En Sıcak Konular

Medine Semasında Bir Yıldız: Şeyh Zekeriya

3 Nisan 2012 09:56 tsi
Medine Semasında  Bir Yıldız: Şeyh Zekeriya Hayati Bice'nin Türkistan Rüyası isimli kitabından: Şeyh Zekeriya

MEDİNE SEMASINDA BİR YILDIZ

 

Kaşgarî, sözlerine: “Önce bir düzeltme yapayım.” diye başladı: “Şeyh Zekeriya’ya Arabistan’da Türkistan’dan gelen bütün müslümanlara verilen unvan ile Buharî denir ama, kendisi Buharalı değildir. Buharî burada bütün Türkistanlıların ortak unvanıdır. Bu durum, Buhara’nın İslâm ilim âlemindeki şöhretinin bugüne yansıyan bir sonucudur. Düşünün ki, biz, Şarkî Türkistanlı olduğumuz halde, bize de bazen Buharî denilmesine alışığız. Aslında Türkistanî denilmeli ama ne yapalım; galât-ı meşhur olmuş… Neyse, gelelim Şeyh Zekeriya hazretlerine…

Şeyh Muhammed Zekeriya, 1905 (Hicrî: 1326) yılında Türkistan’ın -halkının dini duyarlılığı ve tasavvuf ehli oluşu ile tanınan- Fergana vadisindeki tarihi şehirlerden Mergilan’daki Demkul köyünde dünyaya gelmiştir. Doğduğu yere nisbetle Mergilanî’dir. Babasının adı Zekeriya, annesinin adı Raziye imiş. Ailesi ilim geleneğine mensub ve ehl-i tasavvuf olduğundan, çocukluk yıllarından itibaren ilim ve tasavvufi duyarlılığı olan bir çevrede yaşamıştır. Medine’de Cennetü’l-Baki’de defnedilme ikramına mazhar olan salih bir zat olan babasını, daha küçük bir çocukken kaybettiğinden, ibadet ehli bir kadın olan annesi tarafından yetiştirilir. Annesi oğlunu Allah ve Rasûlü’nün aşkıyla besleyip büyütüp, medrese ilimleri tahsiline teşvik eder. Hergün ilim aşkıyla medreseye giderken uzun bir yolu katediyor, medresenin bulunduğu köye ulaşabilmek için, sabah dört saat; akşam aynı yolu yayan yürüyüp evine dönüyormuş. Bu şekilde yirmi yaşına gelene kadar, medrese tahsilini tamamlamış.  1928’de Özbekistan’daki Fergana vadisinde komünist idarenin tamamen hâkim olarak medreseleri kapatıp ulemayı hapis, sürgün ve katletmek suretiyle “görünürdeki dinî hayatı” yok etmesi üzerine ilim hayatı sona ermiş.”

Karaçay, söze girerek: “Türkistan’da komünizme karşı başlatılan Basmacılar hareketi ile bir ilgileri olmuş mu?” diye sordu. Kaşgarî, cevaben: “Genel olarak bütün bölge müslümanları ve özellikle dinî duyguları güçlü aileler,  komünizme var güçleriyle direnmişlerdir. 1917 komünist ihtilali sonrasında Rus ordularının istila ettiği Türkistan’da, komünistlerin ilk hedefi, Türkistan Türkleri’nin dinî inanç ve manevi kurumları oldu. İşgalin ilk günlerinden itibaren mescidler yıkıldı; medrese ve dinî vakıflar saldırıya uğradı. Muhammed Zekeriya’nın doğduğu topraklar olan Fergana vadisindeki uzun süreli Basmacı ayaklanması ve tasavvuf önderlerinin liderliğindeki direniş,  Rusları şaşırtmış. Halkı yanlarına çekmek üzere, İslâm’a karşı saldırgan, sertlik politikasını kısmen yumuşatarak 1918-1924 arasında şer’î mahkemelerin çalışmalarına izin verilmiş. 1922-1925 yıllarında vakıf sistemi de işlerliğini sürdürüyormuş. Rus işgalinin Türkistan’da yerleştiğinden emin olan Komünist Parti, 1928-1941 döneminde İslâmî kurumlara ve doğrudan İslâm inancına karşı sistematik bir taarruza geçince, Türkistan’da İslâm’ın halk arasında yayılmasında en büyük role sahip olan tasavvufi akımlar -ve özellikle de Nakşbendiyye ve Yesevîyye dervişleri- Rus işgalcilerinin saldırılarına karşı halkın dini inançlarını korumasında siper olmuşlardı.

Bu yıllarda henüz gençlik döneminde olan Muhammed Zekeriya Efendi ve ailesi kendi kasabalarına iki saat uzaklıktaki bir köyde ikamet eden yaşlı bir Nakşbendiyye halifesi olan Şeyh İskender Efendi’nin dergâhına mensub imiş. Muhammed Zekeriya Efendi, gençlik yıllarında kendi köyünde imamlık vazifesini de yapıp, görevini komünist idarenin baskısını arttırdığında da hiç çekinmeden sürdürmüş. Rejimin illegal saydığı bu dinî faaliyetine rağmen üzerine gelinmemesinin zahiri sebebi vücudça küçük oluşu, bu yüzden de âdeta bir çocuk gibi görünüp yaşını göstermemesi olmuş ki,  aynı sebeple askere de alınmamış.

Ancak Türkistan’da komünist diktatörlüğün olanca şiddetiyle uygulandığı yıllarda Fergana’dan oldukça uzağa, Semerkand civarında pamuk toplamak için kurulan mecburî çalışma kampına alınarak,  kolhozlarda çalışmak zorunda bırakılmıştı. Muhammed Zekeriya Efendi, bu yıllarda babasını da kaybettiğinden, annesi ile tek başına kalmış. Ülkesindeki sosyal durumun giderek bozulması, Ruslara karşı direnişin zaafa uğraması sonrasında artık İslâm’ın neredeyse yaşanılamaz hale gelmesi, özellikle Fergana vadisindeki dindar halktan önemlice bir kısmının Ceyhun nehri üzerinden Afganistan’a hicretine neden olmuş. Hicret edenler arasında özellikle dini duyarlılığı yüksek ulema ve sûfîlerin oranı dikkat çekicidir. Muhammed Zekeriya Efendi yaptığı istişareler sonrasında, uzun bir süre araştırarak Özbekistan-Afganistan sınırından annesi ile birlikte Afganistan’ın kuzeyindeki Güney Türkistan bölgesine hicrete karar vermişler. Ceyhun nehri üzerinden Afganistan’a adam kaçırma işini organize edenlerle, karşıya geçirilmeleri için dört yüz Buhara altını karşılığında anlaşmışlar. Ruslara casusluk yapanların takibini aşarak, Ceyhun nehrini, şişirilmiş keçi tulumları bağlanarak yüzdürülen bir salla geçmişler. Anlattığına göre, bu tehlikeli kaçış sırasında aynı yöntemle neredeyse bir deniz genişliğindeki Ceyhun nehrini geçmeye çalışan bazı Ferganalı ailelerin, sınırı nehir yoluyla geçmeye çalışanları engellemek üzere tertibat almış olan Rus sınır muhafızlarının projektör ışıklarına yakalanarak açılan ateş sonucu, maalesef nehir sularına gömüldüklerini öğrenmişler. Muhammed Zekeriya Efendi ile annesi takdir-i ilahi -ve biraz da Ceyhun’daki akıntının yardımıyla- bu badireden kurtulmuşlar. Ancak Ceyhun’un Afganistan sınırına yaklaşan kıyıya yakın bir yerinde iğreti salları devrilerek suya battıklarında annesi, “Allahım, Sana geliyoruz” diye yalvarmış; ama, kıyıya yakın bir yerde olduklarından su derinliğinin fazla olmamasından sağ-salim kıyıya çıkabilmişler. Ceyhun’un kıyısına ulaştıklarında şükür secdelerine kapanmışlar. Kendileri ile birlikte kıyıya çıkabilen, ana-babasını kaybetmiş birkaç çocuğu da yanlarına alarak, Afganistan’ın Belh şehrine doğru yola koyulmuşlar. Beyduda köyünde ikamet eden Seyyid Sıddık Han’ın yanına sığınmışlar. Muhammed Zekeriya Efendi; burada bir süre ikâmet etmiş, kimseye yük olmamak için de köy camiinde hem müezzinlik yapmış, aynı zamanda âlim bir zat olan Seyyid Sıddık Han’ın çocuklarını okutmuş. Afganistan’ın Kuzey vilayetlerindeki Türk bölgesinde bir süre annesi ile birlikte yaşadıktan sonra annesinin aşırı arzusu sebebiyle, birlikte Hacc’a gidebilmek için para biriktirmeye başlamış. Afganistan’ın Kuzey vilayetlerindeki Türk bölgesinde iki-iki buçuk sene süren bu ikametinde, şehirden gazyağı getirip satarak Hacc parası biriktirmeğe başlamış. Biriktirdiği miktar henüz Hacc yolculuğuna kâfi olamayacak miktarda iken, Hacc’a giderek Hicaz’da iltica ile daimi kalmayı düşünen bir kafileye rast gelmişler. Kafilede bulunan insanlardan maddî durumu müsait olanlara “yola parası yetişmezse daha sonra ödemek şartıyla” kendisine yardım edilmesini teklif etmiş. Kafiledekiler razı olunca, annesi ile birlikte bu Hacc kervanına katılarak Pakistan’ın Karaçi limanına gelmişler. Hacc’a yolcu götürecek gemilerin yolcu kapasitesinin müşterilere göre fazla olması gemiciler arasındaki rekabeti kızıştırınca, ücretler düşmüş ve böylece Şeyh Muhammed Zekeriya Efendi’nin yanındaki parası fazlasıyla yeterli olduğundan borçlanmasına gerek kalmadan, deniz yoluyla Arabistan’ın Cidde limanına ulaşmışlar. Mekke-i Mükerreme’ye geçerek Hacc vazifesini tamamlarlar. Şeyh Efendi’nin anlatımına göre annesi Raziye Hanımefendi, ayaklarından rahatsız olduğu için, çelimsiz bir bünyeye sahip olan Zekeriya Efendi; tavafı annesini sırtına alarak yaptırmış. Beytullah’a gidip gelirken de, annesini sırtında taşıyormuş. O yıl Mekke-i Mükerreme’de kalıp, ertesi yıl da Hacc yaparak, akabinde belde-i Rasûlullah’a, Medine-i Münevvere’ye vasıl olmuşlar. Raziye Hanım’ın ve oğlunun duaları, böylece gerçek olmuştur.

Muhammed Zekeriya Efendi, daha sekiz yaşlarında iken yaşadığı ve annesinin Hacc arzusunu dile getiren bir hatırasını bana şöyle anlatmıştı: “Annem bir gün durmadan ağlıyordu.” Ben: “-Ey anacağız, niçin ağlıyorsun?”, deyince annem “Ey evladım! Ey balam! Bir zamanlar deden deve ile hacca gitti; O’nunla gidenler geri döndüler. Deden ise Hacc’dan gelmedi. Neden sonra haberi geldi ki, Hacc’ı ifa ettikten sonra Medîne-i Münevvere’ye gitmiş. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’i ziyaret ettikten sonra, deden orada vefat etmiş. Ben bu gece bir rüya gördüm, üç tane hazırlanmış açık kabir ve iki tane beyazlar giyinmiş, sarıklı zat bana diyorlardı ki: “Bu babanın, bu da senin kabrin…” Keşke imkân olsa da Hacc’a gitsek, sonra Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’i ziyaret etsek, o vesile ile de dedeni de ziyaret ederdik…” O yıllarda henüz, Hacca’ gitmeye yetecek kadar yol parası biriktirememiş olan Muhammed Zekeriya Efendi, bu sözleri annesinden dinledikten sonra derin bir “Ah!” çekerek, “Anneciğim merak etme, biraz sabret; inşaallah seni hacca götüreceğim, ziyaretlerini yaptıracağım. Hiç bir şey yapamazsam bir balta alır, dağdan, ormandan odun getirir, satar, seni Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’e götürürüm…” dermiş. İşte, Zekeriya Efendi’nin annesinin bu samimi arzu ve candan duaları icabet saatine denk geliyor ki, oğlu ile birlikte Hacc yaptıkları gibi Medîne-i Münevvere’de on beş sene birlikte ikamet etmeleri nasib olmuş: Raziye Hanım, babasının da medfun bulunduğu Cennetü’l-Bakî’ye defnedilmiş. İşte o sırada Şeyh Muhammed Zekeriya, üçüncü kabri kendisine nasib etmesi için Rabb’ine yalvarmış.

Cennetü’l-Bakî ile Mescid-i Nebevî arasında yer alan Şari’-i Rumîye’de bir ev kiralayarak yerleşirler. Şeyh Muhammed Zekeriya Efendi insanların sadakasına muhtaç olmamak için, dini ile dünyayı kazanmak istemediğinden, rızk sebeblerine yapışarak annesi ile kendisinin maişetini emeği ile temin etmek için Harem-i Şerif yakınında küçük bir dükkân, tezgâh sergisi açar; makas, tırnak çakısı gibi ufak-tefek bir takım hediyelik eşyalar satar. Ayrıca kırık porselen, fincan veya tabak tamir etmektedir. Sûk-ı Ayniyye denilen Osmanlı yapısı çarşıda icra-i sanat ederken, Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’e komşu olarak, zahmetsizce rızkını kazanması, annesine söz verdiği gibi dağlardan odun taşımadan bu nimetlere kavuşturulmasına binaen Rabbi’ne sonsuz hamd etmektedir.

O zamanlar, sabah erkenden dükkânını açıp öğleye kadar çalışıp öğle ile ikindi arası annesi ile istirahat edip ikindide Mescid-i Nebevî’ye gelmekteydi. Annesinin vefatından sonra dükkânını kapatıp, evinin bazı odalarını Hacc mevsiminde ve umre için gelenlere kiralamağa başlar ve vaktini memleketinde yarım kalan dini tahsiline Harem-i Şerif’te devam ederek değerlendirir. O zamanlar Mescid-i Nebevî’de otuz-kırk kadar ilim halkası mevcut imiş. Kur’an, tefsir, hadis, fıkıh, siyer, hesap gibi değişik ilimlerin tahsilini mümkün kılan bu halkalar günümüzde de bir nebze devam etmektedir. Medine-i Münevvere’de yarım kalan ilim tahsilini tamamlama fırsatı bulan Muhammed Zekeriya Efendi, bilhassa Fıkıh ve Hadis dalında yetkinleşir. Tasavvuf yolunda dâhil olduğu Tarikat-ı Aliyye-i Nakşbendiyye’nin Hacegân silsilesinde Fergana’da başladığı seyr ü sülûkunu da tamamlayarak velayet derecelerine kavuşur ve mürşid-i kâmil olarak vefatına kadar sürecek olan irşadına başlar.”

Kaşgarî bunları anlatırken Karaçay’ın gözünde Şeyh Zekeriya’nın dergâhında pişirilen Türkistan pilavının ikram edildiği sofradaki insanların huzurdaki edebli halleri canlandı. Demek ki, ilim hâlâ itibarı olan bir şeydi değerini bilenlerin gözünde… O bereketli sofrayı hatırlayınca bu âdetin nasıl başladığını sordu: “Cuma günleri yapılan hatimli pilav ikramı ne zaman başladı?” Kaşgarî gülümseyerek: “Galiba pilavın tadı, damağınızda kalmış” dedi ve devam etti: “Medine-i Münevvere’deki Türkistanlı cemaatinden “himmet sahibi” bir Zat’ın Muhammed Zekeriya Efendi’ye Babü’l-Mescid’in önünde bir ev vermesinden sonra, annesi ile oraya taşınırlar. Ebu Talha (r.a.) bahçesinin bulunduğu yerdeki bu ev aynı zamanda, Rasûlullah’ın her ikindiden sonra su içtiği Bi’ri Ha kuyusunun da yanındadır. Evin bakımını, tamirini yapıp eve iki küçük oda ilave eder. Bu evde Muhammed Zekeriya Efendi kırk altı sene ikamet etmiştir.

1981 yılında kıldığı Ramazan bayram namazından sonra Rasûlullah (s.a.v.)’i ziyaret edip, Cennetü’l-Bakî kabristanını da ziyareti takiben mecburen çarşıdan geçerek eve giderken, çarşının manzarasından manevi olarak rahatsız olur: “Ya Rabbi, bu evi benden sonra hayırlı insanlara nasip et. Rasûlullah’ın (s.a.v.)’in beldesine hürmetkâr olsun”, diye dua eder. İki hafta geçmeden, şimdiki Mescid-i Nebevî’nin yirmi bir numaralı kapının olduğu yerde bulunan evinin duvarına bir tebliğ asılır: “Eviniz Harem’in imar sahasına girdiği için Emlak Dairesi’ne başvurunuz.” Anlaşılır ki, evi genişletilen Mescid-i Nebevî’nin içinde kalacaktır. Bu haberi alınca bunu müjde kabul ederek “Hamd ü senalar olsun” diyerek şükür secdesine kapanır.

Altmış yıldan fazladır Medine’de ikamet eden Şeyh Muhammed Zekeriya Efendi’nin mescidin kıble tarafında Eba Eyyub el-Ensari’nin evine yakın bir yerde bulunan dergâhı, Mescid-i Nebevî’nin genişletilmesi esnasında, istimlâk edilince Medine eşrafından Şeyh Mahzur’a ait beş odalı, bahçeli müstakil bir ev kendisine tahsis edilir.  Bu ev Uhud ile Mescid-i Nebevî’nin arasında bir yerde idi. Şeyh Zekeriya, bu ev için “İki cemaat arasında ikamet ediyoruz” diye seviniyordu. Burada dört sene devam eden Cuma hatimlerinden sonra, o ev de, yol genişletmesi gerekçesi ile yıkılır. 1984 yılında aynı zamanda Bilal-i Habeşî Camii’nin banisi olan zat, Hüseyin Ebu el-Ula’ya ait ve vefatına kadar ikâmet edeceği Bilalî Habeşi Camii’nin haziresindeki hurma bahçesi içerisindeki tek katlı evler kendisine tahsis edildi. Mülk sahibinin oğulları, bilhassa Abdullatif Muhammed Hüseyin el-Ula, ‘Yirmidört saat şeyhimizin hizmetindeyiz’ diyerek, etrafında pervane olup her isteğini bir emir telakki ederek hizmette kusur etmediler.

Babü’l-Mescid’in önündeki evde yaşadıkları müddetçe her cuma günü, Cum’a namazı sonrasında Kur’an-ı Kerim hatimi indirip gelen misafirlere annesi tarafından Buhara usulünce pişirilen pilavı ikram etmeğe başlarlar ve bu ikrama annesi vefat edene kadar devam ederler. Daha sonraki ikâmetgâhlarında da aynı geleneği sürdürecektir. Buna bakılırsa hatimli pilav geleneği en az elli yıldır devam etmektedir.  Bir süre sonra annesi vefat edince, mücerred yaşadığı için, yalnızlığı sebebi ile sıkılır. Mescide daha yakın olan Babü'l-Rahme’nin önünde yer alan Osmanlı Vakfı Sakızlı Medresesi’nden bir oda kiralayıp orada yaşamaya başlar. Burada kendisi gibi Türkistan’ın Andican şehrinden Medine-i Münevvere’ye yaya olarak hicret eden âlim bir zat olan Şeyh Seyyid Muhtar Andicanî ile birlikte kalmışlardır. Yetmişbeş yaşında vefat eden Seyyid Muhtar Andicanî, yaşadıkları sürece Muhammed Zekeriya Efendi’nin en yakın arkadaşı ve sırdaşı olur. İki dost Perşembe günü pazara çıkarlar, birlikte Cum’a hatmi için alışveriş edip ertesi günü pilavı birlikte hazırlarlar. İlk önceleri on kişilik yapılan bu hazırlık zaman içinde elli-altmış kişiyi bulurdu; bu “üzerine hatim okunan Buhara Pilavı” geleneği bugüne kadar aralıksız devam ettirilir. Şeyh Zekeriya, yurtdışından gelen gıda maddelerinin İslâm ülkelerinden gelmiş olmasına titizlik gösterirdi. Zeytinyağını Türkiye’den getirttirir, yedi-sekiz yıl öncesine kadar cemaat için hazırlanan Buhara pilavını bizzat kendi elleriyle pişirirdi. Yaşlandıktan sonra gelen misafir sayısı da artınca, seven gönüllüler kendisine yardım etmeye başladılar. Nihayet sadece bu ikram için daimi bir aşçısı oldu. Ramazan ayı gelince iftar sofrası her akşam yüzlerce kişiyi ağırlardı. Bazı insanların ansızın konukları çıkıp gelse Şeyh Muhammed Zekeriya Efendi’nin sofrasına getirirlerdi.

Cuma günleri Cuma namazı akabinde verdiği “Buhara pilavlı hatim ziyafetleri”  Medine-i Münevvere’de meşhur olmuştur. Son zamanlarda dünyanın her tarafından, çeşitli İslâm ülkelerinden ve kavimlerden müslümanların buluştuğu sofrasında ikram olunan konuk sayısı bazen iki yüz kişiyi aşar. Cuma günleri Hatm-i Kur’an yapılan dergâhta dünyanın dört bir yanından gelen insanlara Buhara pilavı ikram edilir. Dünyanın dört bir köşesinden gelen Rasûlullah’ın ziyaretçileri eğer Cuma’ya denk gelmişler ise Muhammed Zekeriya Efendi’nin ikamet ettikleri mekâna gittiklerinde yüzlerce insanın orada bir araya gelip ellerine aldıkları Kur’an-ı Hakîm cüzlerini okuduklarını, iki-üç hatmin tamamlanmasının ardından hatim duası yapıldığını, topluca salat-u selam getirildiğini, dualar edildiğini işitir. Arkasından bizzat Muhammed Zekeriya Efendi’nin ikramıyla ortaya getirilen, -son zamanlarda ülkemizde Özbek pilavı adı ile bilinen ancak, Türkistan’ın doğusunda ve batısında, her yerinde pişirildiği için Türkistan Pilavı olarak anılması daha uygun olan- pilavın şifa niyetine afiyetle yenildiğini görür.

Kendisi, “üzerine hatim okunan Buhara Pilavı” ile ilgili olarak bana şu sırrını da vermişti: Muhammed Zekeriya Efendi, annesinin vefatını takip eden günlerden birisinde bir sabah namazından sonra Mescid-i Nebevî’de, Ashab-ı suffada otururken üzerine uyku hali gelmiş. Yakazada annesi kendisine gelerek: “Ey Balacığım, ben Şeyh Hasan Sair’i davet ettim; mevlid okuyacak” der. Şeyh Zekeriya: “Ey anne! Sen yürüyemiyorsun, o Zat’ı  nasıl gördün?” diye cevap verir. Bana dedi ki: “O kadınlar tarafından geçerken gördüm. O zaman rica ettim; derhal eve git, mevlide hazırlık yap…” Muhammed Zekeriya Efendi, gözlerini açınca bir rüya gördüğünü anlar.

Şeyh Muhammed Zekeriya Efendi, son derece cömertti. Misafirlere ikram etmeyi, özellikle Rasûlullah (s.a.v.)’in ziyaretçilerini ağırlamayı; yemek yedirmeyi pek sever, onlara ikramda mübalağa eder; “Misafire ikramda israf olmaz” buyururdu. Sofrasından misafir eksik olmaz, bazen odasında izdiham yaşanırdı. Öğle veya akşam yemeği vakti yaklaştığı bir sırada ziyaretçisi izin isteyecek olsa, yemek yemeden kalkmasına izin vermezdi. Misafirler sofradan kalkmadan onlara “Hepiniz yarın da buraya davetlisiniz inşaallah” derdi. Bir lokma yememiştir ki ikincisini ve üçüncüsünü yanındakilere ikram etmemiş olsun. Misafirleri için yiyeceklerin en kalitelisini, en güzelini seçerdi. Alışverişe gönderdiği kişiye “-Koyunun en iyisini, en güzelini seçin; Afrika koyunlarından almayın” der ve şu ayeti okurdu: “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe birr (ü takvaya) eremezsiniz!..” *

Velhasılı, ziyaretçilerinin kimisi zikrine katılmak, kimisi fıkıh ve hadis derslerine iştirak etmek, kimisi de dünyevi-uhrevi konularda danışmak, dua almak için dergâhına, Muhammed Zekeriya Efendi’nin huzuruna gelir.”

Oğuz Karaçay için bu dinledikleri, kitaplarda bulunamayacak, değerli bilgilerdi. ‘Keşke bir video kamera getirip şu anlatılanları kaydetse idim’ diye düşündü; ama nereden bilecekti ki, yatsı namazı sonrasında seher vaktine kadar devam edecek böylesi bir sohbete denk geleceğini… Şeyh Zekeriya bahsinin verdiği manevî lezzet ile “Biraz da mübârek Zat’ın manevî hallerinden anlatsanız.” dedi. Kaşgarî “Size manevî hallerinden bazı hallerini anlatırsam maneviyattaki derecesini biraz dile getirmiş olurum” dedi ve birkaç vakıayı dile getirdi: “Muhammed Zekeriya Efendi’nin annesi vefat ettikten sonra, kendisi çalıştığı işi terk ederek sattığı ticarethane karşılığında aldığı yirmi beş altını ihtiyaç için bir kenara koyup bir de kefen bezini alıp hazırlıyor. Bu halet-i ruhiyede hayatını devam ettirirken rüyasında annesini görür. Annesi, “Balacığım, nefsini dünyadan hafif tut; nefsinin dünya yükünü hafifleştir” diye üç kere tekrarlar. Uyanır uyanmaz rüyasının tabirini Türkistanlı sûfî-âlimlerden birisine yaptırır. Elinin emeği ile geçinen bu velî Zat : “Gördüğün Hak bir rüyadır, dünyanın ağırlığı altında mal için ezilenler helak oldular.” diye tabir edince biriktirdiği ve elinde ihtiyat olarak tuttuğu altınları da Allah rızası için fukaraya dağıtır. Sadece iki yüz riyal değerinde üç altını ayırıp, Hafız Abdulşekûr’e vasiyet ederek, cenazesinin gasli, kefenleyeceklere ve kabrini kazacaklara verilecek ücret olmak üzere kefen bezi arasına koyar; bir daha da para biriktirmemeye de niyet eder. Gençlik günlerinden itibaren kendini Allah ile buluşmaya hazırlayan Şeyh Zekeriya,  zaman zaman zemzem suyu ile yıkadığı kefen bezini kontrol eder, bazen de kefeni üzerinde namaz kılarmış. Zorunlu bir seyahate çıkacak olsa kefenini de yanında götürürmüş. Anlatıldığına göre bir yolculuğu esnasında gümrükten geçerken kefeninin bulunduğu paketi gösteren görevli: “Bu ne?..” diye sorunca, Şeyh Zekeriya Efendi: “Kefenimdir” cevabını verince, gümrük görevlisi ürpermiş; beti-benzi atarak alelacele “Geç, geç!..” demiş.

Her hafta değilse bile onbeş günde bir mutlaka bir deve kestirip etini fukaraya dağıttırırdı. Son yıllarında üzerindeki zaruri eşyaları hariç uhdesinde bulunan ve dünyanın dört bir yanından sevenlerince armağan edilen herşeyi infak edip, üzerinden ikinci bir Cum’a geçirmeden tasadduk ettiği bilinmektedir. Kendisinin, dostları tarafından şiar edinilen, levha haline getirilip evlere asılan, darb-ı mesel haline gelen bir sözü vardır: “Ey zenginler, malınızı, niçin evlere, köşklere sarf edersiniz? Yarın kabre gireceksiniz. Yeniden diriltildiğimiz güne kadar istirahatgâhımız olan, asıl köşkleri,  kabirleri imar etmeye bakalım!..”

Şeyh Muhammed Zekeriya çok kerim bir fıtrata sahipti. Kendi ifadesi ile “Madem ruhum cesedindedir, o müddetçe benim kapım Allah Rasûlü (s.a.v.)’in misafirlerine açıktır” diye bir yazıyı kapısına astırmıştı. Gelen ziyaretçiler Şeyh Zekeriya’yı gördükten sonra ruhani olarak çok doyurucu bir hal ile karşılaştıklarını, cezbesinin kendilerini çok etkilediğini ifade etmişlerdir. Her hafta Kur’an-ı Kerim’i hatmedip, her gece teheccüde kalktığında Ümmet-i Muhammed’e dua ederdi. Haftalık Hatm-i Kur’an törenleri ve sohbetleri ile tüm Ümmet-i Muhammed’e hizmetkâr olmuştu.  Gece namazlarında özellikle Türkistanlı olması hasebiyle; Türkiye sevdasıyla, Türkiye’nin huzuru ve ümmetin kurtuluşu için duaya kalkardı. Dualarında gözyaşlarına gark olduğu ve bu duruma yüzlerce kez şahid olunduğu malumdur. Türklerin yeniden Osmanlı gibi İslâm bayraktarlığına naib olarak cihana hâkim olabilmesi için yakarırdı. Türkiye’deki sıkıntıları takip eder; izalesi için özel tazarruda bulunurdu. Bütün ehl-i Medine’den muhibleri mevcut olup âlem-i İslâm’dan gelen ziyaretçileri hiç eksik olmazdı. Gönlü Rasûlullah sevgisiyle dolu, dergâhı herkese açıktı.

Muhammed Zekeriya Efendi’nin önemli bir özelliği de sünnet-i nebevîye uymadaki hassasiyeti ve hadis ilmine verdiği değerdi. Bu da yine manevî bir yönlendirme ile olmuştu. Sahih-i Buharî’nin müellifi hemşehrisi İmam-ı Buharî’yi rüyasında gördüğünde, İmam Buharî kendisine “Elinde Edebü’l-Müfred var mı?” diye sorunca “-Evet var Efendim” diye cevap verdiği günden itibaren her gün sistemli olarak, dört-beş Buharî hadisi okumayı adet edinmişti. Gelen ziyaretçilerinden Arabçası olanlardan yanındaki raftan aldığı kitabı vererek birkaç Buharî Hadisi okumalarını rica ederdi. Tirmizî’nin “Eş-Şemâilü’l-Muhammediyye”si, Abdullah Siracüddin’in “Es-Salâtu ale’n-Nebi” adlı eseri elinin altında bulundurduğu kitablardandı.

Şeyh Muhammed Zekeriya Efendi, yanında Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.), ehl-i beyt-i Rasûlullah, ashâb-ı kirâm ve Şah-ı Nakşbend, Ahmed Yesevî gibi maneviyat önderi mübârek zatlar zikredilince birden cezbeye gelip, kalbi duracak hale gelecek derecede kalbi rikkat sahibi bir Zat idi. Ya zikir, ya ibadet, ya ilim, ya nasihat, ya da Rasûlullah (s.a.v.)’e naat ile meşgul olunan meclisinde mehabet, huşu ve huzur hâkim olur; az konuşulur, ancak sözler kalplere nüfuz eder, gözlerden yaş akıtılırdı. Çünkü Şeyh Muhammed Zekeriya konuştuğunda, sözler muhlis, müşfik bir kalbden çıkardı. İlim ehli misafirlerinden hazır bulunanlara sohbet etmesini isterdi. Bu irşadın ardından sesi güzel olanların, ilahi-kaside-neşide okuması ile meclis şenlenir, Rasûlullah (s.a.v.)’e naatlar ve siretinin okunması ile gönüller kanatlanırdı. Böylece insanların gönüllerini Rasûlullah (s..a.v.)’a daha çok bağlamaya çalışırdı. Kendisi de naatlardan çok etkilenirdi. Naatı okuyan güzel sesle, ince manalara dokunduğunda kendisinde acaib haller vaki olurdu. İnsanların Rasûlullah (s.a.v.) muhabbetine gark olduklarını hissettiğinde sevincine, mutluluğuna diyecek olmazdı.

Şeyh Efendi’den birçok kerâmetler zuhur etmiştir. Ancak, en büyük kerâmeti, istikameti olup dünyayı değersiz görmesi, nefsini hoşuna gitmeyen şeylere yöneltmesi, emir ve nehy sınırlarına riayet göstermesi, her an Allah’a kavuşmaya hazır olması, ölüm sevgisidir. Allah rızası dışında her şeyden yüz çevirmiş; nefsini dünyadan ve lezzetlerinden, nefsin şehvetlerinden alıkoymuştu. Mücerred olarak yaşamış, evlilik zevkini tatmamıştır. Ziyarete gelip dua isteyen kadınları huzuruna kabul etmez; ancak sıkıntılarının halli, dileklerinin kabulü için gıyablarında dua etmeyi de ihmal etmezdi. Özellikle son zamanlarında kendisini ziyaret eden gençlere: “Gençlik ve sağlığınızın değerini bilin, Allah yolunda sarf edin! Biz de sizin gibi gençtik, bakın kocadık.” der; bazen de: “Ömrü uzun, ameli güzel olana müjdeler olsun! Asıl yurdumuz ahirettir; dünya hayatımız geçicidir. Allahım, dünyada rızanı, ahirette de Sana; Cemalullah’a kavuşmayı nasib eyle!” diye dua ederdi. Ömrünü İslâm’a vakfetmiş ve bu uğurda nefsi arzularını kenara bırakarak hiç evlenmemiştir.”

Oğuz Karaçay’ın gönlü, Kaşgarî’nin kerâmet bahsini bu kadar kısaca özetleyip geçmesinden razı olmamıştı: “Hiç değilse birkaç tane kerâmetini anlatsanız” diye ısrar etti. Kaşgarî: “Siz doktorsunuz, belki başkasından işitseniz inanamayacağınız bir kerâmetini anlatayım” dedi: “Bir gece, teheccüd namazına kalktığı sırada düşmüş, bacak ve kalça kemiğinin birleştiği yerde, kalça kemiği boynundan kırılmıştı. Medine-i Münevvere’deki sevenlerinden olan doktorlar, kendisini tedavi etmek için yarışarak; ellerinden gelen gayreti gösterdiler; kırığın tam olarak iyileşebilmesi için bir dizi ameliyat yapılması gerekiyordu. Şeyh Muhammed Zekeriya Efendi ameliyat olmayı kabul etmeyince doktorlar ve sevenleri çok endişelenip üzüldüler. Siz de bilirsiniz ki, kalça kemiği kırılması yaşlı insanlarda ölüm kırığı olarak bilinir ve genellikle, hastanın ölümüne kadar iyileşmeden kalır. O üzüntülü günlerde, Muhammed Zekeriya Efendi, bir gece uyanarak, refakatçisini de uyandırır: “Haydi kalk! Şifa buldum. Validem beni rüyamda ziyaret etti ve yanağını kırılan yere koydu. Allah’ın izniyle iyileştim.” der ve refakatçisinden yardım almaksızın, hiçbir şey olmamış gibi ayağa kalkar. Sabah hastalarını ayakta gören doktorların aklı karışır, şaşar kalırlar. Bir ellerindeki kemik kırıklarını gösteren röntgen filmlerine, bir de Muhammed Zekeriya Efendi’ye bakıp, gördüklerine inanamazlar.”

Karaçay için bu işittikleri,  gerçekten de inanılmazdı; çünkü kendi dedesi de yüzü aşkın bir yaşta yatağında dönerken kalça kemiği kırılmış yapılan ameliyat başarıyla geçmesine rağmen ameliyat sonrası hafta içerisinde görülen bazı metabolizma bozuklukları nedeniyle hayatını kaybetmişti. Aklından bunları geçirirken, Kaşgarî devam etti: “Ziyaretçilerinin, sevenlerinin gönlünden geçen düşünce ve duyguları keşfederek bilmesi ve Allah’ın, insanların bazı hallerine muttali kılması gibi vakıalar sayılamayacak kadar çok olurdu. Huzuruna girip de gönlünden geçen duygu ve düşünceler keşfolunmadan ve niyetleri hayra yöneltilmeden çıkan hemen hemen olmazdı; denilse mübalağa edilmiş olmaz. Mürîdlerinden biri, az önce babası için ihlâsla, ağlayarak ve yakararak dua ettiği Mescid-i Nebevî’den gelip Şeyh Zekeriya Efendi’nin yanına girer. Huzura girince Zekeriya Efendi, mürîdin yüzüne bakarak: “Abdullah, ne olur, beni de duana kat! Babana dua ettiğin her vakit bana da dua etmeni rica ediyorum.” der ve mürîd böylece Şeyh Zekeriya Efendi’nin keşfinden haberdar olur. Bir keresinde de, mürîdlerinden biri başına gelen büyük bir sıkıntıdan dolayı uzun süre ziyaretine gelemez. Şeyh Zekeriya Efendi’nin huzuruna ilk gelişinde, halini ve sıkıntısını keşfederek: “Sıkıntının giderilmesi için Allah’a, Rasûlullah (s.a.v.)  ile tevessül et!..” der; bu tavsiyeye uyan mürîd, hemen rahatlar...”

Allah dostlarının günlük hayatlarında diğer müslümanlar için örnekler olduğunu bilen Oğuz Karaçay, Kaşgarî’ye Şeyh Muhammed Zekeriya, bir gününü nasıl yaşardı” diye sordu. Medine’ye ilk geldiğinde, Hoten ribatında mütevellilik görevini devralmadan önce kısa bir süre Şeyh Efendi’ye misafir olan Kaşgarî, “Bildiğim kadarı ile anlatayım” dedi: “Muhammed Zekeriya Efendi, bedeninin zayıflığına ve narinliğine karşın bütün nafile oruçlara devam etmeye pek düşkündü. Bir tek nafile orucu olsun kaçırmamaya özen gösterir ve çoğu günler oruç tutardı. Hiçbir sünneti atlamamaya, hakkında en ufak bir sevab işareti varid bulunan hiçbir ameli terk etmemeye gayret ederdi. Yatsı namazına müteakip sünnete ittibaen istirahate çekilir ve artık ziyaretçi kabul etmezdi. Geceleri ihya ederdi. Her gece, gecenin son üçte birinde, gece yarısını bir müddet geçtikten sonra teheccüd namazı için kalkar ve gözyaşı dökerek ‘Ahh….’ ederdi, öyle ki ağlamasının eşliğindeki niyâzı odasının dışından bile işitilirdi. Oniki rekât teheccüd namazı eda ettikten sonra Salâvat-ı İbrahimiyye, Delâilü’l-Hayrât, Evrad-ı Fethiyye gibi virdlerini okur, yüreği yanık vaziyette Kubbe-i Hadra’ya yönelik olarak ezan-ı fecre kadar dua ederdi. Sabah namazından iki saat önce Rasûlullah’ın (s.a.v.) mescidine intikal eder; sabah namazı kılındıktan sonra da güneş doğuncaya dek orada zikir, ibadet ve Kur’an-ı Hakîm tilaveti ile meşgul olurdu. Güneş doğduktan sonra işrak namazını eda edip, yine Kur’an-ı Kerim tilaveti ile meşgul olur, Duhâ namazını da Mescid-i Nebevî’de kıldıktan sonra bazen Cennetü’l-Baki’i ziyaret ederdi. Ardından da evine geçip sabah kahvaltısını yapardı. Müteakiben öğle namazından bir saat evveline kadar, bu minval üzere, vaktini değerlendirir ve bir saatlik bir istirahat yapar, öğle namazı sonrası haftada bir tamamladığı Kur’an-ı Kerîm hatmine devam ederdi. Genellikle ikindi vaktinden önce Mescid-i Nebevî’ye geri döner; ancak yatsıdan sonra çıkardı. Oruçlu değilse ikinci yemeğini ikindi sonrası veya akşam sonrası yer, ziyaretçilerini de kabul ederdi. Son nefesine kadar, her hafta mutad olarak hatmeylediği Kur’an-ı Mübin’i gözlüksüz olarak rahatlıkla okuyabilmesi şayan-ı hayret bir durumdu. Cuma geceleri, âdeta, gözüne uyku girmezdi. Cuma günleri sabah namazına gittikten sonra, Cuma namazı tamamlanana kadar yerini terk etmez; Ravza-i Mutahhara’da, Ashâb-ı suffa’da veya Kudüm-ü Rasûlullah’ta otururdu. Cuma namazından sonra Cennetü’l-Bakî’ye giderek kabirleri ziyaret ederdi. Mübârek geceleri ihya ederken yaptığı ibadetten ise gençler bile aciz kalırdı. Bir kandil gecesinde beraberinde kalan genç bir derviş: “Gece Şeyh Zekeriya ile birlikte yüz rekât namaz kıldık. Biz yorulduk, O hiç yorulmadı.” demişti. Cumartesi günleri bazen Kuba Mescidi’ne gider; bazen de Şühedâ-i Uhud’u ziyaret ederdi. Bu ziyaretlerin kendisine çok feyz ve ferahlık verdiğini ifade ederdi.

Her sözü, her hali, ve davranışı -uyuması, yemesi/içmesi, giyinişi- sünnet-i seniyyeye uygun olsun gayretindeydi. Bir amelin faziletine dair, bir hadis rivayeti duyacak olsa -zayıf dahi olsa- , hemen o ameli işlemeye gayret gösterirdi. Nefs muhasebesi konusunda o derecede titizdi ki kalbine gelen düşüncelerin dahi murakabesini yapardı. Bir keresinde bir cami yapımına katkıda bulunmuştu; –ki Medine-i Münevvere’de birçok cami ve mescidin yapımına katkıda bulunmuştur- cami tamamlanınca gidip görmek istediğinde son anda, yanında bulunan hizmetlisine, gitmekten vazgeçtiğini söyler. Mürîdi bu duruma şaşırıp sebebini sorduğunda, gidip camii görürse, belki de kalbine bir ucûb (kendini/yaptığını beğenme) düşüncesi gelebileceğini, ucûbun ise amelleri boşa çıkaracağını söyler. Helal konusundaki titizliği, verâsı dillere destandı. İçinde şüphe bulunmayanı bulmak üzere helali araştırır, şüpheli herşeyden kaçınırdı. Kendisine Yunanistan ürünü zeytin ikram edildiğinde: “Bu, kâfirlerin ülkesinden… Orada zeytin ağaçlarının altında domuzların gezip dolaştığını işittim. Sonra, müslümanlarınki varken niçin kâfir malı alalım ki!..” diyerek yememiştir. Bir hayvan kestireceği vakit, kesecek kasabın inancını araştırır; imanından emin olmadıkça kesim işini o kişiye havale etmezdi. Mısır’ın ünlü yemeği ful (pişmiş bakla) satıcılarının, Şeyh Zekeriya Efendi’yi sevdikleri için, kendisine ikramda bulunmak arzusuyla yemek almak için gönderdiği kabına herkesinkinden daha fazla ful koydukları kulağına gelince, dinini dünya ile değiştirme durumuna düşme korkusuyla, satıcılar kabın kendisine ait olduğunu anlayamasınlar diye hemen ful kabını değiştirmiştir.

***

Bu anlatılanlardan sonra Karaçay’ın Şeyh Muhammed Zekeriya’ya karşı hissettiği muhabbet derin bir saygı boyutu da kazanmıştı. Bu mübârek zatı, ilk gördüğündeki zahirî izlenimi ile şu anlatılanlar ne kadar birbirinden uzaktı. İlk bakışta fiziki bedeni, ruhani varlığı ile tezad oluşturacak derecede nahif ve minicik bir cüssede idi.  Herhangi bir insan, bir çocuk gibi kucağına alıp rahatça taşıyabilirdi.  Ancak, tamamen sakalsız olan yüzü cemal nurları ile yıkanmış gibi pırıl pırıldı. Göz çukurlarında batmış gibi derinden bakan gözlerini muhatabına yönelttiğinde bakışları ile karşısındakinin manevi kimliğini müşahade eden bir nazarı vardı. Elinden tesbihini düşürmez; dilin sürekli zikri ile meşgul olduğundan dudakları, sessiz-sözsüz kıpır kıpır zikreder durumda görülürdü. “Sözsüz konuşur gözsüz bakar” diye tarif olunan Ricalullah taifesinden bir Zat olduğu şüphesizdi. Oğuz Karaçay, kendisini ilk gördüğünde,  tasavvuf tarihinde kayda girmiş son dönem Anadolu velilerinden benzer bir örneği olarak Küçük Hüseyin Efendi’yi hatırlamıştı. Muhammed Zekeriya Buharî’de müşahade edilen manevi azamet ile na-mütenasib bedenini gören muhakeme sahibi bir insan, manevi tasarruf ile bedeni gücün ilgisizliğini, hal diliyle hemen anlayabilirdi.

Karaçay bundan sonraki bütün Hacc ve umre ziyaretlerinde mutlaka Şeyh Muhammed Zekeriya Buharî ziyaretini ihmal etmedi. Bu ziyaretlerinden aklında kalan bir diğer ayrıntı, kendisini ziyarete gelenler bazen gaflete düşüp kendi aralarında dünya kelamı konuşmağa başladığında hemen kendilerine bir tesbih uzatıp ya yüz tane kelime-i tevhid ya yüz tane Lahavle… çekmelerini, ya da bir miktar Sure-i İhlâs okumalarını rica etmesi idi. Zikir ile yaptığı bu ikaz sonrasında hemen daima malayani konuşanların, kendi kendilerine sohbetini terk ettikleri görülürdü. Ziyaretinden hoşnud olmayanlar denk gelmişse sessizleşerek başını öne eğerek murakabeye dalardı ki bu halini görenler o anda sanki bu âlem ile irtibatı kalmadığını hissederlerdi. Elini öpmek isteyenlere el öptürmek istemezler; ancak çok ısrar eden olursa da gönlünü kırmamak için el verirlerdi. El öptürmekten hoşlanmadığını bilen bazı muhibleri ise, eğilerek Allah huzurunda olma murakabesi ile bir kez bile uzatmayıp, hep bükülü olan dizlerinden öperlerdi. Bilhassa Hacc ve Ramazan umresi günlerinde başta Türkiye olmak üzere dünyanın dört bir yanından gelen ziyaretçiler ile dergâhı dolup taşardı. Kendisini ziyarete gelen Türk hacılarından öğrendiği Türkiye Türkçesi ile ana dili olan Özbek Türkçesi karışımı tatlı bir dille konuşurdu. İleri yaşlarında bile hafızasının gayet kuvvetli olduğu bilinirdi. Bir gördüğü kişiyi, eğer gönlüne aldı ise, bir daha asla unutmazdı. Kendisini medhedenleri sevmez; “Ben evliyâullahın ayağının tozu bile olamam” diyerek, başını bile yerden kaldırmamaya çalışırdı. Hâyâda Hz. Osman (r.a.)’ı örnek alırdı. Huşu içinde, her an Hakk’a rabıtavarî bir halde yaşardı. Dünyalık bir şeyi yanında bulundurmaz, zekât almaz, dünyanın her yerinden ziyaretçilerin getirdiği hediyeleri ise ancak ısrar neticesi başkalarına iletmek üzere kabul eder, fakat mukabilinde mutlaka fazlasıyla bir şey verirdi.

Türkistan’dan Medine-i Münevvere’ye hicret eden, Allah dostu bu mübârek insan, bütün ehl-i Medine’nin sevgilisi olmuş; hallerine hâkim olan Rasûlullah aşkı ile temayüz etmişti. ‘Taşrada ölürüm’ korkusuyla Medine-i Münevvere dışına çıkmaz ve şöyle derdi: “Bir kere Medine-i Münevvere’den çıktım, yolda araba kaza yaptı. Sanki bu kaza lisan-i haliyle bana ‘İşte bu senin Medine-i Münevvere’den çıkışının cezasıdır’ denilmişti. Bir daha Medine-i Münevvere’den dışarı çıkmadım.”

Kutlu beldelere gelen her gönül insanının, bizzat yakından tanımak ve sohbetine katılarak feyzinden yararlanmak istediği bu mübârek insan, ömrünü, Din-i Mübin-i İslâm’a vakfetmiş bir ehlullah idi. Şeyh Muhammed Zekeriya Efendi, selim fıtrat sahibi, iyi geçimli, yumuşak huylu, bir mümin; hoşsohbet bir insandı. Hakk’ı söyleme konusunda ise, cüretkâr denecek derecede, açık sözlü idi. Allah yolunda kınayanın kınamasına aldırmazdı. Şeriata muhalif bir iş veya münker olabilecek bir fiil gördüğünde susmazdı. Muhatabını münkerden sakındırır; ancak yumuşaklığı da elden bırakmazdı.

Bazen kızardı ancak kızması, hadis-i şerifte geldiği gibi hemen geçerdi. Bu haline işaret ederek “Bende de kızgınlık vardır; ancak kalbim dayanmaz, hemen geçer” derdi. Meclisinde bulunan, sohbetine katılan hemen her kişi, ilk anda azarlanmış olsa bile neticede mutlu ve huzurlu olurdu. Mütevazı, ülfet eden ve kendisiyle ülfet edilen bir kişiydi.

Şeyh Muhammed Zekeriya, uzun ve maceralı hayat seyri, ibret alınacak birçok hususu barındırmaktaydı. Manevi zenginliğine kıyasen, son derece sade ve mütevazı bir hayat yaşıyordu. Muhammed Zekeriya Mergilanî örnek alınası bir hayat düzenine sahip, sevenleri dünyanın birçok memleketinde mevcut, duası istenilen bir şahsiyetti. İnsanlara tahammül eder, dünyanın her yerinden kapısını çalan kişiler ile buluşup görüşmekten usanmazdı. Hizmetindekilere, hangi vakit olursa olsun, istirahat zamanında da olsa, gelen hiçbir ziyaretçiyi engellememelerini sıkı sıkıya tembihlerdi. Gelen misafirleri en güzel şekilde karşılar, yemek çıkarttırır, derdini dinler, hastası için şifa niyazında bulunur; sonra nasihatte bulunarak irşad ederek Allah yoluna yöneltmekten geri durmazdı.

Şeyh Muhammed Zekeriya Mergilanî Dergâhı Medine-i Münevvere’de İslâm beldelerinden zengin-fakir herkesin uğrak yeriydi. Kapısını her çalan; dergâhına her uğrayan maddi ve manevi ikramlarla karşılaşırdı. Şeyh Efendi’nin ikamet ettiği mesken, hem misafirhanesi; hem dershanesi; hem de yatak odasıydı. Oturduğu şiltesi aynı zamanda yatağıydı ve ders minderiydi. Kitapları hemen yanıbaşındaydı. Ziyaret edenler ya hadis dersine ya dua meclisine denk gelirdi.

Türkiye’den Hacc veya umre için gelenler, Medine-i Münevvere’deki Bilal-i Habeşi camii müezzini olan ve 1978’de tanışmasından itibaren Muhammed Zekeriya Efendi’nin sürekli hizmetinde bulunanlardan Türkiye’li Mihr Ali, aracılığı ile -veya birbirlerinden öğrenerek- Şeyh Muhammed Zekeriya Efendi’yi ziyaretine gelirler; duasını almadan Medine-i Münevvere’den ayrılmak istemezlerdi. Dünyanın her yerinden gelen evliyâullah yanında Türkiye’den birçok evliyâullah, meşayih ve ulema da Muhammed Zekeriya Efendi’yi ziyareti bir vazife bilirlerdi. Kendileri de ziyaretçilerine Türkiye’deki Allah dostları ve âlimlerin durumunu sorar; tanıdıklarına selam gönderirdi. Dostlarını, özellikle kadim dostlarını arayıp sorardı. Uzun süre bir dostu ile görüşememişse kendisini arar ve gerekirse ziyaretine giderdi. Muhabbeti korur, hatır gözetir ve yapılan bir iyiliği asla unutmazdı. Bir ziyaretçisi geldiğinde, normalden fazlasıyla ikramda bulunur, iltifat eder ve yakınına oturtur ise bilmelisiniz ki o kimse, ya Allah’ın sevgili dostlardan biri ya da kendisinin kadim dostlarından birisinin evlâdıdır.

***

Son olarak 2010 yılında, artık oğlu ve iki kızı ile beş kişiye ulaşan ailesi ile umre vesilesi ile Medine-i Münevvere’ye gelen Oğuz Karaçay, Şeyh Zekeriya Buharî’nin 10 Nisan 2005 günü vefat ettiğini öğrenmişti.  Şeyh Zekeriya’nın ölümü ile ilgili ayrıntılı bilgileri ise, Suudî Arabistan’da inşaat mühendisi olarak görev yapan bir mühendis arkadaşından alacaktır.

Vefatı öncesindeki son Ramazanı olan, 2004 yılı Ramazan ayında doksan dokuz yaşında olmasına rağmen hâlâ tekerlekli sandalyeyle Mescid-i Nebevî’ye getiriliyor ve sabah namazlarını Mescid-i Nebevî’de Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’in huzurunda edâ ediyormuş.  Hastalığının gittikçe ağırlaştığı son devrede bile ikametgâhına bir kilometre kadar mesafede bulunan Mescid-i Nebevî’de cemaatle namaza katılarak cemaati terk etmemiş. Hizmetinde bulunan ve âdeta şeyhe hizmete kendisini vakfetmiş olan Afganistanlı Abdurrahman Efendi, tekerlekli sandalye ile Mescid-i Nebevî’ye götürüp getirmekte imiş.

Daima Rabb’ine kavuşma iştiyakıyla yaşayan Şeyh Muhammed Zekeriya, Ramazan-ı Şerif’te, Kadir gecesi olarak bilinen yirmiyedinci gecesi ruhunun kabzolunmasını arzu edermiş. Her yıl o gün geldiğinde oruç tuttuğu, nesi var-nesi yoksa infak ettiği, müshil içerek karnını temizlediği ve bütün bir geceyi ibadetle geçirdiği rivayet edilir.  Sabaha ulaşınca şaşırır ve sonra şu duayı okurmuş: “Allahım, hayat benim için hayırlı oldukça beni yaşat; ölüm hayırlı olduğunda vefat ettir!”

Vefatına yakın safra kesesi rahatsızlığı sebebiyle hastaneye kaldırılıp safra kesesi ameliyatla alınır. Şeyh Efendi, ağrılarından kurtulduğu için pek kısa bir süre rahat ettikten sonra yeniden hastalanır, şiddetli acılar ve kusmalarla bitab düşer. Nihayet vefatına kadar kalmak üzere son olarak hastaneye yatırılır. Hastanedeyken bir dizi ameliyatlar daha geçirir. Çektiği şiddetli acılara rağmen namaz vakitlerini sorar. Vefat anına kadar Allah’tan gafil olmaz; dili zikrullahtan geri kalmaz. Nihayet Hicret’in 1426. yılının Safer ayının otuzuncu Cumartesi gecesi geldiğinde tam bir şuur haliyle uyanır; çevresindekilerle latif bir şekilde şakalaşır, azıcık bir şeyler yiyip, içip, Rasûlullah’ın (s.a.v.) doğduğu ay olan Rebiülevvel’in girip girmediğini sorar. “Yarın Rebiülevvel başlıyor” denince sevinir. Sonra dua edip şu ayet-i kerimeyi tekrarlar: “Ey itminana ermiş nefs, sen razı ve senden razı olunmuş hal üzere dön Rabbine!” * Sonra şöyle der: “Ey kolaylaştıran (Allahım), kolay kıl! Ey kolaylaştıran (Allahım), kolay kıl! Ey kolaylaştıran (Allahım), kolay kıl!”  Son birkaç gününde helalleştiği doktorlarına birçok kez “Kabrin kapısındayım… Artık, beni bırakın!.. Rabb’imin huzurundayım.” dediği nakledilmektedir.

Bu haldeyken bilincini kaybeder ve ertesi güne kadar -Hicri 1426 yılının, Rebiülevvelinin birinci günü- bilinci kapalı olarak kalır. Saat 10 civarında Şeyh Muhammed Zekeriya aniden gözlerini açıp; etrafındakilere bakar ve tebessüm ederek ruhunu Yaradan’ına teslim eder. Muhammed Zekeriya Mergilanî, Medine-i Münevvere’de yüz yıllık hayatının seksen yılını yaşayıp geçmiş bir büyük Rasûlullah aşığı olarak yaşayıp, nakledildiğine göre, son nefesinde şuurunu kaybetmeden, yüzünde tebessüm ve anlatılamayacak bir güzellikte nurla “Rabbî”, “Rabbî” diyerek emanetini teslim etmek üzere son nefesini almıştır.

10 Nisan 2005 Pazar günü Medine-i Münevvere’de Hakk’ın rahmetine kavuşan Türkistanlı Muhammed Zekeriya Efendi dilde zikir ve gönülden tevekkülle razı olduğu Rabb’ine yürür. Hastaneden çıkartılan cesedinin misafir edildiği son yer, inanılmaz bir tevâfuk ile Karaçay’ın kendisi hakkındaki ayrıntılı bilgileri Abdülhamid Kaşgarî’den edindiği Ribat-ı Hoten’dir. Şeyh Muhammed Zekeriya Efendi’nin, belki de kırk kilogramı bile bulmayan, nahif bedeni, burada gasledilip kefenlendikten sonra toprağa verilecektir. Hoten ribatı, bu nazenîn Allah dostunun ahiret yolculuğunun son konağı olur.

Türkiye, Irak, Suriye, Mısır, Tunus, Cezayir ve Hicaz eşrafından birçok seveni bulunan Muhammed Zekeriya Efendi’nin cenaze namazı, Mescid-i Nebevî’de, ikindi namazının ardından kalabalık bir cemaat ile kılınır. Vefat haberi, uluslararası haber kanalları tarafından da duyurulan Şeyh Efendi’nin, Mescid-i Nebevî’den kaldırılan cenazesi, simasını bile bilmediği dedesi ve sevgili annesi gibi Cennetü’l-Bakî’ye defnedilir.

Şeyh Muhammed Zekeriya’nın son anlarına ilişkin bu bilgileri aldıktan sonra Medine-i Münevvere’deki Cennetü’l-Bakî kabristanına ziyarete giden Oğuz Karaçay’ın bu kabristanda medfun olup da, özel dua listesinde yer alan başta Hz. Fâtımatü’z-Zehrâ olarak ehl-i beyt, başta Hz. Osman-ı Zinnûreyn olarak ashâbı kirâm, Şeyh Şamil ve Ramazanoğlu Mahmud Sami Efendi yanı sıra pek çok evliyâullah ve artık Şeyh Muhammed Zekeriya Mergilanî el-Türkistanî de yer alacaktı. Allah’ın rahmeti onlar üzerine...

 

----------------------------------------------

* Kur’an-ı Kerîm, Âl-i İmran suresi, 92.ayet.

* Kur’an-ı Kerîm, Fecr suresi, 27-28.ayetler.

Yukarıdaki Yazı Dr. Hayati Bice'nin Türkistan Rüyası isimli kitabından alınmıştır.

(s. 55-74)


 



Bu haber 10,145 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    ON ALTI YILDIZ'da Ara Internet'te Ara  

    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    9,651 µs