Aşağıdaki yazının sahibi olan e.b’yi Oktan Keleş’in kitaplarını okuyanlar hatırlayacaklardır. Kalemi gibi gönlü de nezih bir sanatkar... Bir gönül insanı... Tarık C.
- Sıradan bir gün:
Sıradan insanlar
Sıradan duyguları
Sıradan yaşıyorlar.
Yükseliyor üzerimizde güneş
Sıradan…
Bir martı havalanıyor;
Tüyleri mor,
Gözleri beyaz.
Kanatlarıyla ötüyor
Sıradan olmayanı…
Elimi koyuyorum kalbime.
Yeri bomboş;
Birkaç mor tüy kalmış
Sadece.
e.b
- Hiçbir gün sıradan değildir. Nereden, nasıl, kimin bak dediği yerden bakıyorsun çevrene? Çöz düğümlerini. Muhteşem şu tablonun üzerine dökme gafletini.
Hiçbir varlık sıradan değildir. Sıradanlaştıran, bakışındaki eğrilik. Neden böylesine söz oyunlarına çeviriyorsun hissettiklerini? Hangi acının lavları bunlar? Hangi bezginliğin hezeyanları... İhmal ettiğin yerlerin mi var ki sızısı kelimelerine böylesine işlemiş?
Sen göremesen de perdeler hep kalkıyor; pencereler ardında değişik yüzler farklı anlamlarını yüklüyor zamana. Camlar açılıyor… Nasiplerini şükürlerinden almış nice avuçlar açılıyor gökyüzüne. Açılıyor kapılar… Solukları farklı kokan, adımlarını farklı atan ömürler dökülüyor sokaklara.
Sen bir martı arıyorsun. O martıyla yaşamındaki tekdüzeliği, anlamsızlığı kaldırdığını zannediyorsun. Halbuki bakışına şuur, hayatına hakikati işleyebilsen her şey bir mucize, bir hayret kaynağına dönüşecek.
“Biz göğü, yeri ve aralarında olan varlıkları oyuncak olsun diye yaratmadık.” Enbiya / 16
- Biliyorum; en acı körlük bakarken görememek. Dile getirmek istediğim aslında çaresizliğim. Elimden hiçbir şeyin gelemediği, ulaşamadığım donuk, basiretsiz, şükürsüz bakışlar… İşte bu hissizliğe, bu nankörlüğe kızdığım için benim martım çok farklı.
Evet ben kanatları ummanlara açılan martılar arıyorum. Dalgaları ufukları geçen idrakler arıyorum.
Arayışım, yolumun heyecanı. Sınır yok; yol uzun. Her durak birbirinden ne kadar farklı…
- O zaman bu yolda şunu da anlamışsındır: Hayatın anlamını merkezinde bulamayan yalpalar. Gününü arar; bulamaz. Soluğunu arar; bulamaz. İfrat, tefrit arasında gider gelir.
Her farklı görülenin cazibesine düşer önceleri. Sonra hiçbirinin kendisini tatmin edemeyeceğini görür. Ama ne zaman “güne selam”ın, “Günün Sahibi”ni bulmaktan geçtiğini idrak eder; işte o zaman kalbindeki mor tüylerden nice kanatlar havalanır.
“Bu dünya hayatı yalnızca bir oyun ve tutkulu bir oyalanmadır. Gerçekten ahiret yurdu ise, asıl hayat odur. Bir bilselerdi.” Rum / 64
Tabii ki herkes gününü farklı karşılayacak. Bazısında hazan olacak, bazısında yaz güneşi. Gün gelecek zamanın sırrını çözecekler ve birden rengi derin, kokusu derin saatler uzayacak gözlerinin önünde ve bütünleşecekler gök ve yerin rengiyle.
Tabii ki yepyeni güneşlere seher olanlar da karşılayacak günü; geçmişin zindanında kalanlar da…
Ama gerçek olan:
“Şu ufuk çizgisini bakalım kimler geçecek bugün?”
Yukarılara bak:
O âlem sadece ufkun ötesini görenler için var. Oraya varamayanlara, günlerin aldatmacasında koşturanlara ise sadece bu küçücük dünya var. Bana anlattığın hayallerinle, sorduklarınla sen öyle değilsin. Büyük gören, büyük düşünen çünkü sığamaz sığ gölgelere…
- Küçücük dünyalarında sıkışıp kalanlar gerçek ziynetlerinin farkında olamıyorlar. Sanal bir vitrinin, durmadan el değiştiren ticari projelerin mankeni olmaktan o kadar başka ki bu ömür, bu beden...
- O zaman gel Asr Suresi’ni okuyalım beraber:
“Asra andolsun ki, insan hiç şüphesiz hüsran içindedir. Ancak inanıp salih amel işleyenler, birbirlerine gerçeği tavsiye edenler ve sabırlı olmayı tavsiye edenler bunun dışındadır.” Asr / 1-3
İşte “Dört nurlu direğin” üzerine kurulmuş bir ahlak abidesi. “İman”a, “faydalı işlere”, “hakka” ve “sabra” davet. Kur’an’ın ömürlere şifa olacak özü, usaresi…
Onun için İmam Şafiî Hazretleri:
“Şayet Kur’an-ı Kerim’de başka bir şey nazil olmasaydı, Asr suresi insanlara yeterdi.” demiş. Onun için sahabeden karşılaşan iki kişinin bu sureyi okumadan ayrılmadıkları rivayet edilmiş.
Neden Allah bu surede “asr”ın üzerine yemin eder, hiç düşündün mü?
- Bildiğim “asr”ın anlamlarından birinin zaman oluşu. Allah kulunu sanki rızasını kazanmaya çağırıyor. Tefekkür et kulum: Sana verdiğim en önemli sermaye ömrün. Dikkatle, özenle kullan. Yoksa hüsrandasın diyor.
- Rabbimizin bir şeye yemin etmesi o şeyin hayatımızdaki değerini bildirmek için değil mi?
Zaman adeta mucizevî bir tezgah; durmadan dokuyor. Muhteşem bir fabrika; ham madde olarak ne verirsen durmadan üretiyor. Bir düşünsene dilinden, aklından, kalbinden ürettiklerini… Kimin elinden geçiyorlar bunlar?
-Tabii ki zamanın. Yalnız merak ettiğim şu: Niçin kayıpların, hüsranların en büyük sebebi gaflet?
- Dikkat et: Ömrün anlamını ya geçmişe ya da geleceğe vermişiz. Onun için ya geçmişin kayıplarıyla bezgin, kazançlarıyla sarhoşuz; ya da geleceğin bilinmezliğiyle korkulu ve hırslı.
İşte bu iki uç arasında durmadan koşturma halinde yaşanılan anın gafiliyiz. Ömrün bu hakikatini değerlendiremeden elimizden kaçırıyoruz.
Neden zamana aldıran yok. Oysa aynı toprak gibi… Hislerinle, düşüncelerinle, ettiklerinle ne ekersen onun meyvesini alıyorsun. Her şey o bir anın mahsulü.
- Peki yorgunluğumuz, bıkkınlıklar, sıkıntılar… Bizi hüsrana götürecek daha nice olumsuzluklar karşısında ne yapacağız? Bu yüzden mi iman, salih amel, hakkı ve sabrı tavsiye etmek hüsrandan kurtulmanın çaresi olarak veriliyor?
- Doğru anlamışsın. Bu yüzden sorunun cevabını kendin verdin. Ama yine de tedbiri elden bırakma. Düşman avlamak istiyorsa seni, okunu yaşadığın zamanın yayına takarak atar. Dikkat et Şeytan’a. Onun hedefi, soluğunu alıp verdiğin an. Sözlerinin ucunda, bakışlarının ferinde, yaptıklarının terinde gözü var? Oradan vuracak seni.
Unutma sırat köprüsü “asr” denilen zamanda durmadan kuruluyor. Ya geçiyorsun, ya takılıyorsun. Sırtında ya hayırları, ya şerleri taşıyorsun.
“Yoksa o, gece saatinde kalkıp da secde ederek ve kıyama durarak gönülden itaat eden, ahiretten sakınan ve Rabbinin rahmetini umud eden (gibi) midir? De ki hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Şüphesiz, temiz akıl sahipleri öğüt alıp düşünürler.” Zümer / 9
Şimdi biraz da şöyle düşünelim: Suredeki dört sır ile boya gözlerini; bak etrafına… Ne olur?
- Neler olmaz ki… Toprağın zerresinden göklere kadar her şeyde hayal ederim cenneti.
- Peki… Kulaklarının kıvrımlarına sürsen bu iksiri?
- İşitirim seslerin en güzelini. Suyun sesinden dağların tesbihatını. Kanatlardan yükselen hamdleri. Nefeslerde dillenen tekbirleri. Çocuk masumluğunda gülen zamanın sözcüklerini. Bilge bakışlarda çözümlenen olayların hikmet terennümlerini…
- Daha başka… Bir de sana verilen bütün nimetleri bu işlemden geçirebildiğini düşün.
- Ellerimde huzurum, dizlerimde dermanım olur; gönlümden gönüllere “Şah gülleri” dağıtırdım ve durmadan anlatırdım pişmanlığın, feryadın geriye getiremediği şeyin zaman ve ömür olduğunu… Yazık… Ne kadar kolay harcıyoruz.
- İşte senin bu duygularına manidar bir cevap:
Tâbiînden Amr ibni Abdi’l Kays kendisine çok lüzumsuz sorular soran ve kendisiyle uzunca bir süre ilgilenmesini isteyen birisine şöyle cevap verir:
-Arkadaş, güneşi tut da seninle öyle konuşayım. Güneşin zimâmını (ipini) tutup zamanı durdurabilirsen seninle böyle boş şeyleri konuşabilirim.
- Evet imanla nurlanan, hayırlarla taçlanan zamanın ne büyük bir nimet olduğunu bilebilsek… Bencilliklerimizde boğulmaz, dostluklarda hayat bulurduk.
Feryadım, sözcüklerimde çoğalan anlamsızlık hep bunun için. Ancak feryadı öfkeye dönüştürmeden ifade edebilmek hünermiş. Bunu da sizden öğreneceğim.
- Yaşamdan böylesine gelip geçenler, yapma çiçeklere benzer. Sadece seyredersin. İz, koku bırakmazlar. Oysa muhabbet, sadakat aynı güller gibidir. Gözlerinde edası, kalbinde sevdası kalır.
Tefekkür et:
Çiçeği seyretmek başka, okşamak başkadır. Onu her gün özenle sulamak, kurumuş yapraklarını temizlemek daha başkadır. Hele temizlerken parmaklarında kalan kokusunu koklamak çok daha başka… Yani bilmek başka, olmak daha başkadır.
“Eğer sen hakikati, aşk incisini arıyorsan, görünüşten kurtulman, denize dalman, derinliklere inmen gerek! Yoksa şöhret, gösteriş, deniz kıyısına düşen köpüktür.” Hz. Mevlâna
Bedene farklı dokunmak… Aynadan değil, kendinden kendine; davranışlarından, dilinden dökülenlerden kendine bakmak… İşte bunu yapan ne olduğunu, nerede olduğunu bilir.
- Tıpkı bir çiçeği koklamak gibi mi? Oysa sadece aynadan ve başka gözlerden bakmak öğretildi bize. Halbuki derinlere inildikçe, nefisler öğrenildikçe kurumuşlar ayıklanır yapraklar gibi. O zaman ruh soluklanır; kalbe ziya, bakışlara fer, kelimelere nur gelir.
- Arayan feri de bulur; nuru da. Arayışın tadını ancak aynı sofraya oturanlar bilir. Sen kimlerle oturuyorsun?
- Caddeleri yaldızlı evlerde benliğin kol gezdiği yüzlerle oturuyorum… Tek gösterişlerinin riya olduğu kalplerle… Allah için yürekten bir damla gözyaşı dökemeyenlerle, dökmenin lezzetini bilmeyenlerle… Bazen de gönlü arayış içinde olanlarla; en acısı güven insanını bulamadıkları için şaşkın şaşkın volta atanlarla oturuyorum.
- Kendine ve çevrendekilere böylesine kızmak, onların davranışlarını kınamak çok kolaydır. Madem ki dostluklarda hayat bulurduk diyerek bu gerçeği idrak etmişsin. O zaman sun dostluğunu.
- Hep kolayı seçtiğimizden mi birbirimizi anlayamıyoruz? Sevgi, anlayış nedir bilmediğimiz için mi benliğin, maddenin elinde oyuncak olmuş oyalanıyoruz?
- Ne zannettin ki. Oysa bedenler “elif” gibi olsa… Eğrisi yok, dümdüz. Sade ve duru. Çoğalsalar el ele verdikçe. Yan yana geldiklerinde dünyayı birlikte okusalar… Elifçe sözler gönderseler göklere... O zaman hem dünya, hem öteleri onların olurdu.
Elif elifle yan yana.
Cümle uzanır sonsuza.
Noktasını koyan Rabb’im.
Oku der anlayana.
Elif gibi düz ve sade olmak çok zor. Çevrenin şaşaalı havasında insan kendini belki bir müddet onlardan daha sade hissedebiliyor. Bu kolay. Ama olmadan, meyveye durmadan bu hâli devam ettirebilmek ve ihlaslı olmak mümkün değil…
- Arayışım bundan değil mi benim? Hissettiğim, ama adını veremediğim bir duygu peşinde koştum ya bunca zaman…
- Koştun koşmasına… Ama nerelerde aradın?
- İlkin okumuşlarda aradım; olmadı. Yaşamış insan deneyimlidir zannettim. Onların yanında bulabilirim dedim; olmadı.
Kesin dindarındadır dedim; yine olmadı. İnsanlar -din adına da olsa- bir grubun içinde dışarıdakilerden ilgisizdiler… Sanki bir klübe üyeliğin bencil güveni vardı herkeste.
Sevgiyi, paylaşımı sadece ailenin, hemşehri olmanın, yurttaşlığın sınırlarına hapsetmek bana göre değildi. Nerede yaşarsan yaşa; sadece insan olduğun için sevilmek ve anlaşılmak bu kadar mı zordu? Sanki dünyanın şalteri indirilmiş; ışıkları vurmuyordu ömrüme.
- Halbuki merhamet, sevgi, sadakat birer hakikat lambasıdır. Allah’ın yüceliğine, sevgisine, şefkatine güvenmekse “kainatın şalterini kaldırmak”tır.
- İşte hep bu hakikati aradım. Kainatı alacak kadar geniş sineler olmalıydı. Olmalıydı; ama neredeydiler? Gönül dostlarıyla el ele vermeliydim ve onlarla başka alemlerin kokusuna tutmalıydım yüzümü.
- Bu arayış bir irade işidir. İraden dua yerine geçti mi?
- Geçmese sizinle bu sohbeti edebilir miyim? Düşünüyorum da -çok şükür- ben nasıl bulduysam, başkaları da arayarak bulabilir.
- Bulan içinse artık yollara muhabbet, anlayış, merhamet dökme zamanıdır…
- Peki dökebilen, başkalarına iz olabilir mi? Mesela ben…
- Olmaz mı? Sevgisi kaynaktan; “Gerçek Sevgili”den beslenen coşar. Yol alır durmadan. Her zerrenin vuslat peşinde aktığını hisseder, coşar, çırpınır. Sen de çırpınıp coşacaksın. Kavuşturan, aşktır. Kaynağını coşturan da aşk. Deryadaki bekleyiş yine aşk…
Bundan böyle “Vedud” eksenli daireler çiz. Hayatını bir tavaf alanına çevir. Gönüllerle el ele döndür günlerini; hatta anlarını…
Dilin zemzem olsun; yüreğin Kabe. Sen tavaf ettikçe, üzerine Beyt-i Ma’mur’dan “İlahî ilim” serpilecek, rahmet yağacak ve besleneceksin.
- O zaman tavaf, mahiyetimi besleyen bir kaynak mı oluyor?
- Evet. Sen dön, kaynak coşsun. Varlığın döndükçe Rabbinin İlahî hakikatlerini okumaya başlayacaksın. Ancak öğrendiğin ve tefekkür edebildiğin ne ise, mutlaka kalbinde imzalanmalıdır.
Bahçe sahibini düşün: Bilmiş, tasarlamış, irade etmiş, dikmiş, ekmiş. Neyi?
- Güzel olanı. Hayırlı olanı.
- O zaman korkma sevmekten. Bahçeni “sünnet”le işle. Ve her seher ver kulağını toprağa. Bakalım ne diyecek toprak sana:
Bakış bakışa davet; Tek tek perdeler
Aralandıkça gönül penceresinden.
Vuslata gebe; doğuyor bahçesinden
Mevla’sına tutulmuş gülden çehreler.
e.b
 
Değerli okuyucumuz,
Bu yazı 8,158 defa okundu.
Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
· Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
· Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
· Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
· Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
· Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
· Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.
Diğer köşe yazıları
Tüm Yazılar
Yorumlar
+ Yorum Ekle