En Sıcak Konular

Emir Yıldızdan

Köşe Yazısı
Emir Yıldızdan
24 Ocak 2011

CIA, Türk Havaalanında Neler Yaptı?



Bugünkü haber sitelerinde şöyle bir haber yer aldı:

 

"İslamcı terör zanlılarının uluslararası hukuka aykırı olarak kaçırıldığı ve sorgulandığı CıA uçaklarının, 24 kez Türkiye'ye uğradığı öne sürüldü. Alman "Die Welt" gazetesinin, Wikileaks belgelerini kaynak göstererek yayımladığı habere göre Türkiye, tartışmalı CıA uçuşlarına izin verdi.  
 

Amerikan Merkezi Haberalma Teşkilatı CıA'in, tüm dünyada insan hakları örgütlerinin büyük tepkisini çeken uygulaması, 2006 yılında ortaya çıkmıştı.

Çeşitli ülkelerden islamcı terör zanlılarını operasyonlarla ele geçiren CıA, bunları uçaklarda sorgulamış, Polonya ve Romanya'da kurulan gizli hapishanelerde tutmuştu.

 

Haberin devamı için: http://www.sondakika.com/haber-turkiye-cia-ucuslarina-izin-verdi-2479840/

 

Yukarıdaki haberde böyle anlatılıyordu: CİA'nın Türk havaalanlarında yaptıkları... Peki gerçekten de, havaalanlarına uçaklar inip, esir değişimi yapıldı mı? Esirler uçaklarla başka yerlere mi götürüldü?

 

Aslında Oktan Keleş'i okuyanlar bu konuya hiç de yabancı değiller. Oktan Keleş'in "Melekler Ağlarken" kitabında anlattığı bir olay var, sanki yukarıda anlatılanların aynısı.

 

Kitabın 110-130. sayfalarında buna benzer bir operasyondan söz ediliyor. Bu anlatılanları o zamanlar fantastik bulanlar, eminim ki, şimdi düşüncelerini bir kez daha gözden geçiriyorlardır.

 

Kitapta konuyla ilgili bölüm şu şekilde anlatılmıştı:

 

"Latif Baba ellerimizdeki kağıtlara bakmamızı söyledi. Benim kağıdımda şunlar yazıyordu:

 

Gece saat ikide Pendik Sabiha Gökçen Havaalanı’na bir CIA uçağı inecek. Uçakta Şeytanîlerin baş grubundan Asya sorumlusu biri olacak ve tutsak üç tane Müslüman ilim adamı bulunacak. Pendik’teki gizli bir yerde tutulan iki Asya’lı Müslüman doktor bu uçağa teslim edilecek. Orada terörist bahanesiyle işkenceyle sorguya çekilip gerekli bilgiler alındıktan sonra İsrail’e götürülecek. Üç tutsak infaz edilecek. Toplam beş tutsak bunların elinden kurtarılıp, Deli Bekir’e teslim edilecek.”

 

İlk görevimiz buydu. Beni bir düşünce almıştı. Bu o kadar kolay bir iş değildi. Tabii ki üzerimizde manevî tasarruf olmazsa...

….

Yanıma fener ve tel kesmek için kerpeten aldım. Lazım olabilirdi. Yine aynı hızla havaalanının yolunu tuttum. Önümde 15 dakikalık bir yol vardı. Adımlarımı iyice hızlandırdım. Nihayet havaalanının bulunduğu kırsal alan göründü. Yaklaştıkça heyecanım, adımlarımın temposuyla kalbim de küt küt atıyor; her adımda kulaklarım adeta uğulduyordu. Ama bir yandan da:

 

“Madem ki bu görev bana verildi. Bu şekilde tek başıma olmakta da bir hayır vardır.” diye düşünüyordum. Beni bu göreve gönderenler illaki durumumdan haberdardılar ve duaları da benimleydi. Bu teselliyle az da olsa kendime geldim.

 

Tam bunları düşünüyordum ki arkamdan gelen bir sesle irkiliverdim. Hızla geriye döndüm. Bir karaltı üzerime geliyordu:

- Sen nereye gidiyon be!

Duyduğum bu sesle içim rahatladı.

Hüsrev’di gelen.

- Biliyordum geleceğini dedim sevinçle.

- Nereye gidiyorsun diye tekrar sordu.

- Havaalanına.

- Ne halt yiyeceksin orada?

- CIA uçaklarından biri inecek saat 1’de. İçinde Müslüman tutsaklar var. Onlardan bazılarını kurtarmam gerekiyor Allah’ın izniyle.

Hüsrev benden böyle bir açıklama beklemiyordu. Şok oldu bir anda:

- Sen delisin diye bağırdı. Kafayı mı sıyırdın? Ne yapmaya çalışıyorsun?

- Hikaye uzun. Vakit dar. Şimdi açıklayamam.

 

 Böyle aramızda bir soru, bir cevap atışa atışa “Nato Kullanım Alanı” yazılı bir tabelaya yaklaştık ve az sonra da “Yasak Bölge Girilmez” yazılı başka bir tabelayla burun buruna geldik. Burası hem sivil hem de askerî bir havaalanıydı. Uluslararası anlaşmaların bağlandığı bir bölümünü Nato kullanıyordu. Körfez harekatı boyunca sık sık medyanın gündemine şu haberlerle manşet oluyordu burası:

“Amerika Irak’ı Sabiha Gökçen’den vuracak!” ve benzeri haberler... Pendik’te yerel bir gazete de şöyle bir manşet atmıştı:

“Amerika Pendik’ten vuracak!”

Önünde durduğum tabelanı altında da şunlar yazılıydı: “Nato korumasındadır. Girilmesi kesinlikle yasaktır.” Tel örgülerinin tam dibindeydik. Havaalanının bu bölümünü Nato’ya bağlı Amerikan askerleri küçük bir birimle koruyordu. İleride projektörle nöbet tutan asker, nöbetçi kulesinden görülüyordu. Hüsrev ise her zamanki bütün karamsarlığı ile kötü ihtimal olarak ne varsa sıralıyordu:

- Daha içeri girmeden makineli tüfek seni delik deşik eder. Yok eğer yakalarlarsa casus, terörist diyerek Guantanamo üssüne götürüp işkence ederler.

Daha buna benzer bir sürü endişe üreten sözler. Aslında anlattığı şeyler vehim değildi; olması muhtemel şeylerdi.

  Elimdeki tel kesme aleti ile tel örgüyü kesmeye başladım. Bir süre sonra kendimin geçeceği kadar delik açtım ve Besmeleyle içeri süzüldüm. Peşimden de Hüsrev süzüldü.

- Bu sefer burnumun kırılmasıyla da atlatamam ben bu işi.

Hüsrev’in bu sözü üzerine havayı biraz yumuşatabilmek için espriyle:

- Gördün mü bak? Beterin de beteri varmış dedim.

- Projektör bir ara üzerimizden geçti. Otların içinde hareketsiz yattık. Kalplerimizin sesini adeta duyar gibiydik. Hüsrev’e baktım; dua ediyordu. Bana dönerek çok hafif sesle sordu:

- Planın nedir?

- Sürüne sürüne kuleye yaklaşalım. Sonra da oradaki askeri etkisiz hâle getirerek uçak pistine doğru sürünerek gidelim. Orada saat 1’de inecek uçağı bekleyelim dedim.

 

  Yavaş yavaş kuleye doğru sürünerek ilerlemeye başladık. Hüsrev kuleye yaklaştığımızda dört ayak üzerine kalkarak aynı bir hayvan gibi yürüyecekti. Böylelikle nöbetçinin dikkatini kendine çekecekti. Ben de bu sırada arkadan kule merdivenlerinden çıkarak nöbetçiyi etkisiz hâle getirecektim. Planımız buydu. Nöbetçi kulesinin yanına yaklaştığımızda Hüsrev numarasına başladı. Askerin dikkatini çekmiştik. Nöbetçi silahını çekti. Otlar çok uzun olduğu için Hüsrev’in hayvan numarası kolaylaşmıştı. Dört ayaklı bir hayvan gibi bir sağa, bir sola gidiyordu. Ben de bu durumdan yararlanarak bir hamlede nöbetçi kulesinin merdivenlerinden çıktım. Askerin arkasından yaklaştım. O sırada asker elinde projektör hayvan zannettiği karaltıyı izliyordu. Projektörü Hüsrev’in olduğu yöne çevirdi. Tabii bu durumda silahı da boynuna asmıştı. İşte tam fırsattı. Elimdeki büyük kerpeteni askerin tam miğferinin altından ensesine aynı silah namlusu gibi sertçe bastırdım. Bir anda panikledi.

Bense kaba ve sert bir ses tonuyla:

- No no soldier (hayır hayır asker) dedim ve dönmesine fırsat vermeden diğer elimle askerin boynundaki silahın namlusunu kavradım ve çıkardım. Şimdi silah benim elimdeydi. Anlayabileceği bir dille yere çökmesini istedim. Namluyu kafasına dayadım. Birkaç adım atıp Hüsrev’in bulunduğu yere yöneldim. Hüsrev hâlâ dört ayak üzerinde bir sağa, bir sola gidiyordu. Kendisine seslendim:

- Hüso! Hüso! Hadi gel! Coniyi esir aldım.

Ama Hüsrev duymuyordu. Mecburen sesimi yükselterek seslendim:

- Hüsrev! Gelsene be!

Bu sefer duymuştu. Kafasını kaldırarak bana baktı. Bir müddet öyle kaldı. Sonra koşarak kuleye çıktı.

- Neden hemen gelmedin dedim sitemle.

- Ne bileyim senin olduğunu.

- Ne yani projektörü kendime mi tutsaydım?

Yerdeki nöbetçiyi görünce:

- Nasıl esir aldın bunu diye sordu.

Ben de :

- Elimdeki kerpetenle dedim.

Sanki doğal bir konuşmanın akışındaydık. Güldü:

- Bir de bunlara Rambo diyorlar...

Bu konuşmayı birkaç yıl sonra bir arkadaş meclisinde tekrarlayacaktı. Amerikan ordusu ve askerleri üzerine çıkan bir tartışmayı yine böyle bir tarzla kesmiş:

- Siz bu Amerikan askerlerini kahraman Rambo mu zannediyorsunuz? Bir kerpetenle avlanır bunlar. Hatta gemideki takım taklavat ne varsa, çanta içerisindeki tornavida, pense, çekiç, vida, metre, gönye ile ben bunların bütün ordusunu ele geçiririm diyecekti ve birbirimize bakıp gülecektik. Tabii oradakiler neyi kastettiğimizi bilmediklerinden kahkahalarımıza da bir anlam veremeyeceklerdi.

Asker yerde yatıyordu.

Hüsrev:

- Şimdi ne yapıcaz?

Elbiselerini soyduk. Hemen ben giydim.

- Şunu başına dipçikle vur da bayılsın. 

- Yok dedim. Nöbetçi kulübesinde bulunan telefona bağlı olan kabloyu keselim. Onunla ellerini bağlarız.

Hüsrev yine heyecanla:

- Ya ararlarsa bunu?

- Uçağın gelmesine beş dakika var. Uçak insin de ondan sonra Allah’ıma sığınarak harekete geçerim.

  Elbise üzerime hayli bol gelmişti; ama karanlıkta tam bir Amerikan askerine benzemiştim. Nöbetçi askerse tir tir titriyordu korkudan.

- İşte dedim. Bizim askerimizle bunların farkı bu. Bizim askerimiz nöbetteyken böyle ele geçirilebilir mi? Ne mümkün. Hiçbir zaman da böyle tir tir titremez. Türk Ordusunun ve Mehmetçiğin farkı işte burada. Onun için korkuyorsunuz bizden.

 

  Az bir süre geçti geçmedi gökyüzünde bir gürültü koptu. Saat tam 1. Kargo uçağına benzer bir uçak piste iniyordu. Heyecanla bekliyorduk olacakları. Uçağın kapıları açıldı. Karanlıkta üç kişi belirdi. Beş, altı da Amerikan askeri. Hemen uçağın etrafını sardılar güvenliği sağlamak için. Yüz metre kadar ilerimizde oluyordu bunlar. Boğazımda bir yumruk; sanki ağzım kuruyordu.

- Haydi Bismillah...

  Uçağa doğru süzülmeye başladım. Karanlıkta aynen onlar gibi davranmaya çalışıyordum. Ve birkaç adım daha... Nihayet aralarına karışıverdim. Beni fark etmemeliydiler. Uçağın kapısına doğru yürüdüm. Güvenliği sağlıyormuş gibi sağa, sola bakıp hareketler yapıyordum. Biraz sonra kapı açılacaktı. Etraftaki diğer askerlerde hiçbir tedirginlik yoktu. Belli ki saat 1’de inecek olan ve benim de beklediğim uçak buydu.

  Evet... Uçağın kapıları açıldı nihayet. Sivil biri görüldü ilkin. Merdivenlerden inmeye başladı. Tam bu sırada bir cip geldi ve uçağın yanında durdu. İçinden beş kişi çıktı. İkisinin başına yüzlerini göstermeyecek şekilde siyah torbaya benzer bir şey geçirilmişti. Daha dikkatli bakınca ellerinin bağlı olduğunu gördüm. Arkalarından inen diğer üç kişi de sivildi. Uçaktan ilk inen adamla cipten inen aralarında fısıltı gibi bir şeyler konuştular. Ben ise uçağın merdivenlerinin yan tarafındaydım. Bulunduğum yer karanlıkta kalıyordu. Buradan olanları adeta bütün hücrelerimle izliyordum. Az sonra iki esiri uçağa yönlendirdiler bindirmek üzere. Onlar uçağa biner binmez ben de bulunduğum yerden çıkarak merdivenlere yöneldim ve uçaktan içeri girdim. Hareketlerim bir makineli tüfeğin atışları gibi hızlı ve otomatikti. Uçağın kapısını kapattım. Kapatmamla birlikte elimdeki tüfeğin namlusunu içeridekilere doğrultum. Bir anda neye uğradıklarını şaşırdılar. İçeride bir kişi daha vardı. Elleri ve gözleri bağlıydı. Şu anda içerideki beş kişi esirimdi. İşim bitmemişti; gözlerim pilot kabinindeydi. Kaç kişi vardı acaba içeride? Ben tek başına olayı ne kadar kontrol edebilirdim ki? Hiçbir şey bilmiyordum. Uçağa bindirilen iki tutsağın başındaki poşete benzer bezleri çıkarttırdım. Bir elimde silah, diğer elimle de tutsağın bağını çözmeye çalıştım. Şaşkındı. Heyecanla:

- Ne oluyor?

Türkçe konuşuyordu. Belli ki Türk’tü. Veya çok iyi Türkçe konuşan biri. Vakit kaybetmemeliydim. Hemen diğer tutsakların ellerini çözmesini söyledim kendisine. Ama o ısrarla özel kuvvetlerden olup olmadığımı soruyordu bana. CIA adamları ise dikkatle olup bitenleri izliyordu. Elleri çözülen tutsaklardan biri nasıl olduysa bir hamlede CIA adamlarının yanına yaklaştı ve yaklaşmasıyla da onlardan birine sıkı bir yumruk patlatması bir oldu. Aralarında bir hesaplaşma vardı kuşkusuz. Olaya hakim olmalıydım. Düşünmeye bile zaman yoktu. Tutsaklara dönerek onlardan adamların üzerlerindeki silahları almalarını istedim. Bir tanesi İngilizce bir şeyler anlatıyordu. Susmasını işaret ettim ve ardından da CIA adamlarına eğer bir numaraya kalkışırlarsa uçağı havaya uçuracağımızı bildirmesini söyledim.

- Hadi bakalım Âdem Efendi. Şimdi bakalım ne yapacaksın görelim? Her şey çok çabuk gelişiyordu ve ben gelişen olaylar karşısında sadece programlanmış bir makine gibi hareket ediyordum. Hakim ol dedim kendime. Şimdi pilot kabinini ele geçirmek lazım. Aynı soğukkanlılıkla işe başladım. Hem artık yalnız da değildim. Az sonra kabin de elimizdeydi. İngilizce bilen tutsağa talimatlar yağdırmaya başladım. O da tercüme ediyordu. Ben sordum, o tercüme etti:

- Uçak kalkacak mı? Planınız nedir?

Uçağın kalkacağı belirtildi. Güzel diye geçirdim içimden. Havaalanı çok büyüktü. Pistleri de otobana çok yakın. Bir plan düzenledim kafamda. Uçağın motorunu çalıştırdık. Bir U dönüşü yaptırdık. Planım şuydu:

Uçağı pistte yürütecek ve 1 km. kadar gittikten sonra havalandırmadan durduracaktık. Saniyelik bir hızla da uçaktan inecek, tel örgülerden atlayarak Ömerli Pendik otobanını geçmeye çalışacaktık. Bütün iş izimizi kaybettirmekti.

  Uçak pistin sonunda durdu. Üç tutsak ve ben içerideki adamlara gerekli uyarıları yaptıktan sonra hızla uçağı terk ettik. Elli metre kadar koşup tel örgülere geldik. Üzerinden atlayıp yolun karşı tarafındaki dere yatağına girdik. Şimdi istikamet Pendik tersanesiydi. Bir taraftan yürüyor bir taraftan da Hüsrev’i düşünüyordum. Onu orada bırakmıştım. İnşallah çıkıp kaçmıştır oradan diye dua ediyordum.

 

Bir müddet sonra Latif Baba, Nuri Abi ve Yusuf geldi ve olup biteni bize anlattılar:

 

  Tutsaklardan biri Alman asıllı, sonradan Müslüman olmuş bir bilim adamıydı. Einstein’in akrabalarından biriymiş. Einstein’in bir dâhi olmadığını kanıtlayacakmış. Onun formülleri kimlerden çaldığını ve taşıdığı misyonu ispat edecek belgeleri ele geçirmiş. Bu sebepten Şeytanîlerin görevi bu bilim adamının elindeki belgeleri alarak onu öldürmekmiş. Ne müthiş bir haberdi bu. Hayret içindeydim.

 

Diğer iki tutsak da elektromanyetik dalgalar üzerine önemli bir buluşa imza atan, bu konuda çalışmaları olan Türk asıllı bilim adamlarıymış.

 

Firavun ise Şeytanîlerin yetiştirmiş olduğu Haham kökenli bir insan şeytanı.

Neler duyuyordum? Nasıl tehlikeler atlatmıştık? Şaşkın şaşkın dinliyorduk.

Tutsaklardan biri:

- Siz özel kuvvetlere ait hangi birliktensiniz? Hangi ülke adına çalışıyorsunuz diye sordu.

Latif Baba bana dönerek:

- Âdem sen ver cevabı.

Latif Babanın varlığı bana güven veriyordu. Biraz evvel yaşadığımız heyecan ötesi duyguların intikamını alırcasına bütün hücrelerim gururla dile gelerek:

- Biz Melâmî Birliği’ndeniz dedim.

  Latif Baba az sonra tutsakları Nuri Abi’ye teslim ederek:

- Bunları yerlerine sağ salim ulaştır diye tembihledi.

Nuri Abi ve tutsaklar yanımızdan ayrıldılar ve geriye Latif Baba, Hüsrev ve ben kalmıştık.

 

  Çok kısa bir sessizlik yaşadık. Ben kendi hesabıma yorgun ve düşünceliydim.

- Sizinle gurur duyuyorum. İlk görevini başarıyla tamamladın.

Latif Baba’nın bana dönerek söylediği bu sözlerle öyle rahatlamıştım ki. Yine her zamanki doğru zamanlamayla Latif Baba’nın içime su serpmesiydi bu.

Aklıma takılan birkaç soru vardı. Bunları sormanın tam zamanıdır diye düşündüm:

- Allah’ın izniyle yaptık Baba dedim. Ama merak ediyorum. Başta böyle bir tasarruf olmadı da neden ben kendimi zahiri sebeplere bağlı olarak böyle riskli ve zorlu bir olayın içinde buldum ve böyle hareket etmeye mecbur bırakıldım?

Latif Baba:

- Her şey Muradullah dairesindedir. Oyun kuralına göre oynanır. Kimi zaman müşahede alanında, kimi diğer boyutlar âleminde mücadele sürer. Oyun diyorum; ama anlaman için bu örneği verdim. Bütün bu mücadele çok ciddidir.

Sonra latifeli bir şekilde ve alışık olduğum üslubuyla ekledi:

- 3 kuruşa 5 köfte yok. Hadi bakalım. Gitme zamanı geldi.

Bu komutla ayağa kalktık. Latif Baba Hüsrev’in alnından öperek:

- Allah senden razı olsun. Sebepler dünyasında iyi bir sebebi değerlendirmek bir lütuftur ve devam ederek :

 

- Tutsaklardan birinin annesi saliha bir hatundur. Oğlunun akıbeti için çok dua etti, durmadan gözyaşı döktü. Bir mürşid-i kamil’den de bu konuda dua aldı. Bu dua 40’lara kadar ulaştı ve rical-i gayb dosyası içinde yer aldı. O mürşid-i kamil o saliha kadına yeminle “Allah’ın izniyle çocuğun kurtulacak.” dedi. Allah’ın izniyle bizler de bu duanın kabul edilmesine sebep olduk.

 

“Allah’ın öyle kulları vardır ki, Allah’a yemin etseler Allah onların yeminlerini doğru çıkarır.”

 

 

 

Erol Elmas

buulkem@gmail.com

  17 Ocak 2011










Bu yazı 9,047 defa okundu.






Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.





    Diğer köşe yazıları

     Tüm Yazılar 
    • 1 Aralık 2023 Discovery Skandalı
    • 26 Mayıs 2021 Kara Yöneticiler ve Yılanların Öcü
    • 13 Ocak 2021 30 Saat Savaşları
    • 4 Ocak 2021 Günümüzün Fuggerleri, Aşı ve Korku İmparatorları
    • 30 Mayıs 2020 Göktürklerden Hediye
    • 1 Nisan 2020 Kulbak Bilge İle Çağı Anlamak
    • 7 Aralık 2019 Turks ve Caicos Adaları
    • 19 Mayıs 2019 Barbarosun Sancağı
    • 12 Aralık 2018 NATO mu PESCO mu?
    • 17 Ağustos 2018 Papaz Kaçtı Oyunu
    • 17 Aralık 2017 Yüzyıllık İntikam
    • 13 Ağustos 2017 Gökteki Türklerle Yerdeki Türkler Birleşti!
    • 31 Temmuz 2017 Pentagon'un Planını 5 Yıl Evvel Deşifre Etmiştik
    • 21 Temmuz 2017 Gargad-DNA Görünmezliği Projesi ve Manyetik Biyoloji
    • 23 Haziran 2017 27 Uçağın Sırrı
    • 4 Mayıs 2017 LOLAN (LÜLEN)-ECE-AYSULU TÜRK'e Kavuştu!
    • 6 Şubat 2017 13 Ocak 16.40, Denktaş, İstanbul
    • 1 Ocak 2017 Tarikatlar-Cemaatler ve İstihbarat-1
    • 6 Aralık 2016 Ordu, Bütün Türk Milletidir!
    • 1 Kasım 2016 Sessiz Sözsüz Yaşananlar

    En Çok Okunan Haberler


    ON ALTI YILDIZ'da Ara Internet'te Ara  

    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    7,873 µs