileri pek konuşulmaz. İnanç, soyut bir kavram olduğu için bu konuda yapılan saldırılar ve yorumlar da kesinlik arz etmez. Ancak birinci örnek olarak verdiğimiz argüman; soy, nesep kavimsel aidiyet, belge niteliği taşıyan deliller bulunduğundan somut veri olarak kabul edilirler. İşte bu somut delili bozmak, yok etmek için kullanılan ve günümüzde teknolojinin ulaştığı nokta olarak önem arz eden DNA ve bu konudaki araştırmalardır.
Şimdi bu konuyu açalım:
İki düşman gruptan bahsettik: Biri karşıt grubun liderini soy, nesep belgeleri olmasına rağmen, bu belgeleri çürütmek için psikolojik harp yapabilir. Örneğin bir Asyalı lidere, konuyla ilgili belgeleri olmasına rağmen, psikolojik harp yaparak, o liderin sahip olduğu topluma yalan, hurafe ve farklı ünsiyetlerden olduğunu üfleyebilir. Asyalı lider dedik, düşmanları şöyle diyebilir. ‘Tamam belgeleri var ama bir yere kadar. Sahte tahrif edilmiş vs.’ Bu olasılık çok düşük olmasına rağmen psikolojik harbi yutanlara ‘acaba mı’ dedirtir. Yani düşmanları Asyalı lider için ‘o bir Afrikalıydı’ diyebilirler. Günümüzde sıkça uygulanan İngiliz buluşu, Siyonist bir taktikdir bu.
Sömürgeci zihniyetin kullanmış olduğu psikolojik harp silahıdır bu tür söylemler. Belge ve bilgi bir anda zihinlerden silinir bu Şeytani taktikle. Düşünün, lider ölmüştür, aradan 100 sene geçmiştir ve Devlet o liderin vizyonu ile bekasını sürdürmektedir. 100 sene sonra bekası devam eden o Devletin yeni jenerasyonu, bu saldırılara çok açıktır. Yani büyük bir algı operasyonuna maruz kalabilirler.
İşte burada devreye DNA girer. O Asyalı liderden geri kalan bedensel organ, iskelet, saç teli, kafatası vs. kurumuş dahi olsa kan örnekleri ilerleyen bu bilim dalında kesin, kati bu algı operasyonlarını çürütecek karşı bir silahtır. Her ne kadar bugün saç teli ve kıllardan DNA sonuçları kati elde edilemiyorsa da ayrı bir teknikle ve ilerleyen teknoloji ile bu da meydana gelmek üzeredir.” dedi Eskici Amca ve ekledi; "Şunu demek istiyorum, bu bedensel organlar için karşılaştıracak bir 'veri' gerekir. Bunu şimdi cinayetlerde şöyle kullanıyorlar; katilin saç telinden DNA karşılaştırması yaparak, veri tabanındaki DNA'larla eşleştiriyorlar. Veri tabanında DNA'nın karşılığı yoksa veya katil yakalanıp örnek alınmamışsa, ne yapılacak? İşte şimdi yeni gelişen bir teknolojiden bahsediyorum. Ayrı bir teknikle bu başarılmak üzeredir. Şimdilik bu kadar açalım bu konuyu..."
Bunları anlatırken içeri genç iki üniversite öğrencisi girdiler. Eskici Amca onlarla ilgilenirken ben de kayıt cihazını durdurmuş, onun dönmesini bekliyordum. Eskici Amca, kaldığı yerden anlatmaya başlayınca tekrar kayıt cihazını çalıştırdım:
“İşte Gazi Paşa, antropoloji bölümünü bu yüzden kurdurmuştur. Sanıldığı gibi ırkçılık vs. için değil. Nedir bu antropoloji? Kültür bilimidir. Antropologlar tüm toplumları, kültürleri, insan kalıntılarını ve fiziksel, biyolojik yapılarını inceler. İnsanın iskelet, kafatası gibi fiziki yapısını araştıran antropoloji, insanlık tarihinin en eski dönemlerinin aydınlatılmasına yardımcı olur. Gazi Paşa dünyada ilk Antropoloji bölümlerinden birini kurdurmuştur. Bu önemli bilim dalı gerekli değeri görüp, Gazi Paşa’dan sonra, onun yaptığı çalışmalar devam ettirilseydi, antropoloji konusunda bugün dünyanın en iyi ülkelerinden biri olurduk. Bugün gelişmiş ülkeler de bu bilim dalına çok büyük önem veriliyor. Bugün gelinen noktada antropolojinin onlarca alt dalı oluşmuştur:
Adli antropoloji, biyolojik antropoloji, dil Antropolojisi, Paleoetnobotanik, Paleopatoloji, Tıbbî antropoloji, Primatoloji, Paleoantropoloji, Osteoloji vs.
Bu çok önemli bilim dalı maalesef Atatürk’ten sonra hak ettiği değeri görememiş, hatta bazı aklı evveller Atatürk’ün bu çalışmasını ‘kafatasçılık’ olarak nitelendirmişler ve yapılan çalışmaları önemsizleştirmek için ellerinden geleni yapmışlardır. Bu art niyetli kişilerin antropoloji ile uzaktan yakından ilgileri yoktur ve bu bilim dalının önemini kavrayamamışlardır. Ama bugün gelinen noktada Atatürk’ün antropoloji konusundaki çalışmalarının ne kadar önemli olduğu ortaya çıkmıştır. Bilim işte budur! Tarih ise art niyetli tarihçilere bırakılamayacak kadar değerli bir alandır. Kimse Türk'e olan 'kinini', tarihçi(!) kimliğini kullanarak milletin kafasını karıştırmasın. Esas 'kafatasçı' işte bu milletin kafasını karıştıranlardır!
Ancak anlatacağımız asıl konumuz bu değil Eren Bey. Ama bunların da bilinmesi gerekir. Şimdi, Atatürk’ün vefatından sonra Atatürk’e ait bir çok bedensel parça koruma altına alınmıştır. Saç telleri, dişleri bunlardan en önemlileridir ve yıllarca Muzaffer Kılıç ve bazı isimler bunları muhafaza etmişlerdir. Sanıldığı gibi kutsal bir emanet olarak bunlar saklanmamıştır. İşte ilk defa açıklayacağımız sır:
Atatürk’ün meşhur bir lafı vardır: “Beni Türk hekimlerine emanet ediniz.” diye. Bu kelimeyi sarf ettiğinde yanındaki en güvendiği dostlarından birine de şunu söylemiştir: ‘Ölürsem, ki elbette öleceğim, benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır. Benden bazı parçaları da yetiştirdiğimiz hekimlere teslim ediniz ve saklayınız. Günü geldiğinde bunu neden söylediğimi Türk Milleti'nin bu çocukları anlayacaktır.’
Evet bu önemli bilgiden sonra işin ehilleri ile yaptığımız uzun araştırmalar sonucu Gazi Paşa’nın bu sözünü anladık. Vücudundan alınıp, saklanan bu parçalar, bugün ilerleyen tıp ve antropoloji bilimiyle ve bilimin inkar edilemez delilleriyle Atatürk’ün, özbeöz Türk Milletinin bir ferdi, Türk oğlu Türk olduğu anlaşılacaktı. Anlaşıldı da…” dedi Eskici Amca.
Onu dinlerken sanki Osman Baba’yı dinliyormuş hissine kapıldım. Bu bilgileri nereden öğreniyorlardı, bu kadar belge ellerine nasıl ulaşıyordu, akıl sır erdirmek mümkün değildi.
Eskici Amca elinde tuttuğu ve İstanbul’dan geldiğini söylediği belgeyi bana verdi. “Bir kopyasını al Eren Bey,” dedi.
İşte Atatürk’ün dişleri ve saç telleri ile ilgili ilk çekilen siyah beyaz orijinal fotoğraflardan bir tanesi:
08.05.2014
Değerli okuyucumuz,
Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
· Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
· Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
· Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
· Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
· Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
· Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.
Yorumlar
+ Yorum Ekle