En Sıcak Konular

Baran Aydın

Köşe Yazarı
Baran Aydın
24 Haziran 2018

Fatih'in Sırrı Hilal'in Şövalyeleri



FATİH’İN SIRRI HİLAL’İN ŞÖVALYELERİ

                                                        ‘’   Akşemseddin, halvet himmeti isteyen Fatih Sultan’dan kaçtı. Umur-u devlet gider…   ’’  
                                                            Münir DERMAN Hz.

Umur-u Devlet…

Eskiden devlet içinde ehillerinin sıklıkla hatırlattığı tabirlerden biriydi devlet umuru görmek… Yani devleti ve işleyişini bilmek… Bir zamanlar devlet umuru görmeyenlerin ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar; devleti yönetemeyeceği kabul edilen bir ilke idi.

Bir zaman dedik ki o anlardan birinin eşref saatinin tik takı; Türkçülüğün ve Türk Devleti’nin yeniden rayına oturtulduğu II. Murad Han dönemi ile atmaya başlamıştı.
Bilinenin aksine II Murad, kendi isteği ile değil; Hacı Bayram-ı Veli’nin dileği ile tahtan çekilmişti. II Murad’a olgunluk çağında Türklük ile devletin işleyişini hıfz ettirenler; gelecekte devlete FATİH olacak II. Mehmed’e, çocukluk yaşında devletin bekası ne demek belleteceklerdi.

Halvet himmeti istemiş ancak devlet himmetine nail olmuştu II. Mehmed… Hali canına sır, nizamı aleme Hızır ile hemhal; Oğuz Ata soylu, Kayı oğlu II. Mehmed Han…

İnsan dahi Rabb’i ile ahidleşmeden indirilip, giydirilmemişti. Kaldı ki devlette de ilk iş ahd vermek idi. Devlet umuru için ahd, toprağa ekilen ilk ekin misali idi. Fatih ekinini, Akşemseddin’in huzurunda ekmişti, harman zamanını beklemek üzere…
  

II. Mehmed tahta çıkarken; 17 devletin sınırlarını değiştirip fethedeceğini, döneminin tüm bilimlerine hükmedecek kadar alimlik deminden içeceğini, en önemlisi de Cihanın İncisi şehri Türk İli yapıp, Hilale Yıldız olacağını Ak şeyhinden dinlemişti. Kısacası devlete konup, göçeceği sıratı daha ilk adımda hocasıyla ahd etmişti II. Mehmed.

Ekilen ahdin sırrı sır edildi, asırlarca susma orucu ile dilden dile sulandı. Bu sırrın meyvesinden sadece bir tanesini bismillah diyerek edebimizce yemeye niyet ettik. Fatih Dede’mden (Pirimin himmetiyle) dava için mana da destur istedik, elini öptük izin aldık. İzin aldığımız gün, yazılmayanları yazmaya koyulduk.  İşte o günden bir demdir, bu yazı…
  

Manisa’da Sultan Fatih’e verilen emanetler ile başlayalım…
  

Fatih’in, Türk devlet yapısını öğrendiği yerdi Manisa. Manisa sancağına ilk çıktığında devletin gündüzüne şahit olmuştu. Devlet emriyle ikinci defa ‘’çelebilik’’ makamıyla Manisa’ya geri dönüşünde ise, devletin gecesine tanık olmuştu Sultan Fatih.

Geceyi de gündüzü de Fatih’e belleten hankah erleri idi. Manisa’da bugüne namı Fatih Kulesi olarak kalan bir kütüphane, Ak şeyhin Fatih’e devletin sırlarını ahd ile emanet ettiği kalpgahı olmuştu. 


Fatih Kulesi’nde devlete ait üç sırrın emaneti ehline teslim edildi. Emanet edilen üç sırrın açılması için tek bir anahtar gerekiyordu Sultan’a...


Cihanın incisi şehir İstanbul… Eğer İstanbul Türk ili yapılırsa; Fatih üç sırrın hakikatine ulaşabilecekti.

II. Murad’ın vefatından sonra Manisa’dan payitahta, ahilerin desteği ile yola çıkan II. Mehmed; saraya ayak basar basmaz bir darbeyi önlemişti. II. Murad döneminde başlatılan ve yüceltilen Kayı boyuna karşı başlatılan bir karşı harekat idi kalkışılan saray darbesi… Dönemin kaynakları bu saray darbesinin II. Mehmed’e karşı değil, kayı boyuna karşı olduğu gerçeği hakkında hem fikirdi.

Darbeye kalkışanlar, özellikle Bursa Ahilerinin el altından sergiledikleri çabalar sonucu yerlerinden kıpırdayamayacak hale getirilmişti. Getirilmişti ancak… İstanbul’un fethi söz konusu olduğunda aynı ekip bu kez devlet nizamına karşı siyasi bir tavra kalkışmıştı. 

Devlet nizamına karşı gelenler; Fatih’in tek hayalinin İstanbul’un fethi olduğunu dillendiriyordu. Bununla da kalmayıp genç sultanın hayal peşinde İstanbul’u fethedecekken; devletin elden gideceğini söylüyorlardı. Oysa Fatih için İstanbul’un alınması, emanet aldığı üç sırrın kilidini açacak anahtar idi. Bu yüzdendi önemi İstanbul’un… 

Fatih’in kızıl elması İstanbul değil, cihanın ta kendisi idi! Fâtih’te cihan hâkimiyeti fikrine döneminin en önemli alimi İbn Kemal, “Tedbiri cihangirlik zikrinde idi” diye işaret etmişti. Ancak henüz İstanbul’u bile hayal olarak gören zevata, cihan hakimiyeti misyonu nasıl anlatılabilirdi ki? Kaldı ki, bu süre zarfında aynı zevat tarafından İstanbul’un fethi önünde ki en büyük engellerden biri kulaklara fısıldanarak su yüzüne çıkarıldı.

Devlet nizamına karşı gelenler tarafından kulaktan kulağa fısıldanan ledüni bir sırra ait bilgi; İstanbul’un fethi önündeki en büyük engel olmuştu. Bu kadim bilgi İstanbul’un fethedilmesine dair bir siyaset izlenmesinin önüne geçilmesi için silah olarak kullanılıyordu. Fatih’e bu silah, sultanlığının ilk yıllarında Edirne’de ‘İstanbul’un fethine ait’ düzenlediği toplantıda doğrultulacaktı. 

Peki neydi İstanbul’un fethini engelleyecek ve döneminin devlet adamlarından tutun alimlerine kadar etki yaratacak olan ledüni bilgi

‘’İstanbul'un fethinin ancak Mehdi'ye nasip olacağı…’’

Eğer Fatih göklere ait bu kadim bilgiyi, Manisa’da pirinin nezdinde devlete verdiği ahdinden önce öğrenmiş olsaydı; İstanbul’un fethinden vazgeçebilirdi. Ancak vazgeçmedi… Çünkü Fatih’in, devlete verdiği ahdi karşılığında emanet aldığı ilk sır İstanbul’un fethi ve Mehdi A.s ile ilişkiliydi… 

Devlet nizamına karşı gelenlerin Edirne toplantısında yarattığı etkiyi kırmak için Fatih, ikinci bir toplantı düzenlemiş ve bu toplantı da Hacı Bayram’dan nefeslenen kullarında hazır bulunmasını istemişti. Yapılan toplantıda, Akşemseddin Hz. nin şu sözleri tarihe kazındı:

‘’İstanbul'u evvela Sultan Mehmed Han fethedecektir... Daha sonra Frenkler alacaklar, Mehdi işte onlardan İstanbul'u kurtaracak, fetheyleyecektir...’’

Nihayet nazlı Hilal’in sırrı İstanbul’un fethi için ilk kuşatma Rumeli Hisarı’nın işaretinde Türk ordusu tarafından yapılmıştı. II. Mehmed, fetihte; hem kalemin deminden içtiklerini hem de kılıcın deminde çektiklerini sonuna kadar kullanmıştı. En ümitsiz anında yolda kaldığında nefeslenmek için Piri Ak şeyhten el uzatmasını istemişti. Akşemseddin ise Fatih’e safları sıklaştırmasını, bozulan ordu düzenini tam olarak toparlaması gerektiğini söyleyerek, kaynaklara geçen şu ifadeler ile elini uzatmıştı:


   ‘’ Hüküm Allah'ındır. Ancak kul ciddiyet ve çalışmada kusur etmemelidir. Rasullullah ve ashabının sünneti budur.’’

Kısacası Samiha Ayverdi'nin ifadesiyle "Fatih şu cihetten talihli bir insandı ki, bir cihangir olmasına rağmen elini öpeceği bir üstadı, karşısında nazlanıp sesini yükseltse "Hizaya gel!" diyecek bir efendisi vardı.’’

Fatih ve fetih ordusu safları sıklaştırıp, hizaya gelmiş ve cihanın incisi ve Fatih’in anahtarı olan şehir İstanbul sonunda fethedilmişti.

İstanbul’un fethi ve Ayasofya’da kılınan ilk Cuma namazı sonrasında, Batıda özellikle Roma’yı büyük bir korku sarmıştı. İstanbul’dan Floransa’ya kaçan alimleri sarayında toplayan Papa’ya korkmaması için yapılan teselli kaynaklarda şöyle ifade edilmişti:
 ‘’Mehmed’in amacı sadece İstanbul ve Roma’ya hükmetmek değil, bütün dünyaya hükmetmektir…’’

Cihan hakimiyetine gidilecek yolda, Türk Devletinin hedefe şaşmadan yürüyebilmesi için gerekli anahtar sonunda elde edilmişti. Türk devletinin bekasına giden yol, İstanbul’dan geçiyordu. Bu yüzdendir ki Ak şeyh, Fatih Sultan’ı ‘’ İstanbul’a hükmetmenin verdiği cismani lezzet ile oyalanma’’ diyerek kaynaklara geçen mektubunda şu ifadeler ile uyarmıştı

‘’Ol ahidler ki Bari taala ile bu fakir yanında vaki olmuştur; zinhar ve zinhar anın nakzından hazer idesiz. Taki her zamanda muzaffer olasız ve hiç ahad sizinle ahdın nakzetmiye!’’

Bu kelimelerle Ak şeyh, dünyasını değiştirmeden önce son kez Fatih Sultan Mehmet’i uyarmıştı. Allah’ın huzurunda ve kendisinin yanında vermiş olduğu ahdi unutmamasını ve bu ahdin gereğini yapmasını öğütlemişti. Eğer Fatih bu ahdin gereğini yaparsa, devlet bekasına ait olan esrar-ı devletin sır kelimesi ‘’El-Muzaffer Daima’’ ile anılacağını da eklemişti mektubuna Akşemseddin… (Fatih’ten itibaren padişahların birçoğu El Muzaffer Daima ile karşılanmıştır. Ancak bu padişahlardan çok az bir kısmı bu kelimenin sırrına vakıf olabilmiştir.)

Fatih, ahdine karşılık üç sırrın kilidini İstanbul ile öylesine güzel açmıştı ki; emanetlerini kendinden sonra taşımayı hak edecek devlet büyüklerine aktardı. 

Peki ama emanet alınan esrar-ı saltanatın kodunu taşıyan bu üç sır neydi? Sultan Fatih, edindiği anahtar ile üç sırrın kilidini açabilmiş miydi? Devletin bekasına ait ‘’El-Muzaffer Daima’’ kodu ile anılmış mıydı?

Konuyu biraz daha açalım…  Açalım ki sorduğumuz sorulara yanıt bulalım… 
Fatih’in emanet aldığı ilk sırdan biraz olsun bahsetmiştik. 

İstanbul’un fethinin karşısında olan ekibin, devleti alinin yönünü değiştirmek istemesi üzerine; İstanbul’u sadece Mehdi’nin fethedeceği bilgisi devlet içinde dillendirilmişti. Aslı çarpıtılan göğe ait bilginin önüne geçilmesi, günümüzde idrak edemeyeceğimiz ölçüde ilmi ve fıkhi tartışmalarla gerçekleştirilmişti. (Koskoca ilim deryası bir devlet yöneticisinin; Fatih’in tarihini Tursun Bey ile sınırlayanlara yeni bir haber verelim: Günümüzde Fatih tarihi ve yukarıda geçen Fetih toplantısı hakkında tüm yazılanları değiştirecek iki kaynağın varlığı ile bu tartışmalar son bulmak üzeredir.)

Bu tartışmalar ve tefekkürler neticesinde hankah ehlinden öylesine inci ve mercanlar dökülmüştü ki; açılan sırların peşine düşen batılı alimler, casuslar ve kralların isimleri tarihin derinlerine kazındı. Bu sırların öğrenilmesi için özellikle Venedik’ten gelen casuslar, şeyh ve derviş kılığında tekkelere sızmak için büyük uğraş vermişlerdi.  Bu deruni bilgilerin peşine düşenler tarihe eserler bıraktılar. Bu isimlerin bıraktıkları eserlerde dökülen inci ve mercanların ‘’ Fatih’in Hocası Ak Bilge’den ‘’ zuhur ettiği yazılmıştı.
   İşte bu eserleri yazan isimlerden biri 1423 yılında Bizans topraklarında doğan Chalcondyles idi. Hayatı hakkında çok az bilgi sahibi olduğumuz Bizanslı alim, 1446 ve 1452 yıllarında Devleti Ali’nin topraklarını elçilik vasfı ile ziyaret etmişti. Batı dünyası, tarihçileri ve aydınlarıyla Türkiye’yi ve Türkleri (Osmanlı’yı) onun kitaplarından okuyarak öğrenmişler ve tanımışlardı.

Chalcondyles’in en önemli eserlerinden biri ‘’ Türk İmparatorluğu’nun Yıkılışına Dair Kehanetler ‘’ adlı kitabıydı ve bu kitabın orijinali, tüm batılı casusluk teşkilatlarının göz hapsinde idi. Zorla meşhur edilen Nostdramus bile yıllar sonra bu kitabın orijinalini bir yıl boyunca çalışarak, kehanetlerinde kullandığını yazmıştı. Fatih’in, İstanbul’u Türk İli yapması ve tüm cihanda hakimiyet kurma vizyonunu seslendirmesine karşı bu kitap; büyük bir teselli ve propaganda aracı olarak kullanılacaktı. Çünkü kitapta Türk İmparatorluğu’nun ne zaman ve hangi süreçlerden geçerek yıkılacağına dair 17 adet kehanet ve 28 Osmanlı tablosu epigram halinde yer almaktaydı. 

Ak şeyhten, Türk devlet geleneği ve esrar-ı saltanat hakkında yayılan deruni bilgiler; Chalcondyles’in kitabında, tablolara epigramlar halinde sırlamıştı. Ancak Chalcondyles’in bilgileri eksik ve çarpıtılmış idi. 

Özellikle Rönesans döneminde bu tip şifrelenmiş tablolar çok ünlenmişti. Avrupa’da bulunan krallıkların ve şehir devletlerinin başına geçen her lider; bu tip şifrelenmiş tablolar yaptırmaya başlamıştı. Tablolarda genellikle kralların veya prenslerin portreleri yer alıyordu. 

Süheyl Ünver’in deyimiyle ‘’Liderlerin portrelerinin yer aldığı bu tablolar, manifestolarını ve şifrelemek istedikleri bilgilerini semboller yoluyla en kısa haliyle ifade ettikleri sanat eserleri idi. Tablolarda yer alan bir noktanın bile çok önemli bir değeri ve anlamı vardı.’’

1480 yılına gelindiğinde Fatih’in İtalyan ressam Bellini’ye yaptırdığı ünlü tablosu da bu tip bir tabloydu. Fatih, Bellini’ye yaptırdığı tabloya emanet aldığı ilk sırrı; İstanbul’un fethi ve Mehdi’nin geleceğini tüm inceliğiyle nakış gibi işlettirmişti! 

Tabloya ait sırları öğrenmek isteyen araştırmacıların, günümüzde Türkiye’nin en zenginlerinden birinin müzesinde ki kapalı kısımda duran Osmanlıca ‘’ Ahir-ul Zaman ‘’ adlı eserin peşine düşmeleri gerektiğini belirterek; Bellini’nin Fatih tablosunda ki sırra ait küçük bir kısmın üzerindeki tozu silip, yazıya dökelim! 


Fatih’in ünlü tablosunda yedi adet taç bulunmaktadır. Bu taçların her biri beş ışınlıdır. Yedi adet taçtaki ışınlar tek tek sayıldığında 35 rakamı karşımıza çıkmaktadır. Taçların ışınları Osmanlı devletinin kuruluşundan yıkılışına kadar geçmiş ve gelecek padişahların sayılarını ifade etmektedir. Resimde yer alan Fatih ile birlikte bu sayı 36 etmektedir. 

Osmanlı İmparatorluğu, otuz altı padişah tarafından yönetilmiş ve otuz altıncı padişah Vahdettin döneminde rejim değiştirmişti. Daha da önemlisi otuz altıncı padişahın döneminde İstanbul işgal edilmişti!

Fatih’in döneminde horlanan, ayıplanan ve küfür sayılan bir geleneğin icra edilmesiyle yapılan tabloyla; var olan devlet düzenine ömür biçilmişti. Ömrü biçenler, ekin vakti geldiğinde yeni devlet düzenine ait tohumu da toprağa ekeceklerdi!

Ak şeyhin nefeslediği gibi cihanın incisi İstanbul, Fatih’ten yüzyıllar sonra işgal edilmişti. İşgalin vakti ise; Fatih’e emanet edilmiş ve yine onun tarafından tablosuna sırlanmıştı.

Peki ya tablodaki diğer sırlar ve mehdinin gelişine dair hadise? 

Konu hakkında 1920’li yıllarda Melami ve Bektaşi dedeleri tarafından kaynaklara geçen yazılar okunursa, çok detaylı bir yazı yazılabilir.
   Konuyu uzatmadan; Fatih’in ahdine karşı emanet aldığı ikinci sırrın kapısını aralamak üzere yazıya devam edelim…
   Türk tarihinde Garp Ocakları olarak anılan ve ne zaman, nasıl, kim tarafından kurulduğu saptanamayan bir kurumun varlığı tarihi bir gerçektir. Garp Ocaklarının hangi tarihte kim tarafından ve nasıl faaliyete geçirildiği günümüzde dahi hala saptanamamış ve belgesi bulunamamıştır.
    Kadim Türk Devlet’ine Fatih olan Sultanın aldığı ikinci emanet, Garp Ocaklarının sırrı idi. Ak şeyh Fatih’e ‘’Garbın Hilali, Yıldızını bekliyor’’ diyerek sırrı nefeslemişti.
   Fatih, İstanbul’un özlemini çekerken; garpta kadim bir teşkilat da Fatih’in özlemini çekiyordu! Bu teşkilat İstanbul’u fethedecek güzel komutanı bekliyordu ve nihayet İstanbul’un alınması teşkilat için işaret fişeği oldu. Garbın Hilali, Yıldızını bulduğundan; teşkilat dünyanın dört bir yanına kök salan tüm hücreleriyle birlikte uyandı!
   Uyanan kadim Türk teşkilatı garpta ‘’Hilal’in Şövalyeleri’’ ismi ile anılacaktı. Tarihte Garp Ocakları olarak anılan yapılanmanın beyni Hilal’in Şövalyeleri olarak anılan bu Türk Teşkilatı olmuştu.
   Teşkilatın uyanışı, Fatih’e öylesine bir haber ile yollanmıştı ki; Fatih, aldığı bu haber ile İstanbul’un alınışının tüm cihanın fethi için henüz başlangıç olacağını anlamıştı.
   Bu haberin içeriği, yeni bir kıtanın varlığının delilini oluşturuyordu. Neydi bu haber?
   Kadim Türk Teşkilatının deniz gücü sayesinde Atlantik’te küçük bir ada ele geçirilmişti. Bu adanın kendisi küçük fakat varlığının bilinmesi ise dünya tarihini değiştirecek ölçüde büyük bir etki yaratacaktı. Teşkilatın, bu adaya Türk damgasını vurması ile Avrupa krallıkları öylesine büyük bir telaşa kapılmıştı ki, başta İspanya olmak üzere tüm krallıklar, döneminin en güçlü deniz filosuna sahip Malta Şövalyeleri ile yeni kıtanın keşfi için anlaşma yapmak için sıraya dizilmişlerdi. İşte bu anlaşmaların neticesinde deniz aşırı seyahatlerde Hilalin Şövalyelerinin donanmalarında kullandıkları üç hilalli flamalardan bazıları Maltalı Şövalyeler tarafından ele geçirilmiş ve anlamı hakkında detaylı incelemeye tabi tutulmuştu. Hilal’in Şövalyeleri, Maltalı şövalyelerin resmi kayıtlarına  ‘’Avrupa’nın göbeğinde uyanan Türk yılanı’’ denilerek kaydedilmişti. 


  


Türk teşkilatının deniz aşırı yaptığı bu keşif zamanla bile isteye unutturuldu; hafızalar sıfırlandı ve Kolomb masalı uyduruldu. 

Teşkilat adaya Türk damgası vurduğunu belirtmiştim. Bu öyle güzel bir damgaydı ki, Atlantik denizinde, Hilal’in Şövalyeleri’nin üssü konumuna gelen adanın başkentine; o dönem özellikle İtalya coğrafyasında Grand Turco olarak anılan Fatih’e ithafen ‘’Grand Turk’’ denildi! (Resimde Fatih döneminde yapılan İtalya’da ki ilk Fatih tablosu yer almaktadır. Sağ alt köşede Grand Turco ifadesi yer almaktadır.) 

 


Adanın ismi ise Turks and Caicos adaları olarak tarihe damgalandı. (Bu küçük ada 17. Yüzyılın sonuna kadar bayrağında hilal ve üç yıldızı kullanacak ve daha sonraki devirlerde özellikle Enver Paşa ve Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın en gizli araştırma konularından birisi haline gelecekti.)


Bu hamle döneminin Avrupa krallıklarını öylesine korkutmuştu ki, krallıklar teker teker gizli Türk teşkilatının üzerine gidilmesi için Papalık onaylı fermanlar yayımladılar. (Bu fermanlar bugün nerde? Pirimizin himmetiyle bunları tek tek yayımlayacağız.)


14. yüzyılda ki batı zihniyetinde iki korku yer almaktaydı... Türk Teşkilatı Hilal’in Şövalyeleri ve Fatih Sultan Mehmet Han…


Teşkilat ve Fatih’in ismi artık birlikte anılır olmuştu. Özellikle Roma-Germen İmparatorluğuna ait askeri istihbarat raporlarına yansıyan bu birlikteliğin üstü örtüldü. Ancak teşkilat tarafından farklı dönemlerde üç önemli ismin yazdığı askeri terminolojiye ait kitaplarda; Kadim Türk Teşkilatı ve Fatih’e ait iz bırakıldı. 

İşte o güzel komutana ve o güzel komutanın İstanbul nidası ile agah olan teşkilata ait ilk kez gündeme getireceğimiz iz…

 

 

 

 


Belgeyi okuduğumuzda, Hilal’in Şövalyeleri’nin kurucusu olarak Fatih Sultan Mehmet Han gösterilmektedir.(Teşkilatın resmi kuruluş tarihi çok çok daha eskidir.) Aynı belgeyi incelediğimizde ‘’Donec Totum İmpleat Orbem’’ in bu teşkilatın kullandığı motto olduğu yazmaktadır. Yine aynı kaynağın içeriğinde yer alan bir başka bilgi de ise; Avrupa’da Malta Şövalyeleri’nin karşısında durabilecek ve onlar gibi küresel bir güç olan tek kuvvetin Türk teşkilatı Hilal’in Şövalyeleri olduğu yazmaktadır.

Birbirine düşman olan iki teşkilatın el altından yürüttüğü kavga bir başka yazı konusudur. Ancak her teşkilat gibi Hilal’in Şövalyeleri de kendi kadim bilgisinden gerektiği ölçüde her var olduğu önemli bölgenin insanına (Endülüs bunlardan birisidir) ve kültürüne iz bırakmıştır.  Mesela bu kadim bilgilerden biri Turan ve bir diğeri de Türk kelimesine aittir. 

Hilal’in Şövalyeleri’ne göre; Türk’ün soyu gökten gelmişti. Turan kelimesinin anlamı ‘’Göğe ait millet’’ demekti. Göğe ait millet ile yere ait kavmin çekişmesi, acun yok olana kadar devam edecekti.

Göğe ait milletin yere sırlarıyla ilk inişinde; dünyada yer alan kıtalar günümüzde pangea olarak bilinen ilk halindeydi. Yani kıtalar henüz ayrılmamıştı. (Pangea ismi henüz 500 yıldır kullanılan bir kelimedir.) Teşkilata göre kıtaların ayrılmadan önceki ilk hali günümüzde Hilal kelimesi ile karşılanan sembolün şeklindeydi. Ancak Hilal kelimesi İslam’ın yeryüzünü şereflendirmesinden sonra kullanılan bir kelime idi. Kadim zamanlarda ise Hilal kelimesi kullanılmıyordu. Günümüzde kullandığımız Hilal kelimesi ile aynı anlama gelen ve kadim zamanlarda büyük bir sırra binaen kullanılan kutsal kelime:
   ‘’Türk’’ idi… 

Teşkilata ait açıklanacak o kadar çok bilgi ve belge var ki… Konuyu dağıtmadan kısaca belirtmeliyim ki; Garp Ocaklarının varlığını anlamsızca Mısır, Tunus, Cezayir ve Fas ile sınırlayanlar bilmelidirler ki; Garp Ocaklarının, Hilal’in Şövalyeleri eli ile giriştiği en önemli operasyon sahası, Avrupa’nın göbeğinden bugün Amerika diye bilinen kıtanın sınırlarına kadar dayanmaktadır! 

Fatih Sultan Mehmet Han’a, Garp Ocaklarının sırrı emanet edildiği ve onun tarafından bu sırrın kapısı açıldığı içindir ki; döneminin Türk İmparatorluğu’nun kudretinin ulaştığı yerlere, ne düşmanlarının ne de devlet içindeki sığ zihinlerin hayalleri dahi ulaşamamıştır. 

Fatih’in kızıl elması; Hilal’in Şövalyeleri’nin mottosunda can bulan; cihanın ta kendisidir.    

Sıra Fatih’in ahdine karşılık aldığı üçüncü emanetinde…    

Akşemseddin, Fatih’e bir kaya parçasının üzerinde yer alan ve İstanbul’un fethiyle birlikte sırrının açılacağı bir kuleden bahsetmişti.   

Ak şeyh, ‘’Yıldızların dünyaya dokunduğu yerlerden biri… ’’ diyerek nefeslemişti kulenin sırrını…    

Ak şeyh’in bahsettiği kule, günümüze kadar sessiz zarafetiyle varlığını koruyan Kız Kulesi idi.    

İstanbul’un fethinden sonra Fatih’e bu küçük kulenin sırrı, Vefa-i tekkelerinden birini ziyarete gelen bir Türk tarafından ( Bu kişinin ismi, ailesi ve yazdıklarını daha sonra Pirimizin himmetiyle açıklayacağız) , yüce Kuran’da geçen Hz. Musa ve Hızır a.s kıssası üzerinden açıklanmıştı.  Kıssada Firavunun veziri Haman’a ‘’Bana bir kule yap ki, Musa’nın Rabbine ulaşayım’’ dediğini ve Hz. Musa’nın Hızır As.’dan öğrendiği Kız Kulesi’nin sırrına binaen, Firavunun da Rabbe ulaştıracak sırlı bir kule istediğinden bahsetmişti.    

Kız Kulesi’nin hakikatine ait sır, Fatih’ın aldığı son emanet olmuştu.    

Kadim Türk Devletine Fatih olan Sultanın adlığı üç sırrı açıkladık. Şimdi vakit gelmişken; üç sırra ait detaylı bilgileri yazmadan önce bir soru sormuştuk. O soruya artık cevap verebiliriz…    

Fatih Sultan Mehmet Han, ahdine karşılık aldığı emanetlere hıyanetlik etmedi. Ahdinin gereği aldığı emanetlerin her birinin sırrını usulünce öğrendi ve El Muzaffer Daima ile anıldı.    

Sultan Fatih, pirinin nefeslediği üç emanete birden sahip çıktığından; ondan sonra devleti farklı zaman dilimlerinde yönetecek dört büyük Türk devlet adamı, Fatih’in kilidini açtığı sırların emanetçiliğini yapabildiler. (Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa bu isimlerden birisidir.)    

Türk Devletine büyük hizmetleri dokunan dört devlet büyüğümüzün hepsi de Fatih’in kilidini açtığı emanetlerin sırrını barındıran esrar-ı devletin kodu ‘’El-Muzaffer Daima’yı’’ devlet nişanı niyetine kullandılar ve devlet bekası için bu koda sahip çıktılar.    

Türk Devleti’ne, gençliğinden itibaren Fatih gibi hizmet etmek için hayal kuran gök gözlü bir Paşa, bu dört büyük devlet adamı arasında en fedakar olanı idi.    

Gök gözlü Paşa, Devlet’e Bozkurt olmuş ve Kadim Türk Devletine ‘’Fatih’cesine’’ ahd vermişti. Devlet’e tıpkı Fatih Sultan Mehmet Han gibi ahd verdiği içindir ki, Türk Milleti tarafından Fatih’cesine anılacaktı.    

Paşa, Sultan Fatih ayarında devlet umuru görecek ve esrar-ı devletin kodu El-Muzaffer Daima’nın muhafızlığını yapacaktı. Zamanı geldiğinde ise; esrar-ı devletin kodunun hakikatine vakıf olduğunu milletine şu satırlarla üstü kapalı ifade edecekti:

 ‘’Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar olacaktır!’’    

Sultan Fatih’te olduğu gibi, göğün gözlerine sahip Paşa’nın da devletle olan ahidleşmesi bir kulede vuku bulmuştu.    

Kulede, LA GALİBE İLLALLAH nidaları ile devlet tarafından Fatih’in emanetleri kendisine verilen ve gazilik payesine ermiş bu Paşa’nın ismi; Milleti tarafından Türk rengi ile Türk taşına ‘’Gazi Mustafa Kemal Atatürk’’ olarak kazıldı.    

Gazi Paşa’nın ahdine şahit olan kulenin ismi Kız Kulesi idi. Paşa, devletten aldığı emanetlerini; ahdinin mekanı olan Kız Kulesi üzerinden vereceği sembolik bir mesaj ile gelecekte sırrı edinecek devlet büyüklerine aktarmayı hedeflemişti.    

Verilecek sembolik mesajla, hem Fatih’in emanetleri geleceğe taşınacak hem de Kız Kulesi’nin sırrı saklanacaktı. Nihayetinde Atatürk, Kız Kulesi’ne Fatih Sultan Mehmet’e ait sırlı bir heykel yaptırılmasını isteyecekti.    

Paşa’nın Kız Kulesi’ndeki Fatih Han’a ait heykel yaptırmak istemesi hakkında manevi kızı Afet İnan yıllar sonra şunları yazacaktı:    

‘’Atatürk, Fatih için onun şanına layık bir abide eser düşünmüş ve özellikle Kızkulesi’nden her geçtiği zaman burada böyle bir anıtı görmeyi çok arzu ettiğini belirtmiştir. ‘’    

En yakınları dahi göğün gözleri ile milletine bakan Atatürk’ün, Fatih heykelini neden Kız Kulesi’ne yaptırmak istediğine anlam verememişti. Yer mi kalmamıştı?    

Ama öylesine bir kuleydi ki bu… İpleri yere değil, göğe uzanıyordu.   

Kız Kulesi; Cennet’in, Türk’ün ve Lisan-ı Türk’ün hakikatine muhafızlık yapıyordu.    

Kulenin esrarı, ‘’Türkiye’de Gazi’ler, Mustafa’lar, Kemal’ler daima olacak.’’ diyerek Türk milletini nefesleyen bir hankah ehli tarafından eşref vaktinde dile getirildi: 

‘’ Yıldızlar vardır görünmezler.  Gölgeleri vardır toprakta...’’ 
                                                                           Münir DERMAN Hz. 

BARAN AYDIN 

baranaydin88@gmail.com             



Bu yazı 10,675 defa okundu.






Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.





    Diğer köşe yazıları

     Tüm Yazılar 
    • 19 Eylül 2022 Atatürk'ün Parolası AĞ
    • 30 Mayıs 2022 Tengri'nin Sırrı: Vahyedilen Ruh
    • 26 Kasım 2021 Kayıp Oğuzname'den Göbeklitepe'ye
    • 5 Eylül 2021 İlk Kurşun'un Sırrı Teşkilat
    • 20 Mayıs 2021 Atatürk'ün Haritasının Sırrı Odin
    • 13 Şubat 2021 Hitler'in Büyük Sırrı: SSSS
    • 23 Aralık 2020 Hedef'teki Akdeniz
    • 15 Ekim 2020 TÜRK BURÇLARININ SIRRI
    • 5 Ağustos 2020 TBMMNİN SIRRI: HİLAFET
    • 13 Mayıs 2020 Munun Sırrı: KAMAL
    • 24 Nisan 2020 Türk Atanın Sırrı
    • 30 Mart 2020 Türkün Misyonu O Taçı Kırmaktır!
    • 7 Şubat 2020 Gönül İlinin Sırrı: Güneş-Dil
    • 24 Ekim 2019 Özsoy'un Sırrı: Türk Sir Budun
    • 8 Temmuz 2019 Gökkurtun Sırrı: Kadim 5 Tuzak
    • 6 Şubat 2019 Maya Krallarının Sırrı
    • 29 Ağustos 2018 Derin Abd'ye Deruni Hatırlatma
    • 24 Haziran 2018 Fatih'in Sırrı Hilal'in Şövalyeleri
    • 8 Ocak 2018 Barbarosun Sırrı: İç İçe Geçmiş Üç Hilal
    • 30 Ağustos 2017 Dokuzların Sırrı ve Ahirun

    En Çok Okunan Haberler


    ON ALTI YILDIZ'da Ara Internet'te Ara  

    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    9,003 µs