En Sıcak Konular

Hâfız Eşref Ede Efendi Hazretleri

22 Şubat 2017 14:14 tsi
Hâfız Eşref Ede Efendi Hazretleri Hâfız Eşref Ede Efendi Hazretleri


Hâfız Eşref Ede Efendi Hazretleri


 Cenâb-ı Hakk’ın öylesine sırlı velî kulları vardır ki Cenâb-ı Rabbü-l Âlemiyn bunları:

1) muhabbetiyle,

2) Zât’ına mahsûs tecellîleriyle, ve

3) onlara lütfettiği hakîkî “teslimiyet libâsı”yla beşerin başarından [gözünden] setretmiştir.

Onlar ahâli arasında dolaşırlar ama, esrarlarının ancak pek azına muhiblerinin pek azını âşinâ kılarlar. İşte Üsküdar’lı hâfız Eşref Ede[1] Efendi (H. 1292-1373/M. 1876-1954) de bu kabil sırlı zâtlardan biri idi.

Eşref Efendi ile, ilk defa, üç yaşımda iken babamın elimden tutarak götürdüğü Sâim ve Bekir Düzgünman kardeşlerin Üsküdar Hâkimiyet-i Millîye Caddesi’ndeki 104 numaradaki attâr dükkânında karşılaştım[2]. Bu, 1954 yılına kadar tam 16 yıl sürecek olan mestûr, fakat ganiy bir muhabbet ve nazar intikâlinin başlangıcı olmuştur.

Eşref Efendi ilk bakışta insanı teshir eden fevkalâde nâfiz bir nazara sâhipti. Düzgün yuvarlak bir kafatası ve yüzündeki hafif çıkık kaş ve elmacık kemikleri, açık ve yüksek alın, pembe-beyaz teni, beyaz saçı, beyaz kaşları ve daima düzgün kesilmiş kısa ama gıdığını da tamâmen kaplayan beyaz sakalı, aşağıya doğru teveccüh etmiş pos bıyıklan ve hârikulâde biçimli elleri ile insanın üzerinde derinliğine bir etki bırakırdı. Sağ kaşının yanında, alnıyla sağ kulağı arasında yer alan bir et beni alâmet-i fârikası gibiydi. Boyu 170 cm civârındaydı. Bıyıkları, ağzı zıvanalı yâsemin bir ağızlıkla, hergün içmek alışkanlığında olduğu 8-10 adet Kulüp sigarasının dumanındaki nikotinin tesiriyle burun deliklerinin altındaki kısımda sarıya çalardı. Genellikle koyuca renkli bir elbisenin altında benzer renkten bir yelek ve onun altında da kravatsız beyaz bir gömlek giyerdi. Saç ve sakal traşını muntazaman, ama mutlaka cumartesi dışında bir gün, Selmân-ı Pâk Câmii’nin biraz ilerisinde, Üsküdar’ın üç meşhur Emin’inden[3] Berber Emin’de olurdu. Yakından tanıyanları, onun o muazzam mûsikî ve şiir hâfızasına hayrân olduklarım söylerlerdi.

Sâim ve Bekir Düzgünman’ın “Aktar Hocalar” diye anılan dükkânlarının müdavimi olan muhterem zevât içinde benim mevcûdiyetimi, ve muhakkak ki hâlet-i rûhiyemi, fark eden tek zât Eşref Efendi olmalı idi; zira gerek dükkânda gerekse dükkânın dışında karşılaştığımız zaman kendisinin o fevkalâde nâfiz ve rahmânî bakışlarım hep üzerimde hissetmişimdir. Onun bu nazarlarının ve mestur himmetlerinin mânevî hayâtıma nasıl bir istikâmet vermiş olduğunu bugün çok daha berrâk bir şekilde idrâk etmekteyim.

Eşref Efendi hangi tarikata mensûb olduğu ve seyr-i sülûkunu kimin yanında tamamladığı bilinmeyen, Hamzavî-Melâmî meşrebli, belki de üveysî, Ehl-i Beyt-i Resûlullâh âşığı, son derece sırlı, az konuşan, ama her beyânı inci gibi hikmet dolu olan bir zât idi. Bununla beraber ortada hakîkata aykırı bir durum var ise bunu şecaatle belli etmekden asla geri kalmayan celâlli bir tabiata da sâhipti.

Hattâ fevkalâde muhabbet ve sürekli sohbet ettiği Galata Mevlevîhânesi son postnişîni Ahmed Celâleddin Dede’ye bir gün: “Şeyhim, sen ömründe kâmil görmemişsin” diye celâlli bir şekilde çıkışmış olduğu, orada hazır bulunan, adı da kendisininki gibi Eşref olan bir zâtın Eşref Efendi’ye izhâr ettiği aksülamel üzerine Ahmed Celâleddin Dede’nin de: “Eşrefimle benim arama girmeyin!” demiş olduğu rivâyet edilirdi. Kezâ, bir gün limon satın aldığı birinin edebsiz ve kerih bir hareketine ya da sözüne celâllenerek herifi tuttuğu gibi, kendi başına oradan çıkamıyacak bir biçimde, limon küfesinin içine tıkmış olduğunu da Neyzen Niyâzi Sayın nakletmektedir.

Üsküdar Emetullâh Gülnûş Vâlide Sultan Câmii (Yeni Câmi) müezzini olan Eşref Efendi, önce Gizlice Evliyâ türbesinin ve daha sonra, vefatına kadar, Aziz Mahmûd Hüdâyî (1541-1628) türbesinin türbedârı olarak da hizmet etmiştir.

Eşref Efendi’nin, Üsküdar’lı bestekâr Hacı Fâik Beyin (1831-1891) kıymetli talebelerinden olan muhterem pederi Durakçı[4] Hâfız Hüseyin Tevfik Efendi (1849-1906) ise, bugün Üsküdar Postahânesi’nin yanındaki Açıktürbe Yokuşu’nin hemen girişinde biraz yukarıda solda, “Gizlice Evliyâ”[5] diye bilinen bir hazîreyi de içine alan ama artık yerinde yeller esen Gizlice Evliyâ Celvetî Tekkesi’nin, babası Mehmet Muhlis Efendi’den sonraki postnişîni ve Emetullâh Gülnüş Vâlide Sultan Câmii’nin (Yeni Câminin) de başmüezzini imiş. Daha çok İnâdiye’deki Bandırma (ya da Bandırmalızâde) Dergâhı’nda durakçılık edermiş. Kabri, İnâdiye’de Tevâşî Hasan Ağa mahallesindeki Seyyid Hâşim Baba’nın (1718-1783) kabrinin karşısındaki, adada bulunan Selim Babanın (vef. 1782) kabrinin civârındadır[6].

Hakkında pek az şey bilinen bu Gizlice Evliyâ’nın kabrine Azîz Mahmûd Hüdayî ihtirâm eder ve hattâ önünden geçerken sağ elini kalbinin üstüne koyar, vücûdunu kabre çevirir, yan yürüyerek geçermiş.

Mücerred bir hayat süren, yâni hiç evlenmemiş olan Eşref Efendi, Üsküdar’ın Fıstıkağacı semtinin kuzeyinde kalan îcâdiye mahallesinde kızkardeşi Zehrâ Hanım ve onun eşi Yarbay Âdil Aru Bey ile paylaştığı üç katlı ahşap bir konağın bodrum katında otururdu. Kendisinin, her ne sebebden ise, eniştesi Âdil Bey ile arası pek yokmuş. İkisinin arasındaki diyaloğu ise pek sevdiği kızkardeşi Zehrâ Hanım sağlarmış.

Zehrâ Hanımın torunu Cemâl Ekber Aru, çocukluğunda, tanınmış bir güfte yazarı olan merhûm babası Selim Aru (1910-1986) ile birlikte konağa her gelişlerinde önce bodrum katındaki loş odasında Eşref Efendi’yi ziyâret ettiklerini; Eşref Efendi’nin kendisini, elini öpmesine fırsat vermeksizin, bağrına basıp kokladığını ve daha sonra da önceden hazırlamış olduğu hediyeleri kendisine verdiğini hatırlamaktadır. Cemâl Ekber Aru Kurban Bayramı’nda kurbanları Eşref Efendi’nin yardımcısız olarak bizzât tığladığını da söylemektedir.

Âdil Bey oğlu Selim Aru’yu, Selâmsız semtinde bulunan frerler mektebini bitirdikten sonra ve maddî imkânsızlık sebebiyle, kendisi gibi asker yapmak için Kuleli Askerî Lisesi’ne göndermek ister. Eşref Efendi’nin ağabeyi hâkim Tahsin Bey ise yeğeninin Robert College’de okumasını arzu ederek masraflarını üstlenir. Ancak yeğeni lisenin henüz daha 2. sınıfında iken Tahsin Bey enfarktüsden vefât edince, Eşref Efendi kardeşinin bu arzusunu vasiyet olarak telâkki ederek masrafları deruhte edip yeğeninin Robert College’den ayrılmamasını sağlar. Fakat Eşref Efendi’nin geliri buna yetmediğinden kendisi, herkesden gizli olarak, Mısır Çarşısı’ndaki bir yağ toptancısının yanına çırak olarak girer ve, Selim Aru okulunu bitirinceye kadar, okul taksitlerini ve şâir masrafları bu işten kazandığı ücretle karşılar.

Mektep arkadaşları, dayısının Mısır Çarşısı’nda çırak olarak çalışmakta olduğunu gördüklerini kendisine bildirdiklerinde Selim Aru buna inanmaz. Fakat arkadaşlarının ısrarı üzerine Mısır Çarşısı’na gidip de durumu kendi gözleriyle görünce hayretlere gark olur. Oğlu, vefâtına kadar Selim Aru’nun bu olayı ne zaman hatırlasa hep hüngür hüngür ağlamış olduğunu söylemektedir.

Eşref Efendi’nin, gençliğinde, pekçok İnsân-ı Kâmil’den feyz almış olduğu; İstanbul’daki bütün meşâyihi tanıdığı; ve bunlardan da hangilerinin evliyâ olduğunu bildiği söylenirdi. Matematik ve İlm-i Nücûm[7] bilgisinin kuvvetli olduğu, fakat İlm-i Nücûm hesaplarının kendisini bıktırdığı için artık bunlarla uğraşmadığı da rivayet edilirdi.

Hepsi de Melâmet neş’sine garîk ve de tasarruf sâhibi olan: “Fâtih Türbedarı” diye mâruf Ahmed Amiş Efendi’nin (18077-5 Mayıs 1920); Eyüb Nişancası’ndaki Şeyh Murad Buhârî Dergâhının zamanının “Melâmî Kutbu” olarak tanınan şeyhi ve Hazret-i Peygamber’in 32. göbekten torunu Seyyid Abdülkâdir Belhî’nin (1839-15.03.1923); ve zamanının Gavs’ı olduğu söylenen, ama fevkalâde sırlı bir zât olduğu için tekke literatürüne geçmemiş olan nakşî Mehmed Sâbit Efendi’nin (?-8 Şubat 1920) sohbet ve nazarlarına mazhar olan Eşref Efendi’nin bu İnsân-ı Kâmil’lerin nezdinde kadir ve kıymetinin pek yüksek olmuş olduğu rivâyet edilirdi.

Gençliğinde bir hanıma âşık olduğu, ama feyizlerine mazhar olduğu mubârek zevâtın kendisinin bu hanımla evlenmesine destur vermemiş oduklan da rivâyet edilmekteydi. Eşref Efendi: “Türbedâr Efendi irşâda, Sâbit Efendi ise icrâyâ nıemûrdu”, ve nakşî Küçük Hüseyin Efendi (1828- 1930) için de: “Kerâmet tarafı ağır basardı” dermiş.

Bir keresinde Üsküdar’da, Tabutçular içinde, “Sandıkçı Şeyh Edhem Dergâhı”ndaki büyük bir toplantıya, Seyyid Abdülkâdir Belhî’nin usûlen dâvet edilmesi için Şeyh Haydar Efendi tarafından aracı olması Eşref Efendi’den ricâ edilmiş. Fakat senelerdir tekkesinden dışarı çıkmamış ayrıca da herhangi bir tekkeyi ziyâret âdeti olmayan Hazret’in bu toplantıya da icâbet etmeyeceği ne mutlak.

Murad Buhârî Dergâhı’nın hazîresinde Seyyîd Abiülkâdir Belhî Hazretleri’nin, annesinin ve babasının medfun bulundukları mahal nazarıyla bakılmaktaymış. Eşref Efendi Eyüb’e gidip, usûlüne uygun olarak, dâveti yapmış. Toplantı gecesi ise Eşref Efendi, Sandıkçı Dergâhı’ndan içeri girince, yaşı seksene varmış olan Hazret-i Seyyid’i mihrâbda ve Şeyh Haydar Efendi’yi de onun arkasında ayakta kemâl-i huşû’ içinde görmüş. Hazret-i Seyyid’in Eşref Efendi’nin ricâsını kırmayıp, mûtâdının aksine, bu yaşlı hâlinde Eyüb’den Üsküdar’a kadar gelmesi karşısında herkes hem şaşırmış, hem fevkalâde memnûn olmuş ve hem de Eşref Efendi’nin zamanın Melâmî Kutbu’nun nezdindeki kadrinin, kıymetinin ve i’tibânın büyüklüğünü kemâliyle anlamış[8]. O gün icrâ edilen zikrin hâzırûna bahşetmiş olduğu mânevi lezzet ise, aradan 40 sene geçmiş olmasına rağmen, Attâr Dükkânındaki o unutulmaz sohbetlerde hâlâ tahassürle anlatılırdı.

Gençliğinde Sâbit Efendi’yi her ziyâretinde şâhit olduğu bâzı garib olaylar karşısında bâzen ciddî tereddüde düşen Eşref Efendi’nin bu hâlini sezen Sâbit Efendi, bütün bu garibliklerin bir hikmeti olduğu husûsunda onu idrâke sevketmek üzere, âdetâ takbih edercesine: “Eşref! Eşref! (burnundan bir sesle) Hum!” diye îkaz edermiş. Zamanla Eşref Efendi Sâbit Efendi’den neşet eden bu garib ahvâl ile ünsiyet kesbederek itminâna kavuşmuş. Eşref Efendi şâhit olduğu ve kendisini tereddüde şevketmiş olan bu garibliklerin ne olduğu kendisine sorulduğu zaman da: “Öyle şeyler vardır ki bunların açıklanması haramdır” deyip konuyu kapatırmış. Eşref Efendi, bunların hâricinde, Sâbit Efendi ile ilgili başka garib olaylar da nakletmiştir:

1916 ya da 1917’de Osmanlı İmparatorluğu ile Almanya’nın arasının, hangi sebebden ise, bozuk olduğu bir dönemde Sâbit Efendi sohbet ederken birdenbire durup terliğini fırlatmış. Terlik yere ters düşmüş. Bunun akabinde (bihikmet-i Hudâ) dışarıda hava bozmuş, fırtına ve gök gürültülü bardaktan boşanırcasına bir yağmur yağmağa başlamış. Bir müddet sonra Sâbit Efendi terliğini düzelttirtmiş. Bunun üzerine hava gene sâkinleşmiş. Sâbit Efendi ihvânından birine: “Kubura [tuvalete] git! Orada tepe-taklak edilmiş bir resim bulacaksın. Onu al, buraya getir!” diye nutuk etmiş. Mürîd tuvalette Alman İmparatoru II. Wilhelm’in başaşağı konmuş bir resmini bularak Efendi’sinin huzuruna getirmiş. Sâbit Efendi, resmi düzelttirerek: “Neyse artık Almanya ile aramız düzelir” buyurmuş. Gerçekten de birkaç gün sonra gazeteler Osmanlı Devleti ile Almanya arasında zuhur etmiş olan pürüzün ortadan kalkmış olduğunu yazmışlar.

Bir başka sefer, Müttefik Devletler’in İstanbul’u işgalinin akabinde, işgalden yakınmakta ve devletin bekası için endîşelerini izhâr etmekte olan ihvânına Sâbit Efendi:

“Hadi, hadi üzülmeyin! Biz o işi Selânik’li, mâvi gözlü bir sarışına havâle ettik. O bu işin üstesinden gelecek” demiş.

Üsküdar Emetullâh Gülnûş Vâlide Sultan Camii (Yeni Câmi) baş imâmı ve geçen yüzyılın en büyük tâlik hat ve ebrû üstâdı Necmeddin Okyay Hocaefendi’den (1883- 1976) neşet eden ve bunu te’yid eden bir başka rivâyeti de hocanın kıymetli talebesi Prof. Dr. Ali Alpaslan nakletti: “Sâbit Efendi bâzen Necmeddin Efendi’nin Toygar’daki evine uğrarmış. 1919 yılında bir gün gene bir ziyâretinde, Necmeddin Efendi:

“Amca, düşman dretnotları Dolmabahçe’niıı önünde. Ne olacak bu memleketin hâli?” diye sorunca Hazret:

“Sen merak etme! Ben bu defa işimi mâvi gözlü bir Selânikli ile halledeceğim”

diye cevap vermiş. Necmeddin Hoca:

“Ben bunu bir yerlerde söylersem, bana gülerler mi acabâ?”

diye sorunca, Sâbit Efendi buna celâllenerek, Necmeddin Efendi’ye:

“Şimdiye kadar sen benim yalan söylediğimi hiç gördün mü?” diye çıkışmış”.

Eşref Efendi bir gün de Sâbit Efendi’yi sokakta: “Kestânem kebab!” diye kestâne kebabı satarken görmüş. Meğerse Efendi’nin ihvânından bir zât kestâne kebabı satarmış. Efendisi onu işinin başında iken ziyâret etmiş, “Sen şöyle arkamda dur da biraz da ben kestâne kebabı satayım” demişmiş.

Sâbit Efendi ile Eşref Efendi bir gün Büyük Çamlıca Tepesi’ne çıkmışlar. Sâbit Efendi bir taşın üzerine oturaktan ve etrâfı bir müddet temâşâ ettikten sonra hüngür hüngu. ağlamaya başlamış. Uzun müddet ağladıktan ve sükûna kavuştuktan sonra Eşref Efendi cesâret edip: “Efendimiz; sizi böyle ağlatan nedir?” diye sormuş. Sâbit Efendi: “Eşrefim; bütün Mükevvenât Cenâb-ı Hakk’a secde ve zikr etmekteydi. Bu manzaranın haşmetine dayanmak mümkün müdür?” diye cevap vermiş.

Nakş’î-Hâlidî meşâyihinden Mehmed Esad Erbilî (1847-1931) Muaviye’ye ihtirâmı ile tanınan biri idi.

1930 sonlarına doğru, bir vesiyle gene Muaviye’yi göklere çıkarmış olduğu Sâbit Efendi’nin kulağına gidince, Hazret’in büyük bir celâliyetle:  

“Ben bu kürdü burada bırakmam”

dediğini ve aradan bir ay geçmeden Şeyh Esad Efendi’nin tevkif edilerek İstiklâl Mahkemesi’nde îdam talebiyle yargılanmak üzere Menemen’e götürülmüş olduğunu Eşref Efendi nakletmiştir. Şeyh Esad Efendi İstiklâl Mahkemesi’nde îdama mahkûm olmuş, cezâsı müebbed hapse çevrilmişse de tedâvî edilmekte olduğu Menemen Askerî Hastahânesi’nde 4 Mart 1931 târihinde vefat etmiştir[9].

 Eşref Efendi ile bir gün Karacaahmet Mezarlığı’nın içinden geçmekte olan Sâbit Efendi: “Eşrefim, senin için bütün bu mevtâları ayağa kaldıramamı ister misin? diye sorunca[10], Eşref Efendi: “Aman Efendim; lûtfunuzla yerlerinde kalsınlar!” diye istirhâm etmiş.

Mehmed Sâbit Efendi, Eşref Efendi’yi bir gün: “Eşrefim, kalk! Seninle bir zâtı ziyârete gideceğiz” diyerek Fâtih Türbedârı Ahmed Amiş Efendi’ye götürmüş. Ahmed Amiş Efendi Sâbit Efendi’yi görünce ayağa kalkıp ellerini göğsüne kavuşturmuş; Sâbit Efendi de aynı ihtirâm duruşunu izhâr etmiş. Her ikisinin de sessiz ve sözsüz bir yarım saat kadar durumlarını muhâfaza etmelerinden sonra Ahmed Amiş Efendi’nin huzurundan ayrılan Sâbit Efendi: “Eşrefim gördün mü? Ne can bir zât, değil mi!” demiş. Eşref Efendi’nin Ahmed Amiş Efendi’ye muhabbet ve hayranlığı da işte böyle başlamış.

Bir gün Eşref Efendi Ahmed Amiş Efendi Hazretlerini ziyâret etmek üzere Seyyid Abdülkâdir Belhî’ni yanından ayrılırken, Hazret onu: “Eşrefim, Ahmed Amiş Efendi zamanın Kutbu’dur” diyerek îkaz etmiş. Eşref Efendi’ye böyle nereden geldiğini soran Ahmed Amiş Efendi ise, onun Murat Buhârî Dergâhı’ndan geldiğini öğrenince, hörmetle: “Eşrefim, Seyyid Abdülkâdir Belhî Hazretleri zamanın Kutbu’dur” demiş.

Mustafa Düzgünman’ın rivâyetiyle, Eşref Efendi genç iken bir gün Sâbit Efendi:

“Eşrefim; fakîr Amerika’ya gideceğim” demiş. Aradan bir müddet geçtikten sonra bir başka gün de:

“Eşrefim ben artık Amerika’ya gidiyorum” dediğinde Eşref Efendi Sâbit Efendi’nin dizlerine kapanmış:

“Sultânım fakîri bırakıp da gitmeyin!” diye ağlayarak yalvarmış. Hâl-i hayatında Amerika’ya gitmemiş olduğuna göre, Sâbit Efendi’nin bu sözleriyle neyi îmâ etmiş olduğu bugüne kadar hep spekülâsyon konusu olmuştur.

Eşref Efendi, ayrıca, Galata Mevlevhânesi postnişîni Ahmed Celâleddin (Baykara) Dede (1853-1946), Üsküdar Mevlevîhânesi postnişîni Ahmed Remzi (Akyürek) Dede (1872-1944), Türbedâr Ahmed Amiş Efendi’nin ihvânnından Abdülazîz Mecdi Tolun (1865-1941), hezârfen Necmeddin Okyay Hocaefendi (1883-05.01.1976), ve özellikle de Üsküdar Mihrimâh Sultan Câmii (İskele Câmii) baş- imâmı Nâfiz Uncu Hocaefendi (1890-1958) ile de çok yakın dost idi.

Nâfiz Hoca[11] da, Eşref Efendi gibi, Melâmî neş’esine sâhib ve sırrını fevkalâde iyi setreden, Üsküdar’da Doğancılar semtindeki Şâbanî Nasuhî Dergâhı’na mensub bir zât idi. Eşref Efendi sükût ve vakar ile sırrını setrederken Nâfiz Hoca Üsküdar’ın avâm takımıyla, görünüşte, senli- benli olmak sûretiyle sırrını setrederdi. Eşref Efendi: “Ben Nâfiz’den korkarım” diyerek onun mânevî mertebesine işâret ederken Nâfiz Hoca da Eşref Efendi için: “Eşref Efendi evliyâullâh hazerâtının peşinde fink atardı” diyerek onun bu zevât-ı muhteremenin indinde nasıl makbûl ve mûteber bir zât olduğuna dikkati çekerdi[12].

Eşref Efendi’nin, tıpkı Merkez Efendi (1460-1552) gibi, bu âlemde her şeyin ve herkesin ne eksik ne de fazla, yerli yerinde ve Cenâb-ı Hakk’ın takdiriyle bu şekilde var olduğunun; yâni Kader’in Mükevvenât’taki her şeyi, tecellî etmekte oldukları gibi şekillendirip Ezel Hükmü’ne bağlamış olduğunun idrâkini bütün ömrü boyunca zinde tutmuş bir zât olarak, herhangi bir kimse hakkında kötü bir söz söylediği görülmemiştir. Meşrebiyle imtizâc etmediği biri hakkında kendisine sual sorulduğunda, suale genellikle o zâtın geçerli bir hasletini belirterek cevap verirdi. Meşâyihden, meselâ meşrebi açısından tasvib etmediği ama şâirlik vasfı da olan bir kimsenin nasıl biri olduğu kendisine sorulduğunda yalnızca “İyi bir şâirdir” diyerek konuyu kapattığına çok kere şâhit olunmuştur.

Bununla beraber ve mûteber zevât nezdindeki i’tibân müsellem iken, Eşref Efendi ile gerek Attâr Dükkâm’ndaki sohbetlerde gerekse aynı tekkede bir arada bulunmuş olan bâzı meşâyihin, nefislerinden neşet eden kıskançlıklarından olsa gerek, hazretin arkasından haksız yere gıybet ettikleri de olmuştur. Eşref Efendi, bunları da Kader’in muktezâsı telâkki ettiğinden, kendisine has o muhteşem vekân ile hiç üzerinde durmamış ve yüzlerine vurmayıp hep setretmiştir.

I. Cihân Harbi sırasında bir gün Eyüp’de Şeyh Murad Buhârî Dergâhı’ndaki bir sohbette, İlm-i Nücûm’daki bilgisinin enginliğini bilenler, Çanakkale Harbi esnâsında şöhreti artmış olan Mustafa Kemâl’in zâyiçesini (horos-top’unu) çıkarıp âtisini istihrâc etmesi için Eşref Efendi’ye destûr vermesini Seyyid Abdülkâdir Belhî’den istirhâm etmişler. O da destûr verince, Eşref Efendi, hemen oracıkta, birkaç saat süren hesaplar sonunda şu neticeye varmış:

“Eğer bu zât gönlünü mânâ âlemine çevirirse: Velî; eğer dünyâya çevirirse: Pâdişâh makamına sâhib olacaktır”.

Eşref Efendi’nin himmet, nazar ve sohbetlerinden fevkalâde istifade etmiş olan Neyzen Niyâzi Sayın, güreşe meraklı ve hattâ Kırkpınar güreşlerini seyre gitmek mûtâdında olan Eşref Efendi’nin kıymetli iki ihvânından bahsetmektedir. Bunlardan biri hayâtında bütün hastalarını asla bir ücret almaksızın tedâvî etmiş olan askerî doktor Ziyâ Erdoğru[13] Bey (Ziyâ Baba); diğeri ise posta müvezziiliğinden emekli, Üsküdar’ın eski tulumbacılarından, Tabaklar mahallesinde oturan ve fevkalâde müeddeb bir zât olan Abdi Özcanlı Efendi (Abdi Baba) imiş. Her ikisi de nasîb almış oldukları bektaşî hâfız Abdüllâtif Baba’nın[14] tavsiyesiyle sohbet için Eşref Efendi’ye intisâb etmişler. Her biri, mürşidleri Eşref Efendi gibi, Hamzavî-Melâmî neş’esine ve hakikî Ehl-i Beyt-i Resûllullâh muhabbetine sâhip kâmil birer zât olmuş.

Bir gece Abdi Efendi hastalanmış ve sabaha kadar sancılardan kıvranmış. Sabah ezânından biraz önce kapısı çalınmış. Gelen mürşidi imiş[15]. Eşref Efendi müridine serzenişte bulunmuş: “Abdi can; bizi niye sabaha kadar uyutmadın? Neyin var?” sonra Abdi Efendi’nin haremine dönerek: “Kızım sen bize kahve yap! Kapıyı da kapa!” demiş. Yalnız kaldıklarında sağ elinin başparmağını Abdi Efendi’nin iki kaşı arasına bastırarak “Nâda Aliyyen”i okumuş[16]. Abdi Efendi bir anda bütün sancılarının başından başlayarak ayaklarının ucundan kendisini terk ettiğini hayretle müşâhede etmiş.

Eşref Efendi’nin müdâvimi olduğu kahve Altûnîzâde’de, Kısıklı istikâmetindeki yolun solunda kalan ve tramvay durağının biraz ilerisindeki kahve idi. Burada genellikle müridi Dr. Ziyâ Bey ile buluşur ve kahvenin önündeki asmanın altında sohbet ederlerdi.

Eşref Efendi Üsküdar’da Özbekler Tekkesi’ndeki toplantılara arada sırada katılır ve daha çok da, bu toplantılarda kahveleri pişiren Tûfan Ağanın kahve ocağında Nâfız Hoca ile oturur sohbet edermiş. Çok lezzetli yemek pişiren Eşref Efendi’nin Üsküdar Özbekler Tekkesi’nde nâdiren pişirdiği aşûrenin lezzeti de dillere destân imiş. Bir gün Dergâh’ın mescidinde Esad Gerede mevlîd okurken araya Yunus Emre’nin “Lûtfun da hoş, kahrın da hoş” nakaratlı kasidesini de katınca Eşref Efendi’nin (ancak âriflerin zevk edebileceği, ama avâmm hazmedemeyeceği bu “kahrın da hoş” lâfından mıdır nedir) birdenbire’keyfi kaçmış. Kimseye bir şey söylememekle beraber celâllendiğini de belli ederek yanında oturan Niyâzi Sayın’a: “Kalk evlâdım, gidelim!” diyerek Dergâh’ı terketmiş.

Eşref Efendi’nin, kimseyi zora sokmamak için, yemek dâvetlerini kabül etmekden çekindiği ama bir keresinde ihvânından Dr. Ziyâ Bey ile eşinin ısrârma dayanamayarak onlarda bir yemeğe geldiği, fakat bunun için de kendisine yalnızca domates suyu ile hazırlanmış bir domates çorbası verilmesini şart koşmuş olduğu rivâyet edilmektedir.

Baha Doğramacı (doğ. 1920), Seyyid Abdülkâdir Belhî Hazretleri’nin ihvânından Osman Kemalî Efendinin[17] (1862-8 Ocak 1954) Eşref Efendi’ye: “Fakîr nazarımdan önce göçersem, fakîrin ihvânını nazarım yetiştirsin! Eğer nazarım fakîrden önce göçerse, nazarımın ihvanını da fakîr yetiştireyim!” diye bir teklifte bulunmuş olduğunu rivâyet etmektedir.

Eşref Efendi 30 Ocak 1954 târihinde, yâni Osman Kemâlî Efendi’den yalnızca 22 gün sonra, vefat etmiş olduğundan bu niyet gerçekleşememiştir.

Attâr dükkânının müdâvimlerinden, Sandıkçı Dergâhı’nın kahvecisi Tûfan Ağa’yı II. Cihân Harbi’nde apar topar ikinci kere askere çağırmışlardı. Bu durumda evlâd ü ıyâlinin sefil perişan olacağı endîşesiyle Tûfan Ağa da, Eşref Efendi’yi: “Ne olur beni bu işten kurtar!” diye yalvararak tâciz eder olmuştu. O da: “Git evlâdım; bizde böyle tasarruf kudreti yok” diye başından savarmış. Askere şevki için verilen târihden bir hafta kadar önce Tûfan Ağa, Üsküdar’daki Emetullâh Gülnûş Vâlide Sultan Câmii’nden {Yeni Câmi’den) bir ikindi namazı sonrası Sâim Efendi ile birlikte kolkola çıkmakta olan Eşref Efendi’nin önünü keserek: “Senden beni bu işden kurtardığına dâir söz almadan bir yere gitmem, seni de bir yere bırakmam” diye bağırıp ayaklarına sarılmağa başlamış. Ne yapmışlarsa Tûfan Ağa’yı yatıştıramamışlar, ama Eşref Efendi’nin sabrı da gitgide taşmağa başlamış. Sonunda, bir ân büyük bir celâliyetle: “Gitme öyleyse ulan, gitme!” diye bağırınca Eşref Efendi’nin mânevî kudretine îmânı kavî olan Tûfan Ağa birden ferahlamış ve bu sefer ellerine sarılarak “Sağ ol Eşref Efendi! Allah senden râzî olsun” diyerek minnetini dile getirmiş. Gerçekten de, birkaç gün sonra Askerlik Dâiresi’nden gelen bir telgraf Tûfan Ağa’nın askere yanlışlıkla çağırılmış olduğunu bildirip celb emrini iptal etmiş.

Rahmetli Mustafa Düzgünman’ın bana nakletmiş olduğu veçhile, II. Cihân Harbi’nin başlarında Necmeddin Okyay Hocaefendi’nin[18] sonradan, kendisi gibi, Güzel Sanatlar Akademisi’nde ebrû ve kadîm tarz cildleme profesörü olacak olan oğlu Sâcit ağabey (1915-19.04.1999) askere alınmış ve kendisine büyük bir askerî deponun zimmeti verilmiş. Zimmet zaptını deponun “dolu” olduğu kaydıyla imzâlamış olan Sâcit Okyay aslında deponun tamtakır kuru bakır olduğunu görünce, hiyle ile fakat resmen üzerine yüklenmiş olan bu sorumluluk karşısında büyük sıkıntıya düşmüş ve babasından kendisini buradan kurtarmasını istemiş. Necmeddin Okyay hoca da Eşref Efendi’den bu işe bir çâre bulmasını taleb etmiş. Eşref Efendi ise: “Necmeddin Efendi bu işi oluruna bırak! Sakın kurcalama! Sonu üzüntülü olur” demiş. Fakat Necmeddin Okyay hoca, buna rağmen, Türbedâr Ahmed Amiş Efendi’nin ihvânmdan ve Bayezid Soğanağa Mahallesi Nûr Sokağı’nda mukîm Abdülazîz Mecdi Tolun’u evinde ziyâret ederek bu derdine devâ olmasını kendisinden ricâ etmiş. Bu zât ise, Sâcit Okyay’ın bir hafta boyunca belirli bir sayıda çekmesi için mürekkeb bir zikir vermiş. Bu zikri icrâ eden Sâcit ağabeyde bir hafta sonunda tecennün emâreleri görülmüş ve tıbbî heyet kararı ile askerlikden ihrâç edilerek söz konusu sorumlulukdan da sonunda âzâd olmuş. Âzâd olmasına olmuş da, ne yazık ki, Eşref Efendi’nin îkazınm isâbetliliği de kendini göstermiş; zirâ Sâcit Okyay vefâtma kadar periyodik bir biçimde hep ağır psikiyatrik sıkıntılar yaşamıştır.

Bu hâdiseden sonra Eşref Efendi Sâcit ağabey ile çok yakından meşgûl olmuş; onun sıkıntılarını nazar ve sohbetle tahfif etmiş; bir ara da sabahları, erken saatlerde, Üsküdar’da onunla birlikte gezmeyi mûtad hâline getirmiş. Böyle sabahlardan birinde Fıstıkağacı semtinde gezinirlerken, o günlerde Şeriat’ı ağır basan Sâcit ağabey yol üzerindeki bir büyük taşı kaldırıp yol kenarına koymağa kalkıştığında Eşref Efendi: “Evlâdım; o taşın orada, kendisine Ezel’de verilmiş olan bir vazifesi vardır. Biri ona çarpacaktır. Sen sen ol da, yol üstüne sen taş koyma! Ama eğer orada bir taş varsa Kader’in hükmünü de sanki tâdil edecekmişsin gibi davranma!” diyerek ona bir Ma’rifet dersi vermiş[19].

Sâcit Okyay, profesörlüğü yanında, İstanbul mahkemeleri nezdinde imzâ teşhis uzmanı olarak da çalışmaktaydı. Bir gün meşâyihden bir zât kendi ihvânından birisinin mahkemeye düşmüş olan bir evrakındaki imzânın onun imzâsı olmadığına dair bir rapor vermesini kendisinden ricâ etmiş. Hâlbuki Sâcit ağabeyin mahkemeden kendisine verilen evrâklar üzerinde yapmış olduğu inceleme, söz konusu imzânın o ihvânın imzâsı olduğunu hiçbir şüpheye yer bırakmayacak derecede ortaya çıkarmış imiş. Bu durumdan çok sıkılan Sâcit ağabey, durumu Eşref Efendi’ye açıp da: “Evlâdım; senin tetkikinin neticesi ne ise ona göre hareket et!” nutkunu alınca rahatlamış. Ama bu vak’adan sonra da Eşref Efendi, Sâcit ağabeye söz konusu teklifi yapan zâtı defterinden silmişmiş.

Aktar Sâim Efendi kendisinden pekçok şey öğrendiğim ittikâ sâhibi, cemâli celâline ağır basan bir zâttı. Kardeşi Bekir Efendi de ittikâ sâhibi ama daha ziyâde celâlli bir zâttı. Attâr Dükkâm’nda o muhterem zevâtın sohbetleri ona pek fazla tesir etmezdi. Hele bir keresinde, vefâtından bir hafta kadar önce: “Bu Eşref Komiser’in oğlunu[20] da ifsâd ediyor” diye Eşref Efendi ile neyzen Niyâzi Sayın’ı dükkândan kovmuş. Eşref Efendi tekrar, ancak, on gün kadar sonra yâni Bekir Efendi’nin vefatının akabinde dükkândaki yerini alabilmiş.

Sâim Efendi’nin küçük oğlu ebrû üstâdı Mustafa Düzgünman (1920-12.09.1990) gençliğinde ciğerlerinden büyük bir rahatsızlık geçirmişti. Uzun müddet sanatoryumda yattı. O zamanki tedâvi usûlleri bugünkü gibi gelişmiş olmadığı için, ponksiyonla ciğerinden su alınması ve hava tahliye edilmesi sırasında çok ızdırâb çekti. Sonradan idrâk etmiş olduğum kadarıyla, Eşref Efendi Mustafa ağabey ile mânevi eğitimiyle ciddî bir biçimde meşgûl olmaktaymış. Bunun sonucu olarak Mustafa Düzgünman’da mânevi bir cezbe zuhur etmeğe başlamış ve Hazret-i Azîz Mahmûd Hüdâyî’ye ve Celvetîliğe karşı büyük bir muhabbet ve ilgi uyanmış. Sanatoryum dönemi, onun hayatında koyu sofulukdan uzaklaşıp tasavvufa ciddî bir biçimde yönelişinin de başlangıcı olmuştu. Sanatoryumda Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin Dîvân’ını derinliğine tetkik eden Mustafa Düzgünman’ın mânevîyatmda büyük bir değişim vuku bularak onun hayâta bakış açısını da, değer hükümlerini de çok olumlu tarzda etkilemiştir. Filvâki başlangıçta eskiden bağlı olduğu değerleri tenkîd etmek husûsunda bâzen aşırı davranmışsa da, Eşref Efendi’nin sohbetleri ve irşâdı, zamanla, onu belirli bir temkine ve olgunluğa ulaştırmıştır. Eşref Efendi’nin vefatından sonra Mustafa ağabey Azîz Mahmûd Hüdâyî türbesinin türbedarlığında Eşref Efendi’ye halef olmuş ve türbedarlığı, titizlikle ve aşk u şevk ile, yirmialtı buçuk sene sürdürmüştür.

Neyzen Niyâzi Sayın, Eşref Efendi’nin kendisini bestekâr Zekâî Dede’nin (1825-1897) talebesi Kadırgalı Ûdî Hüseyin Fahri Efendi’ye bizzat götürüp teslim etmiş olduğunu ve bu zâttan mûsikî bakımından çok feyiz almış olduğunu minnetle anlatmaktadır.

Aslında derin bir mûsikî kültürüne sâhib olan Eşref Efendi, bir gün, Niyâzi Sayın’a: “Eskiden semâi kahvelerinde[21] çığırtma[22] çalarlardı. Sen de bir tâne edinirsen iyi olur. Tahtakale’de yapanı vardır” demiş. Niyâzi Sayın Tahtakale’de çığırtma îmâl eden fakat şâribü-l leyli ve-n nehâr ama bu konuda, elhakk, usta olan birine 15 lira peşin para karşılığında, zar zor bir çığırtma yaptırabilmiş; bunu Eşref Efendi’nin nutkuna uyarak iyi de çalmağa başlamış; ve hattâ bununla bir fasıla dahi iştirâk etmiş olduğunu ifade etmektedir.

Karagöz oyunu, aslında, görünenin ardında bu görüneni göründüğü şekliyle yaratmış olan ve kendi tertîb etmiş olduğu senaryoya sâdık kalarak oyunu “Hayâl Perdesine aksettiren bir Ulu Üstâd’ın var olduğu idrâkine avâını alıştırmak üzere îcad edilmiş olan bir oyundur. Bu konuda da derin bir bilgiye sâhib olan Eşref Efendi Karagöz oyununun Karagözcü Kâtip Sâlih’den i’tibâren bitmiş ve bu oyunu gâyesine uygun, tasavvufî bir edâ ile oynatan son kişinin ise Karagözcü Müştak Baba olduğunu anlatırdı. Müştak Baba Karagöz oyununda Kur’ân âyetlerinin tasavvufî tefsirini takdîm edecek kadar işini öylesine mürebbi’ce icrâ edermiş ki bu işin meraklısı mest olurmuş.

1948 yılında bir gün Eşref Efendi, Mustafa Düzgünman ile Niyâzi Sayın’a: “Benim bir Dede’ın vardır. Cihân’da bir tânedir. Gidin elini öpün!” diye Eyüp’te Sucu Ali Fâni Dede’yi[23] (1881-05.03.1956) ziyâret etmelerini tavsiye etmiş. Mustafa Düzgünman, kendine has kuşkuculuğuyla, Ali Dede’nin nasıl bir kimse olduğunu soracak olmuş. Buna celâllenen Eşref Efendi: “Bana bak Mustafa! Benim mührümü bastığım adam, adamdır. Şunu bil ki bu zât bu cihândan göçerse bu âlem bir daha kolay kolay düzelmez” demiş. Eyüp’te kendisini buldukları zaman Ali Dede, daha kendilerini tanıtmadan onlara: Buyurun, hoş geldiniz. Eşref Efendi nasıl?” diye sormuş.

Neyzen Niyâzi Sayın, Sucu Ali Dede’ye sekiz sene hizmet etmiş. 1949 yılında bahriye eri olarak askere alındığı vakit gidip kendisine: “Dede’ciğim; himmet et de askerliğimi Deniz Müzesi’nde yapayım” niye niyâz etmiş. Ali Dede ise ona: “Sen Yavuz’a[24] git de Amiral yazıcısı ol oğlum!” demiş. Niyâzi Sayın: “Aman Dede’ciğim! Yavuz zor yer, sen beni Deniz Müzesi’ne verdir!” demişse de Dede: “Öyleyse sen Alay’da kal! Rahat edersin” demiş.

Hakîkaten de birkaç gün sonra Niyâzi Sayın’ın tâyini Yavuz’a Amiral yazıcısı olarak çıkmış. Fakat Deniz Albayı Burhâneddin Gökalp kendisine: “Oğlum, benim annem vefât etti. Sen onun mevlûdunu organize eder misin?” diye sorunca Niyâzi Sayın’ın olumlu cevâbı üzerine Albay: “Seni nereye verdiler oğlum?” demiş. O da Yavuz zırhlısına Amiral yazıcısı olarak tâyin edilmiş olduğunu söyleyince Albay yanındaki Yarbay’a dönerek: “Bu çocuğu Deniz Müzesi’ne verin!” diye emretmiş.

Fakat Yarbay: “Efendim, Deniz Müzesi maalesef torpilliler tarafından dolduruldu. Orada hiç boş yer kalmadı. Mâdem bu çocuğu gözetiyorsunuz, o zaman onu siz yanınıza alın, Alay’da kalsın!” cevâbını almış. Albay hem Niyâzi Sayın’ın tâyinini Kasımpaşa’daki Kuzey Deniz Saha Komutanlığı’na, yâni yanına yaptırmış hem de ona bir hafta izin vermiş. Bunun akabinde Eyüb’e Sucu Ali Dede’ye koşan Niyâzi Sayın daha kendisi Dede’ye bir şey söylemeden Dede’nin kendisine muzîb bir bakışla: “Seni iyi dolaştırdım, değil mi?” dediğini ve ayrıca da Alay’da fevkalâde rahat etmiş olduğunu, Konservatuvar’ı da askerliğini yaparken bitirmiş olduğunu söylemektedir.

Terhis olduktan sonra Niyâzi Sayın Eşref Efendi’den Konya’ya gidip Hz Mevlânâ’yı ziyâret etmek için destûr istemiş. O da ona: “Sen önce git de zamanın Mevlânâ’sından, Sucu Ali Dede’den destûr al!” demiş. Niyâzi ağabey her ikisinden de izin aldıktan sonra Eşref Efendi’ye Konya’dan ne istediğini sorunca o da: “Oğlum; Konya’da suyu çok serin tutan testi yaparlar. Sen bana böyle bir testi getir. Konya’da trenden indikten sonra da faytonculardan en yaşlısını seç, o seni iyi bir otele götürür” diye tembih etmiş. Konya’da kendisine müracaat ettiği en yaşlı faytoncunun kendisini götürdüğü otelin önü meğerse Hz Mevlânâ ile Hz Şems’in Konya’da ilk buluştukları yermiş. Niyâzi Sayın, Eşref Efendi ile Sucu Ali Dede’nin himmetleri sâyesinde bu Konya seyâhatinin bir sürü garib tevâfuklarla pek mükemmel geçmiş olduğunu beyân etmektedir.

Eyüp’deki Şah Sultân Bektaşî Dergâhı’nın son postnişîninin dâmadı Câvid bey 4 Mart 1956 günü Niyâzi Sayın’a haber göndererek Su;u Ali Fânî Dede’nin hâlet-i nez’ide olduğunu bildirmiş. Derhâl dergâha koşan Niyâzi Sayın Dede’yi hareketsiz ve yorganı başını da örten biçimde yatar bulmuş. Yorganı açıp yanaklarını öpmüş: “Dede’ciğim nasılsın?” demişse de Dede’de hiçbir kıpırdanma olmamış. Bunun üzerine oturmuş, üzüntüsünden hüngür hüngür ağlamış. İçinden de: “Cebimde 25 lira var. Onu Câvid’e bırakayım da belki doktor ve ilâç için lâzım olur” diye geçirmiş ki yorganın altından Dede’nin: ” Sen o parayı Câvid’e bırakma! Ben yarın göçüyorum. Burada da boşuna bekleme. Yarın gelirsin” diyen sesini işitmiş. Niyâzi Sayın’ın dergâhı terk etmesinden bir müddet sonra Aka Gündüz Kutbay (vef. 27.08.1979) çıkagelmiş. O da Dede’nin bu hâlinden fevkalâde müteessir olmuş ve neyi ile vedâ kabilinden bir Mevlevi Âyini çalmağa başlamış. Aka Gündüz Kutbay daha ilk notalardan i’tibâren Dede’nin yattığı yerden kalkıp semâ etmeğe başladığını ve âyinin sonunda da gene hiçbir şey olmamış gibi yorganın altına girip yattığını hayretle müşâhede etmiş olduğunu nakletmiştir. Sucu Ali Fâni Dede 5 Mart 1956 Pazartesi günü Rahmânî Emânet’ini Aslî Sâhibi’ne iade ederek bu fânî âlemi terk etmiştir. Kabri Eyüp’dedir.

Aktar Sâim Efendi’nin büyük oğlu Ahmed ağabey (doğ. 1917) bir gün Eşref Efendi’ye: “Amcacığım, siz Türbedar Ahmed Amiş Efendi, Seyyid Abdülkâdir Belhî, Mehmed Sâbit Efendi gibi çok büyük zâtlara yetişmiş, nazarlarını almışsınız. Bu zevât göçtüklerinde ben daha çocuk yaşında imişim. Ne olurdu ben de onların nazarlarına mazhar olsaydım!” diye serzenişte bulununca, Eşref Efendi celâllenerek o fevkalâde nâfiz nazarlarını Ahmed Düzgünman’a dikip: “Evlâdım, bu zevâtın nazarlarına mazhar olmuş olan nazarları gördün ya!” diyerek onu îkaz etmiş.

Attâr Dükkânı’nda Eşref Efendi’ye: “Yahu amcacığım! İnsanı dilhûn eden bu Kerbelâ vak’ası niye vuku bulmuş ki? Bunun hikmeti nedir?” diye soran Ahmed Düzgünman: “Evlâdım Kerbelâ vak’asının zuhurunun hikmeti hakîkî müslümanların sahtelerinden tefrik edilmesi içindir. Bak sen de Kerbelâ’nın bahsi geçince nasıl elem duyuyor, nasıl muzdarîb oluyorsun!” cevâbını almış.

Gene Ahmed Düzgünman, bir gün Eşref Efendi’ye: “Amcacığım, Kur’ân-ı Kerîm’de Hazret-i Ali hakkında hiç âyet var mıdır?” diye sorduğunda: “Evlâdım Mâide sûresinin 55. âyeti Hazret-i Ali hakkında inmiştir” cevâbını aldığını beyân etmektedir[25].

Niyâzi Sayın Kerbelâ’dan söz açıldığı zaman Eşref Efendi’nin gözlerinin kıpkırmızı kesildiğini ve mutlaka birkaç damla yaşın sakallarına süzüldüğünü hatırlamaktadır. Ayrıca, Eşref Efendi’nin Fasîh Ahmed Dede’nin[26]:


Bu mâtemde olan, derd ile hicrâna devâ olmaz.


 Bu feryâd-ı Hüseynî’dir. Buna uşşâk, nevâ olmaz


 Hasan ile Hüseyin’dir ol Resûl’ün kurretü-l aynı,


Sevenler âl-i evlâdın eşiğinden cüdâ olmaz.


Tevellâsm, teberrâsm bilen uşşâka aşk olsun!


Tarikatta budur erkân; buna illâ ve lâ olmaz.


Vukuât-ı Hüseyn-i Kerbelâ’mn mâtemengîzi


Semâ vü hâme[27] vü savt ü hurûf ile edâ olmaz.


Fasîhâ, nüh felek yâkut ü rümmân[28] ile pür[29] olsa,


O mihr-i âlemin bir katra kânına bahâ olmaz.

şeklindeki gazelini inşâd ederken, bu sefer, hüngür hüngür ağlamış olduğuna şâhit olduğunu da beyân etmektedir.

Ahmed Düzgünman bir gün Eşref Efendi’nin gene celâlli bir tarzda: “Cenâb-ı Hakk’dan bir düğme istersem huzurundan tard olayım!” dediğini nakletmektedir. Aslında fevkalâde sırlı bir zât olan Eşref Efendi’nin, nâdir de olsa, bu beyânındaki gibi hakikatim muhibbânına fâş ettiği ve her ân Hakk’ın huzurunda bulunduğunun, yâni salât-ı dâimde olduğunun idrâkiyle zinde olduğunu telmih ettiği vâki’ idi.

Eşref Efendi’nin celâliyeti hakkında nakledilen bir hâdise daha vardır. Üsküdar’da sesinin güzelliği ile tanınan Hikmet adında bir kişi şeyhlik, evliyâlık merâkıyla mâlûl imiş. Hattâ Eyüp’lü Sucu Ali Dede’ye de müracaat edip kendisine tasarruf kudreti vermesini istemiş. Ali Dede: “Evlâdım bizde o güç yok ki, sana ne verelim?” diyerek başından savmış. Bu zât bir gün attâr dükkânında Eşref Efendi’nin huzurunda ukalâlık ederek irşâdın ne olduğundan söz açacak olmuş. Bunun üzerine Eşref Efendi: “İrşâd ne keyfiyettir? Bir daha bunu ağzından duymayayım” diyerek onu susturmuş.

Eşref Efendi’nin vefatından sonra muhiblerinin zihninde yer etmiş olan bir sözü de: “Evliyâullâh her şeyini saklar ama nazarını saklayamaz” sözüdür. Kendisinin, yakın dostu Necmeddin Okyay Hocaefendi’ye: “Gel beraber seninle Anadolu’ya gidelim de Evliyâullâh arayalım” diye teklifde bulunduğu; Necmeddin Hoca’nm: “Hâfız Ağabey; Evliyâullâh’ı nasıl teşhis edeceksin ki?” sualine mukabil: “Ben Evliyâullâh’ı gözlerinden teşhis ederim” dediği meşhurdur[30].

 Muhiblerinin hâfızalarına nakşedilmiş bir başka sözü de (bir rivâyete göre Mehmed Sâbit Efendi’den rivâyet ettiği): “Eğer hilâfet Ehl-i Beyt’e nasîb olmuş olsaydı, şu ayakkabımın altındaki “, kabara’lar [31] bile altından olurdu!” şeklindeki beyânıdır[32]. Eşref Efendi’nin muhiblerine söylediği bir başka söz de: “Evlâdım; ben herkesle bağdaşamam” olmuştur. Gerçekten de kendisi, dostları ve muhibbânı konusunda, ömrü boyunca fevkalâde seçici davranmıştır.

Prof. Uğur Derman da hocası Necmeddin Okyay Hocaefendi’ye Eşref Efendi’nin anlatmış olduğu bir olayı bize nakletti: “1766 senesinde İstanbul’da vuku bulan büyük zelzelede Fatih Câmii neredeyse tamâmen yıkıldığı halde, namaz vaktine rağmen cemaatten pek az kayıp verilmiş. Bunun sebebi ise, zelzelenin hemen öncesinde semtin mâruf bir meczubunun: “Ey cemâat! Ne duruyorsunuz? Hazret-i Fâtih dirildi!” diye bir sayha atması üzerine cemâatin çoğunun dışarı fırlayıp aceleyle türbeye doğru gitmeleriymiş”.

Necmettin Hoca Eşref Efendi’den kendisini Türbedâr Ahmed Amiş Efendi’ye götürmesini çok istermiş. Ama bu arzusunun bir türlü gerçekleşmediğini görünce bir gün Eşref Efendi’ye târizde bulunmuş. Bunun üzerine Eşref Efendi, Şeriat tarafı ağır basan Necmeddin Hoca’ya: “Birader; sen orada konuşulanlara şâhit olsan bizim küfrümüze kail olursun” demiş.

Ehl-i Beyt-i Resûlullâh muhabbetiyle meşbû olan Eşref Ede, celvetî Mûsâ Kâzım Paşa’nın [33] Hz Hüseyin aleyhisselâm hakkında yazdığı mersiyeleri, artık bir hayli sofulaşmış ve işin aşk ve vecd veçhelerinden uzaklaşmış görünen Hüdâyî Degâhı’nda değil de, bu evsâfın zinde ve de bâriz olduğu Bandırma Dergâhı’nda inşâd ettiğini ve bu münâsebetle oturduğu yerden yarım metre yukarı sıçrayacak kadar da cezbeye geldiğini anlatırdı.

Günlerden birinde Eşref Efendi ile Niyâzi Sayın, Abdülbâkıy Gölpınarlı’yı (1900-1982) Üsküdar’da İhsâniye semtindeki evinde ziyârete giderlerken Yemen Fâtihi Arnavut Koca Sinan Paşanın 1582-1593 arasında bir târihde yaptırdığı kaydedilen câminin önünde Eşref Efendi: “Bak oğlum! Bu camiin hazîresinde Halvetî Köstendilli Ali Efendi’nin iki değerli halîfesinden Seyyid Ahmed er-Raufi Hazretleri medfûndur. Ali Efendi’nin diğer halîfesi ise Halvetiyye’nin Cerrâhî kolunu kurmuş olan Nureddin Cerrâhî Hazretleri’dir” demiş.

Gene bir gün Niyâzi Sayın Eşref Efendi’ye: “Amcacığım, Gülşen-i Râz’da “Apaydın gece, kapkara gündüz”[34] diye bir ibâreye rastladım. Bu nedir?” diye sorunca: “Evlâdım bu, bakar köre işâret etmektedir” cevâbını almış.

Osman Nuri Aydın’ın dikkatime sunduğu, Emekli Binbaşı Manastırlı Kâzım Birön tarafından derlenmiş, 50 daktilo sayfasından oluşan, Fâtih Türbedârı Ahmed Amiş Efendi’den rivâyetleri içeren Sohbetnâme başlıklı bir risâlede Eşref Efendi’nin bizzât şâhit olup da naklettiği, Hazret’in sözlerine ve huzurda vâki’ olmuş hâdiselere ait şu üç adet rivâyet de yer almaktadır:

  Eşref Efendi rivâyetiyle: Eve girersen halvet, çıkarsan celvet olur. (Sayfa: 35)

• Hâfız Eşref Efendi rivâyetiyle: Bir gün bahara31 Mustafa ile huzura girdik. Hazret-i Azîz vücûdça biraz rahatsız görünüyorlardı. Mustafa Efendi “Efendim; vücûdça biraz nahoşluk var gâlibâ “ dedi. Hazret üç defa “Mustafa, sen Allah’ın işine karışma!” dedi. (Sayfa: 38)

•Hâfız Eşref Efendi [rivâyetiyle]: “Hazret-i Resûl aleyhisselâmdan bana gelinceye kadar bu tecellîyâta mazhar kimse düşmedi. Ben Rahmânerrahîm tecellîsine mazharım; benden şer beklemeyiniz” buyurdular. (Sayfa: 39)

Bu rivâyetler Ahmet Erdem’in Ankara’da yayınlanmış olan (tarihsiz) Fâtih Sertürbedarı Ahmet Amiş Efendinin Kelamı Alilerinden Zaptedilen Bazıları başlıklı kitabında te’yid edilmektedir. Bu kitap Eşref Efendi’nin şu rivâyetlerini de ihtivâ etmektedir:

•Hâfız Eşref Efendi rivâyetiyle: Bendendirler halka ne karışırlar. Halktandırlar bana ne gelirler; götürürler getirirler, götürürler getirirler.

Devamı: https://ismailhakkialtuntas.com/2015/07/01/uskudarli-hafiz-esref-ede-efendi-hazretleri/



Bu haber 10,750 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.





    ON ALTI YILDIZ'da Ara Internet'te Ara  

    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    38,403 µs