Aşağıdaki yazının sahibi olan e.b’yi Oktan Keleş’in kitaplarını okuyanlar hatırlayacaklardır. Kalemi gibi gönlü de nezih bir sanatkar... Bir gönül insanı... Tarık C.
“Kalu Bela” “Evet Sen Benim Rabbimsin.”
- Kuruyan dudağa ilk yağmur serpintisini sor. Aynı şerbet yudumluyor gibi der… Onun için her şey unutur zamanla; ama o dudak unutmaz.
Açılan gözden giren ilk ışıkları gözbebeğine sor. Körlüğün boğum boğum karanlığından çözülen aydınlığını mı diye cevap verirken nasıl da titrer… Her şey unutur zamanla; ama o göz unutamaz.
Suskun yalnızlıklar. Dilsiz köşelerde gariplik… Bir ses ulaşır; ta can evinden vurur sağırlığını. Kalbe kadar süzülen terennümler unutulsa da zamanla; hayattan yayılan ilk akisleri kulak unutabilir mi?
Devrandır bu. Döner dünya… döner her şey ve her kapalı kapı, bir gün hasretine açılır. Hasretin dindiği yerde bir çiçek açar sadece oraya özgü… Rengi, kokusu, şekli silinir zamanla; ama o kapı unutmaz, unutamaz.
Nedendir diye sorsam bilir misin cevabını?
- Verdiğiniz her örnekte tam boğulma noktasında bir kurtuluş var da ondan diyebilirim.
Bir el düşünün: Parçalayarak yok edecek bir dişlinin ağzından son anda ellerimi kavrayıp çekiyor ve kurtarıyor beni. Canıma can katan ab-ı hayat… Nasıl unuturum? Böyle akıl, böyle vefasız bir kalp olabilir mi?
- Doğruyu söyledin de… Peki yokluktan varlığa çekip alan “Kudret Eli”ni, almakla da kalmayıp bizi tüm varlığına baş tacı yapan “Mülk Sahibi”ni unutmaya ne demeli?
O’nun yarattığı gözlerle O’na utanmadan küfür bakışlarını yollayanlar yok mu? Allah’ın her an tazelediği hücrelerle nakışladığı dillerinden, ses tellerinden yine Allah’a isyanlar yağdıranlar. Böyle akıllar da var; diller de; kalpler de. Hem de o kadar çok ki…
“Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.”
Haşr / 19
- Hem acır; hem korkarım böylelerinden. Bir söz vardır: İşleyen demir pas tutmaz.
Demek sevmedikçe kalp; vermedikçe himmet duyguları; görmedikçe nazarlar pas tutuyor. Paslı kilitlerin ardında ise vicdanlar feryat figana; ama kimse duymuyor… duyamıyor…
Ayette
“…Kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” deniyor. Kendini unutmak ne demek ki neticesi yoldan çıkmak oluyor?
- İşin hakikati şu; unutmak nefsin zaafıdır. Hz. Adem (as) de emri unutarak yaklaşmadı mı ağaca ve meyvesinden yemedi mi?
Bu tabiat bütün Adem evladında var. Sadece şu günlük koşuşturmalarımızı ele al: Neler neler unutmuyoruz… Üzüldükçe unutuyoruz, öfkelendikçe, yoruldukça, sevindikçe… hep unutuyoruz. Fakat en korkunç olanı, insanın Allah’a verdiği sözü unutması… En dehşetlisi O’nun emirlerine karşı gaflette kalmamız.
Bu sebeple de ceza olarak Allah, nefislerimizi bizlere unutturuyor. Doğruyu yanlıştan ayıramayan gözlerimiz, boş övgülere kanan kulaklarımız. Kulluğa karşı kapanmış kalpler ve basiretsizliğimizle yırttığımız nice hikmet levhaları.
Tabii bu yüzden nefislerimize de dönüp bakamıyoruz. Etrafımızla didinmekten, dil uzatmaktan eksiklerimizi, hatalarımızı göremiyoruz. “Herkes hatalı; ama ben asla.” serabını ararken çöl yalnızlığımızda adeta kuruyoruz.
- Nefislerine dönemeyen neleri göremez:
- Ne kadar muhtaç olduğunu göremez. Sırtında sorun vardır, beli ağrır. Bir süre önce yaptıklarını yapamaz, eğilemez, kalkamaz.
Gün gelir gözleri görmez; nereye gider o manzaralar? Sağlam atılan emin adımlarına ne olur? Geriye döndüremez. Haydi elden geliyorsa sağlam bir bedene, gören gözlere tekrar sahip olsun…
Olamaz; çünkü hiçbir şey onun değildir. Kendisi sahip olduklarını sandıklarının fakiridir sadece.
Her şey gerçek Mülk Sahibi’nin, Rahmetiyle verenin Hikmetiyle işleyenin ihsanıdır.
Peki alamadıysa kendisi oluştursun. Yeni gözler... yepyeni kemikler… Ne boş çırpınış… İşte o zaman idrak eder acizliğini. Tükürüğünü yutamayacak kadar acizdir, parmağını kımıldatamayacak kadar…
İşte kendini unutan insan, bu zaaflarını, noksanlarını göremez. Gani bilir kendini, kadir bilir. Şeytan, “mülkünün sahibi sensin” safsatasını fısıldar benliğine. Şiştikçe şişer ve patlar bir gün.
“Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri üzerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır.”
Bakara / 7
- Diğer duygular da aynen buna mı benziyor? Bir ömrü düşünmeye çalışıyorum; nereden geldiğini bilmemiş. Nereye, kime gideceğinin hiç idrakinde değil. Ölenleri gördükçe ölümün müjdeci aydınlığına kör olduğu için korkuyla kıvranıyor; durmadan dehşet üretiyor. Kim kendi ömrünün canavarı olmak ister ki böylesine?
- Gel şimdi bunu da birlikte tefekkür edelim:
Bilmeyen sevemez; sevmeyen de acımak, şefkat nedir hissedemez değil mi? Kendinin farkında olmayanda da bu böyledir. Yani “kendimi çok seviyorum” derken esasında gerçekten sevmediğinin göstergesidir söyledikleri.
Bağlı gözlerle uçurumun yanından yürüyen ne kadar dikkat edebilir kendine… Hem varlığının gerçek varacağı yerin ahiret olduğunu bileceksin. Hem de bile bile bedenini, verilen nimetleri ulu orta ziyan edeceksin. Nasıl şefkat, nasıl sevmedir bu… Çünkü kendini bilmeden Rabbini bilmek… Varlığını sevmeden “Varlığı Veren”i sevmek… olamaz.
- Peki o zaman verilenleri, bu bedeni ziyana uğratmadan üzerinde yürüyeceğim düzgün yol ve varacağım hakikat nerede?
- Her hakikate ancak kendi hakikatinden varabilirsin. Aradığın istikamet budur. Önce kendi hakikatini bil!
- Öyleyse bedenin hakikati nedir?
- Yani onu diri, ayakta tutan mı? Ruhtur. Ruhsuz her şey boş çuvala benzer.
Düşünsene, boş bir çuval olduğunu: İçine bakanın yok… Talep edenin yok, taşıyanın yok…
Ruhu unutan beden; aynı zamanda varlık görevini, gayesini, fıtrî özelliklerini de unutur. Sonunda bakar ki kendisi de unutulmuş. Unutulan ne yapar dersin?
- Ben unuttuğumu hayatımdan nasıl çıkarıyorsam, o da beni çıkarıyordur derim. İnsanları unutuyorsam, onlar da beni unutuyordur. Bu da düşüncelerde yok’um, sevgilerde yok’um, yaşamlarda yok’um demek. Hiçbir sinede bir zerrelik bile yerim yok demek. Tıpkı yalnızlık cehennemi gibi…
- Bunun için rüzgarı olmayan beldelerde can soluklanmaz. Rüzgarsız beldelerde buluttan buluta, çiçekten çiçeğe tozlaşma olmaz. Duygusuz yaşamlardan birbirine köprüler uzanmaz. Bu dünya sebepler dünyasıdır. Yol almayana menzil yok. Ruh üflenmeyene doğum yok.
Neye ve Kavala can veren nedir bilir misin?
- Nefes olmalı… aynı ruh gibi…
- Ayın şavkı vurduğunda sulara; ayı gökte değil, sularda arayan aldanır. Ruhun şavkı da vurduğunda bedene; hakikatini bedende arama ki aldanmayasın.
- Nerede arayacağım? Ay için göklere bakan, kendi için nereye bakmalı?
- Derinlere bak; baktıkça in. Kendini keşfettikçe açılan sırların sana neyde inleyen, kavalda dillenenleri anlatacak. Yani zikrini dinletecek.
- Kavalın zikrine kulak veren, aslında çobanınkini dinlemez mi?
- O nağmelerde hem çobanın; hem kavalın zikri var. Hem kavalın yapıldığı ağacın, hem sesin dağıldığı havanın zikri var. Arif olan, her şeyin zikrettiğini bilir, görür, işitir.
Anlamı nedir zikrin biliyor musun? “Hatırlamak” tır. Dua da bir zikirdir. Kur’an da; namaz da... Dua ederken, namaz kılarken, Kuran okurken neyi hatırlıyorsun?
- Rabbi’mi hatırlıyorum. O’na kul olduğumu…
- Hatırlamak için önce unutmak gerekmez mi? Daha önce de konuştuk bunları.
- Evet acizliğimiz, ne kadar fakir olduğumuzu, zaaflarımızı unutmuştuk.
- Peki başka neleri unuttuk?
- Neleri hatırlıyorsam onları unutmuşum demek ki… Mesela çocukluğumu, ergenliğe ilk adımları, okula yazılışımı, aşkımı, ilk kırgınlığımı…
- Başka neleri hatırlıyorsun? Daha öncelere git.
- Doğumumu hatırlayamam, annemin göğsüne sarılışımı, sütün boğazımdan süzülüşünü, ilk diş çıkarışımı hatırlayamam. Bütün bunlar daha sonra ergenleştikçe bana anlatılacak olanlar. Ama nedense hatırlayamadığımız o şeylerin tadı, tesiri hep bizimle yaşıyor.
- Çünkü onlar ruhuna yazılıyor.
Çevreni izle: Mutlu yaşamlarda mutlu bebeklikleri hissedeceksin. Mutsuz yaşamlarda da mutsuz bebeklikleri…
- Şimdi şu ayeti iyi anlamaya gayret et.
“Yedi gök, yer ve bunların içindekiler O'nu tesbih eder; O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur, ancak siz onların tesbihlerini kavramıyorsunuz. Şüphesiz O, halim olandır, bağışlayandır.”
İsra / 44
“… O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur …”
Biliyorsun Tesbih, Allah'ın her çeşit noksanlıklardan, azametine yakışmayan her şeyden uzak olduğunu dil ile ifade etmedir ve zikrin de bir çeşididir.
- Evet biliyorum; ama kainattaki her varlık zikrediyorsa; yani taşlar, dağlar, ırmaklar, ağaçlar… şuuru olmayan bu varlıklar neyi hatırlayacaklar?
- Gök zikreder; gürler. Bulut zikreder; eser. Başağın zikri ise tanelerindedir. Taneden dala, daldan meyveye giden yol işte bu zikirden geçer.
Yani her varlık kendi dilince ifade eder: “Rabbim sen beni halk ettin. Sahibim sensin.” der. Sen nasıl beni yokluktan varlığa çıkardınsa, yaşadığım sürece bunu unutmayacağım, hep tekrarlayacağım; fıtratıma yüklediğin görevimi yapacağım der ve şükreder.
- Yaratılanın zikrinde Yaratan’a verdiği bir söz mü var?
- Söz yerine cevap desek daha uygun.
- Cevap soruya verilir. Soru mu soruldu varlığa? Hangi soru? Ne zaman?
- Evet. Allah her zerreye can verirken… Suya verirken, suda balığa verirken… toprağa toprakta böceğe, çekirdeğe can verirken her birine tek tek şu soruyu sorar:
“Elestü birabbiküm” “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”
İşte her varlık kendisine sorulan bu sorunun cevabını hâl diliyle; varlık telaffuzu ile veriyor; yani zikrediyor:
“Kalu bela.” “Evet sen benim Rabbimsin.” diyor.
Bu soru insanoğluna ne zaman soruldu diyeceksen Kur’an’a bak:
“Bir de Rabbin, Ademoğullarından, bellerindeki zürriyetlerini alıp da onları kendi nefislerine şahit tutarak: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" dediği vakit, “Pekala Rabbimizsin; şahidiz.” dediler.”
Araf / 172
- Aklımın almadığı bir husus daha var: İnanmayanları anladım. Ama yaptıkları ibadetlere rağmen yanlış tutumu hâlâ devam ettirebilen insanları anlayamıyorum.
- Allah’ın adını dillerinden düşürmemelerine rağmen nefreti merhamete, hırsı paylaşmaya tercih etmede beis görmeyenlerden… Şeker emer kolaylığında gıybet edenlerden mi söz ediyorsun?
Onlar Allah’ı sadece anıyorlar. Bizse zikrin anlamı hatırlamaktır diyoruz. Yani unutmamak için irade göstermek. O’nun İlah, seninse bir abd olduğunu unutmamaya irade…
Şunu iyi bil ki; anmak başkadır, hatırlamak çok başka… Yüzeysel düşünüldüğünde benzer gibi; ama değil.
Şöyle diyebiliriz:
“Anmak” bir tarlaya bakmak, baktığından etkilenmek gibi… Yani Allah var. Gökleri, yeri yaratmış ve rızkımı veriyor hâli.
“Hatırlamak”sa işlediğin tarlandaki toprağı, mahsulü kontrol etmek, daima dikkatinin onun üstünde olduğuna gayret göstermek gibi. Yani Allah’ın sonsuz isimleri var. İsimlerin varlığımızdaki tecellilerini görebildikçe ve tefekkür edebildikçe “İlahî Nazar”ı daima üzerimizde hissetmek ve bu kontrolle; ihsan şuuruyla yaşamak hâli.
Biraz daha açalım: Kısacası “zikrin” özü şu:
Allah sana:
“Adem… Adem…” diye sesleniyor.
Sen de bir ademoğlu olarak:
“Buyur Allah’ım… Buyur Allah’ım…” diye cevap veriyorsun.
Annen sana “Oğlum” dediğinde sen de “Efendim Anneciğim” diye ses vermez misin? Üzerinde durulmayan, kalıplaşmış bir alışveriş. Ama hiç de öyle değil. Şöyle bir kurcala iç dünyanı da aç bu iki ifadeyi.
- Annem “yavrum” derken sevgisini, şefkatini, sahipliğini sunuyor bana. Sen benim canımsın; hiçbir şeyden korkma mesajını veriyor.
Ben “Efendim Anneciğim” derken: Sen beni doğuran, emziren, her şeyimi temizleyen, uykusuzluğun uykum, sesin huzurum olan meleğimsin. Daima yanındayım. Ne dilersen dile; yerine getireyim demek istiyorum.
İşte bütün bu söylediklerini Rabb’inin sana sorduğu ve senin de cevapladığın hakikate uygula. Zikir denilen “nur”un adeta hücrelerine işlendiğini fark edeceksin.
Bu hâli yaşayan ve her ibadetinde zikredenin takvasını, edebini, haşyetini, sığınma duygusunu düşünebiliyor musun?
Ancak insan, Rabbi’ni hatırlayışta cenneti ve cehennemi de hissedebilir. Biraz menfaat karışabilir duygusuna. Cennet arzusu, cehennem korkusu girebilir araya. Ama kuşta, böcekte, toprakta, karda, güneşte bu yok. Sadece Yaradan’ın sevdası var.
-Yani kara koyunun, köpeğin ve kavalın zikri çobanınkinden daha mı ihlaslı?
- Evet daha ihlaslı…
- Adem dinler sırlarını kavalın.
Nağmelerde her şey ne saf, ne yalın…
Öyle bir hâl bürür onu ansızın;
Ova hayran, bayır hayran, dağ hayran.
Adem’in yüreği ummanlar kadar.
Kabaran göğsünde nice âlem var…
Allah’ın lütfuna canını sunar.
Duyguları selce coşmuş bağrından.
Adem tutkun turnaların rengine
Onlarla katılır “Beka seli”ne.
Gök ehli akıyor yiğit göğsüne;
Bu vuslatın damlasına can kurban.
e.b
31.03.2012
Değerli okuyucumuz,
Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
· Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
· Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
· Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
· Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
· Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
· Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.
Yorumlar
+ Yorum Ekle