En Sıcak Konular

Emir Yıldızdan

Köşe Yazısı
Emir Yıldızdan
13 Ocak 2021

30 Saat Savaşları



Emir Yıldızdan Romanı 8. Bölüm:


Öğrendiklerim karşısında şaşkındım. Benim bu kadar şaşkın ve heyecanlı olmama karşın Eskici Amca oldukça sakindi.

Tam notlarımı toparlamış kalkmak için müsaade isteyecektim ki:

“Eren Evladım vaktin varsa biraz daha devam edelim, başka bir konuyu daha ele alalım, ne dersin?” demesiyle duraksadım.

“Nasıl uygun görürseniz Efendim, size daha fazla rahatsızlık vermemek için izin isteyecektim, elbette kalabilirim başka bir işim yok.”

“İyi öyleyse. Vakti değerlendirmek lazım. Bir daha ne zaman geleceksin, o kadar işin gücün arasında. Zaten yoğunsun, bilirim.”

“Hiç olur mu efendim, sizin için daima vaktim var, hatta izniniz olsa ben her gün uğramak isterim. Hem ben ne yapıyorum ki, asıl siz yoğunsunuz, rahatsız etmek istemem.” diye cevap verdim.

Masasından kalktı, evrakları toplayıp tekrar içeri koydu. Bana seslendi:

“Hadi bir çay koy da içelim Eren’im.”

“Baş üstüne”  efendim diyerek, hemen arka odaya geçerek, çaydanlığa su koyup küçük tüpün altını yaktım. Çaydanlığı üzerine koydum, çayı hafif soğuk su ile yıkayıp demliğe koydum.

Eski Amca ise bugün dükkâna tek tük yolu düşen müşterilerden biriyle ilgileniyordu. Müşteriyi uğurladıktan sonra tekrar masasına oturdu.

Eskici Amca benim için adeta bir masal kahramanıydı. Her karşılaşmamızda anlattığı, hayretimi kat be kat arttıran olağanüstülüklerle dolu, sırrına ermek için aylarca belki de yıllarca düşünmem gereken birbirinden gizemli bilgiler, beni farklı boyutta bir yaşamın kıyısına çekip götürüyordu.

Oturduğum yerden sessizce onu izliyordum. Artık yaşlılık emareleri iyiden iyiye yüzüne vurmuştu, yılların verdiği yorgunluğa rağmen hala mücadele ediyordu.

“Çayımızı içelim devam ederiz. Hem sen de biraz dinlenmiş olursun.” dedi.

“Yorulmadım Amcam. Ne zaman uygun görürseniz başlarız.” dedim.

“Peki” manasında başını salladı.

İşlerimi, ev halkını sordu. Geçimimi, dirliğimi sordu. Anlattım.

Bir an sessizlik oldu. Suyun fokurdama sesini duyunca hemen içeri geçip çayı demledim, çaydanlığa su ekledim, tüpü iyice kıstım.

Eskici Amca bir sohbet havasında gelişi güzel anlatmaya başladı. Sohbetin bir kısmını yazamadım. Anlatılanlar o kadar önemliydi ki, not almak yerine Eskici Amca’dan izin isteyerek telefonumun ses kaydedicisini açtım.

Konuşmaya başladı

“İnsanlar; vakitlerinin, gençliklerinin ve en mühimi de sağlıklarının kıymetini hiç bilmiyor. Aslına bakarsan insana pek çok fırsat tanınıyor, zaman veriliyor. Ama bu verilenleri değerlendirip değerlendirmemek noktasında sıkıntı yaşıyoruz. Hata olur, hatadan beri değiliz, ama hatada da ısrar etmek…?

Çalışmadan, alın teri dökmeden bir şeyler elde edeceğini sanan yığınlar var. Bize, helal yoldan çalışmayı, kazanmayı unutturuyorlar. İnsan için önemli olan, asıl olan emeği ile kazandıklarını gönül huzuruyla yemektir.

İnsanlar yola çıkıyor, ama hazırlıksız…

Hayatınız grafik, istatistik olmuş. Ya yüreğinizin grafiği? Ya kötülüklerin, niyeti bozuk düşüncelerin istatistikleri?

Harmanlardan taşındık şehirlere. Toprağı betona, rüzgârı vantilatöre, gürül gürül akan çeşmeleri, plastik sulara tercih ettik.

Şimdi her şey bizden öç alıyor. Toprak kendine ait olanı alacak, deniz kendinden olmayanı kıyıya atacak!

İnsanların gülümsemesi kayboluyor ve herkes derin bir sessizlik içinde yürüyor.

Bambaşka hayatlar yaşıyoruz ve öznesi de biz değiliz bu hayatların.

Hınç, öfke ve ‘ben’ doluyuz.

Mukadderat…

Masallar bitiyor, öfke başlıyor.”

Eskici Amca, öyle yavaş ve tane tane konuşuyordu ki, sanki bir çocuğa masal anlatır gibi. Daldan dala atlayan planlanmamış bir konuşmaydı bu.  İçinden geçenleri anlatıyordu ama aslında yaşadığımız hayatı anlatıyordu. Uzun uzun cümleler kurmuyor, kısa ve insanı vuran kelimeler sarf ediyordu. Zaman zaman dinleniyor, dalıp gidiyordu. Sonra yeniden konuşmaya başlıyordu:

“Berrak gökyüzü pusa dönmüş durumda.

Ne olacak bu hazzın ve rahata düşkünlüğün sonu?

Her yanımız çelişki ve yanılgı ile dolu.

Şükrü az, küçümsemesi çok hayatlar yaşıyoruz.

Yüzlerin şekli şemaili değişiyor ve fark etmiyoruz. Bilsek, bu utanç bize yeter amma bilmiyoruz. Bilmediğimizi de bilmiyoruz.

Bir duygudan bir duyguya, bir ihanetten bir ihanete koşuyoruz. Her şey göç ediyor, görmüyoruz.

Diri sanıyoruz kendimizi ama ölüyüz aslında.

Kime nispet yapıyoruz? İnsanız; etten ve kemikteniz!

Çiçeklerin kokusu kayboluyor, meyvelerin tadı bozuluyor ve biz zehirleniyoruz. Daha çok mu kazanıyoruz? Kendi elimizle yasalar çıkarıp GDO’yu destekliyoruz.

Kuşlar… Kuşlar çekiliyor gökyüzüne, mümkün olsa hiç konmayacaklar penceremize.

Cezbedici güzellikler var şimdi hayatlarımızda ama manaları kaybolmuş.

Perperişan bir haldeyiz,  ama kendimizi lüks elbiseler içerisinde görüyoruz. Sayıklayıp duruyoruz.

Hırs ve kin bitirecek bizi. Ganimet görüyoruz her şeyi. Oysa yetim vardı, mazlum vardı, hak hukuk vardı, konu komşu vardı.

Peki şimdi…

Son kertede düzelir miyiz?

Güneş gidiyor batmaya, yapraklar dökülüyor ve biz lambaları yakıp plastik çiçekleri suluyoruz. Kapkara bir şehir bakakalıyor ardımızda ve biz pırıl pırıl bir bahçede yaşadığımızı sanıyoruz.

Bu çirkinliği, güzellik olarak görüyoruz ve çirkinliğe, kabalığa övgüler düzüyoruz; yazarlarımızla, sunucularımızla, yorumcularımızla, kiralık ağızlarca… Bu mezbeleliği güzel göstersinler diye para verip kötüyü yüceltiyoruz. Yabancısı olduğumuz bir hayat tasarımı yaşıyoruz, bu yüzden psikiyatrlar dolup taşıyor.

Göğe kanat çırpan kuşlar mekanik olmuş, haberimiz yok, sinekler mekanik vızıltılarla uçuyor tepemizde ve wifi ruhumuz olmuş.

İnsan olarak kalmak, insan olmak iyice zorlaştı. Küresel hükümet, insanlığımızı yok etmek için DELETE tuşu kadar yakınlaştırmış her şeyi.”

Eskici Amcamın anlattıkları tüylerimi diken diken etmişti ve hepsi hakikatti. Yaşadığımız gerçeklerdi ama görmek istemiyorduk sanki. O, öyle anlatıyordu ki sanki gözlerini başka bir âleme çevirmiş, oradan anlatıyordu ya da bana öyle geliyordu. Bu sessizlikte onun mırıltılı ve kısık sesi bile sanki kulaklarımda yankılanıyordu.

“Kimse kabuğundan çıkmak istemiyor, herkeste bir kabullenmişlik hali hâkim.

Her şeyi çiğnemeye kendini adamışlar var. Bütün tapınakları yıkmaya niyet eden, geçmişe kinle bakanlar var!

Karanlığa sarılıp aydınlığı unutanlar. Unutmak üzere kurulmuş ve her an değişim ve hız isteyenler. Mavi ışık karşısında yorgun ve esir insanlar. Uykuları kaybolmuş, rüyaları uçmuş insanlar.

Gökyüzünü unutmuş, günlerdir, aylardır belki de yıllardır gökyüzüne bakmamış insanlar var!

Hız satan, haz satan mavi ekranlara bakanlar, ne bilsin ki gökyüzünü?

Yol yordam kayboluyor, tecrübe yok oluyor ve tarihsiz, kimliksiz, bilinçsiz olmamız isteniyor. Aynı şeyleri izleyen, kullanan aynı şeyleri yiyen insanlar nasıl farklı olabilir? Robotlar insanlaşıyor, insanlar robotlaşıyor. Kaos ve kargaşa hüküm sürüyor ruhlarımızda, huzurla tefekkür etmemiz istenmiyor, labirentin dışına çıkmamız istenmiyor. Silik ve kişiliksiz bir robot olmamız isteniyor. Hayatımız bitcoinlere, kredilere bağlanmak isteniyor.… İnsana benzeyen ama insan olmayan. Utanmayan ve edep erkân bilmeyen insanlar olmamız isteniyor.

Bize yeni üniformalar giydiriyorlar, omzumuza sahte rütbeler, göğsümüze sahte madalyalar takıyorlar. Ve hepsinin sanal olduğunu anladığımızda, anlamazlıktan geliyoruz. Alıştıkça daha çok bağımlı oluyor ve karanlığa hapsoluyouz. Kusmuk gibi yapışıyor iğrenç hülyalar benliğimize. Leş gözüyle bakıyor efendiler insanlara. Köle olmaya razı olmayanlar sistem dışına itilmeye çalışılıyor. Hadi uyan diyoruz! Sesimizi duymuyor çocuklar, odalarına kapanmış ve esir edilmişler ve öfkeleri duyuluyor duvar sıvalarında.

Sorumluluklar kaybolmuş ve yalan bir dünyanın emirlerini takip ediyorlar. Gırtlaklarına kadar wifi ile bağlanmışlar, kessen açlıktan ölür gibi ölecekler. İnfilak edecek gibi aramızda dolaşıyorlar. Bereketli zamanlar ve vakitler çekilmiş artık başka bir zamanı yaşıyorlar. Gözlerinde korkunç hayaller ve boşluk. Hayatın ahengini kaybetmişler. Yırtık bir an’ı yaşıyorlar… Soğuk yüzlerini ışıklar altında canlı sanıyorlar. Kın gibi odaları… Çıksalar üşüyüp, büzülüp kaçıyorlar yine kınlarına. Uykuları bölük pörçük, hayatları bölünmüş ve  kendi odalarında esir edildiklerinin farkında bile değiller. Dehlizlerde kaybolmuşlar ama kendilerini cennette sanıyorlar. Lekeli bir hayat yaşıyorlar, prangalanmışlar ve kendilerini özgür sanıyorlar. Selamı sabahı unutmuşlar. Yaklaşan fırtınadan habersiz, oyun ve eğlencedeler. Yaşıyorlar, başkalarının hayatlarını ve hayallerini.

Ağlamaları, gözyaşları asit gibi dökülüyor…

İşgal altında olduklarının farkında bile değiller, kafeslerini dünya sanıyorlar. Marifet sanıyorlar sanal kazanımlarını. Müsvedde bir hayatın içerisinde başrol oyuncusu gibi davranıyorlar. Sanal patronun mühürlenmiş kalbi kin ve öfke dolu. Tüm insanlıktan hınç almaya yemin etmiş.

Şaşılacak kadar belirgin, açık ve görünür olanları neden görmüyorlar? İnsanlar nasıl kör olmuş? Nasıl razı olmuş, boyun bükmüşler. Bütün fişleri çeksem, reset atılır mı bu beyinlere. Şimdi “haydi uyanın” demezsek, ne zaman diyeceğiz? Hayatınızı telef etmeyin, ne zaman diyeceğiz. İş işten geçtikten sonra mı?”

Sustu…

Duyduklarım, aslında yaşadıklarımızdı. İçim yanıyordu.

Eskici Amca dalıp gitmişti. Ben ise çayları koymak için içeri geçtim. Bardakları hazırlayıp çayları doldurdum ve getirdim. 

Eskici Amca toparlanmış ve doğrulmuştu. Eliyle işaret ettiği yere çayını koydum. Çaylarımızı içmeye başladık.

“Eren’im bunlar içimizi acıtsa da gerçekler. Biz ne tedbirler alacağız ona bakacağız? Şeytan ile Âdem’in mücadelesi mühlet bitene kadar devam edecek. Çocuklarımızı Şeytan’a asker yapmayacağız. Bunları başka bir gün uzun uzun konuşuruz şimdi anlatacağımız konuya dönelim, hazır mısın?

“Evet Amcam” dedim. Çaylarımız bitmiş, tekrar tazelemiştim. Az önceki hüzünlü hava dağılmış ve ikimize de canlılık gelmişti.

Anlatmaya başladı:

 

30 Saat Savaşları

 

“Bak evladım, bu anlatacaklarım çok önemli. Birçoğunu belki ilk defa duyacaksın. Sen bunları yazınca da inşallah pek çok kişinin bunları öğrenmesine vesile olacaksın. Öğrensinler, özellikle devlet ricalinin başka şeyleri bırakıp bu konulara eğilmesi lazım. Çünkü bunları bilmezsek, bizi korku ve paniğe sürükleyerek istediklerini ve onayladıklarını yapmak zorunda kalırız. O yüzden hazırlıklı ve bilgili olmamız lazım. Hazır mısın? Kayıt alabilirsin.” dedi.  Hızla telefonumun kayıt bölümünü açtım.

“Hazırım Efendim.” dedim.

Sohbet başladı:

“Dünya’nın dönüş hızının arttığının söylendiği şu günlerde ‘korkunç’ bir gerçek örtbas ediliyor. ‘Korkunç’ kelimesi burada izafe olabilir, siz karar verin. Dünya saat uygulamaları çeşitlilik arz etse de bir ilke vardır: Dünya kendi ekseni etrafında 24 saatte dönüşünü tamamlar. Oysa bu yanlıştır. Gerçi şunu da özellikle vurgulamak gerekir ki; zamanı ölçmek insanların anlamlandırdığı bir bilimdir.

Oysa gerçek  bilime göre çok net ölçülendir. Bu ölçüm sonucu da bilinen ancak kamuoyunda çok dillendirilmeyen, doğrusu insanoğlunu da bu çağda çok ilgilendirmeyen bir sonuçtur. O sonuç da şudur:  1 gün’ü insanlar genelde 24 saat olarak bilirler. Oysa bir gün; tam olarak 23 saat 56 dakika 4 saniyedir. Yani bilinenden 3 dakika  56 saniye eksiktir. Bunu bir yere not edelim. Şimdi gelelim Dünya’nın Güneş etrafındaki tam dönüşüne. 1 yıl, 365 gün 6 saattir. Bunu da not edelim.”

“Tamam, efendim.” diyerek not defterime bu bilgileri ayrıca not aldım. Eskici Amca da önündeki eski bir defterden bir sayfa açarak, onlara bakarak konuşmasını sürdürdü:

“1 günün 23 saat 56 dakika 4 saniye oluşu bize bir yılın aslında 31 milyon 449 bin 860 saniye hesabını çıkarır. Oysa 1 yıl 365 gün 6 saat üzerinden hesaplanınca çıkan sonuç şu olur; 31 milyon 557 bin 600 saniye. Bu ne demektir; bu da 1 yılda 107 bin 740 saniyelik fark demektir ki bu neredeyse 30 saate tekabül eder. Yani 1 günden fazla bir zamana.

Şimdi buraya kadarki kısımda Türkiye’yi baz alacak olursak; Dünya’nın kendi etrafındaki dönüşü Türkiye’nin küredeki pozisyonuna göre dönüşüm başlangıç ve tamamlama noktası için 360 derece ile açıklanırken çıkan hesap sonuçları 361 derecenin olması gerektirdiğini söyler. Bu hesaplamalar çok önemlidir. Ortada olan bilimsel bir gerçek vardır ki; 1 gün 23 saat 56 dakika 4 saniyedir.  Bir de gerçek  olmayan ama ‘baz alınan’ 24 saat ölçü birimi var. Yılda 30 saat yani 1 günün üzerinde fark yapan bir sonuç. Bu şu demektir; günlük, haftalık, aylık ve yıllık tüm takvim ve insanoğlu tarafından tasarlanan zaman birimi ve tüm planlamalar gerçek zaman birimine dönülünce alt üst olacaktır.

Korkunçluk bu çağda ne anlama geliyor? Modern bilim ve teknolojinin en üst seviyede olduğu bu zaman diliminde, sistemin kendisinin bu ölçümlerle direkt alakalı olduğunu ifade ediyor. Eskiden olsaydı mesela 100 yıl önce, Orta Çağ veya daha önceleri için bu teknoloji olmadığından zaman birimi hesaplamalarındaki kaymalar/hatalar çok fazla korkunç olmazdı.

Mesela eski takvimler, zaman birim hesapları, derece hesapları, saat birim hesapları… Teknolojinin olmadığı çağlarda; hasat zamanları, ekim-biçim gibi önemli günler, iklimsel beklentiler, anlaşmalar vs. zaman  kaymaları ne kadar korkunç olabilirdi ki?” dedi Eskici Amca  masasından kalkarak  yandaki dolabı açtı, dolaptan eski telli bir dosya çıkararak içerisindeki belgeleri bana uzattı:

“Bunların da resmini çek evladım, eski hesaplamalar ve ölçüler, konumuzla ilgili” dedi ve anlatmasını sürdürdü:

 

 

 

 

 DEVAMI İÇİN: 

 https://www.onaltiyildiz.com/?haber,8301



Bu yazı 6,945 defa okundu.






Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.





    Diğer köşe yazıları

     Tüm Yazılar 
    • 1 Aralık 2023 Discovery Skandalı
    • 26 Mayıs 2021 Kara Yöneticiler ve Yılanların Öcü
    • 13 Ocak 2021 30 Saat Savaşları
    • 4 Ocak 2021 Günümüzün Fuggerleri, Aşı ve Korku İmparatorları
    • 30 Mayıs 2020 Göktürklerden Hediye
    • 1 Nisan 2020 Kulbak Bilge İle Çağı Anlamak
    • 7 Aralık 2019 Turks ve Caicos Adaları
    • 19 Mayıs 2019 Barbarosun Sancağı
    • 12 Aralık 2018 NATO mu PESCO mu?
    • 17 Ağustos 2018 Papaz Kaçtı Oyunu
    • 17 Aralık 2017 Yüzyıllık İntikam
    • 13 Ağustos 2017 Gökteki Türklerle Yerdeki Türkler Birleşti!
    • 31 Temmuz 2017 Pentagon'un Planını 5 Yıl Evvel Deşifre Etmiştik
    • 21 Temmuz 2017 Gargad-DNA Görünmezliği Projesi ve Manyetik Biyoloji
    • 23 Haziran 2017 27 Uçağın Sırrı
    • 4 Mayıs 2017 LOLAN (LÜLEN)-ECE-AYSULU TÜRK'e Kavuştu!
    • 6 Şubat 2017 13 Ocak 16.40, Denktaş, İstanbul
    • 1 Ocak 2017 Tarikatlar-Cemaatler ve İstihbarat-1
    • 6 Aralık 2016 Ordu, Bütün Türk Milletidir!
    • 1 Kasım 2016 Sessiz Sözsüz Yaşananlar

    En Çok Okunan Haberler


    ON ALTI YILDIZ'da Ara Internet'te Ara  

    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    10,653 µs