En Sıcak Konular

Ordular! İlk Hedefiniz Akdeniz’dir! İleri!

3 Ağustos 2017 08:16 tsi
Ordular! İlk Hedefiniz Akdeniz’dir! İleri! Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir! İleri!

Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir! İleri!


Gazi Paşa bu emri, 30 Ağustos 1922 Başkomutanlık Meydan Muhaberesi’nin zaferle sonuçlanmasından sonra düşmanın artıklarını bırakmamak üzere 1 Eylül 1922 tarihinde vermiştir. Bu emirdeki Akdeniz, Türkiye’nin güney illerinin kıyısının bulunduğu Akdeniz değil, Türkiye’nin batısında bugün Ege denizi diye adlandırılan ama Türk Mitolojisi’ndeki özgün ismi Akdeniz olan denizdir. Zira Ege denizi ismi, Yunan etkisiyle gelmiştir; yoksa tüm tarih boyunca bu denizin ismi Türkler’de hep Akdeniz olmuştur. Peki neden Akdeniz? Türk Mitolojisi’nde yön isimleri, renklerle bağdaştırılarak oluşturulmuştur. Akdeniz, Türk Yurdu’nun batısındaki deniz demektir.


Beni Atatürk’ün bu emrini düşünmeye götüren şey ise Kalperenler’in ilk defa Komutan önderliğinde toplu olarak yurt içinde belli bir coğrafyaya sevk edilmesi oldu. Daha önce ocak dışında birtakım yerlerde buluşmalar olmuş olsa da bu kadar büyük ölçekte, farklı içerikte ve sert bir askeri disiplinde bir toplanma olmamıştı. İlk önce şu soruyu sormuştum: Neden Ege Bölgesi? Neden İzmir? Göktürkler ile Yertürkler’in düşmana karşı bir araya gelmesi, devlet bazında ve askeri anlamda önem arz eden bir durumdu. Zira Komutan, Kam Kartları’nı anlattığı yazısında; Türk Mitolojisi’nin batı yönüyle eşleşen ak yönünün hayvanı olan Pars’ın manasını ‘devlet’ şeklinde açıklamıştı.



Kalperenler de Komutan’ın emriyle, tıpkı Gazi Paşa’nın emrinde olduğu gibi hem yurtiçinden hem de yurtdışından Türk Mitolojisi’ndeki Akdeniz’e doğru yola çıkmışlardı. Kamp yapılacak alana varılıp herkes yerleşmeye başladığında ‘neden burası?’ diye sormuştum kendi kendime. Eğer amaç kampsa zemini daha yeşil ve etrafı daha ağaçlık olan bir çok alan vardı çevrede. Yerleştiğimiz yer ise bozkır görüntüsünde birkaç çalı çırpının bulunduğu sarı topraktı. Bunu araştırdığımda karşıma ilginç bir bilgi çıkacaktı: Türkler batı yönünü ak, kuzey yönünü siyah, doğu yönünü mavi/yeşil, güney yönünü de kızıl renk ile eşleştiriyordu. Bu yönlerin ortasına da sarı rengi koyuyorlardı. Çünkü sarı renk, Türkler’in yurt tuttukları bölgeydi… Bu yüzden belki, hem Ortalık Asya ‘yı hem de Anadolu’yu sarı renkli bozkır olarak yurt seçmişlerdi… Komutan da bu geleneği devam ettirmiş, Kalperenler’in yurt tuttuğu bölgeyi sarı bozkır olarak seçmişti.


Kamp alanının etrafı kayalık ve dağlıktı, zaten biz de 1700 metre rakımda bir dağın üzerindeydik. Bunu düşünürken aklıma rahmetli Barış Manço ağabeyin ‘Kayaların Oğlu’ adlı şiiri gelmişti:

1923’ün ılık bir ekim sabahında
Kayaların toprağa dikine saplandığı yerde doğdum

diye başlıyordu şiir. 29 Ekim 1923’te doğan, Türkiye Cumhuriyeti’ydi, ama bu doğumun tohumu 1 sene önce Yunan İzmir’den temizlendikten sonra atılmıştı, 9 Eylül 1922’de tüm düşman artıkları denize döküldükten sonra artık Türk Devleti’nin de sınırları belli olmuştu. Şiirde esas çözümlenmesi gereken kısım ikinci satırdı: Kayaların toprağa dikine saplandığı yer neresi olabilirdi?.. Dikine saplanma terimi yön belirtiyordu, ama yön belirtmek için de yönü belirtilen nesne, başka bir referans noktasına göre tanımlanmalıydı. Yani önümüzdeki bir kaya parçası şimdi yarısına kadar toprağa saplanmış olsa, toprağa dikine saplanmış denileceği gibi  toprağa enine yani paralel olarak saplanmış da denilebilirdi, bunun ayırdına varmak için başka bir referans noktası gerekiyordu. Mesela karşıda dik duran ağaca göre kaya parçası toprağa paralel saplanmışken, yan yatmış otlara göre ise kaya parçası toprağa dikine saplanmış olacaktı. Bu referans noktası, Atatürk’ün emrettiği ve Kalperenler’in de toplanma yönü olan Akdeniz, yani yeni ismiyle Ege Denizi olabilir miydi?.. Çünkü kayaların yani dağların, Türk Yurdu Anadolu’da toprağa, denize göre dikine saplandığı tek bölge Ege Bölgesi’ydi, diğer tüm bölgelerde dağlar, denizlere paralel uzanıyordu…

Barış Manço’nun işaret ettiği kayaların toprağa dikine saplandığı yer, hem Gazi Paşa’nın hem de Komutan’ın da işaret ettiği yer olan İzmir miydi?..

Kamp kurulan yer, bir alıç ağacının birkaç metre yakınında seçilmişti. Neden alıç ağacı? Neden bir çam ağacı veya başka bir ağaç değil de alıç ağacı? Alıç ağacını tarihsel olarak incelediğimde Türk kültüründe türbelerin yanına dikildiği ve bir gelenek olarak dallarına çaput bağlayıp dilek tutulduğu bilgisine ulaştım. Ağaca çaput bağlayıp dilek tutma bozulmuş bir gelenekti ve Kulbak Bilge’de bu konu en başlarda işleniyordu. Aslında bu konu bir bütün olarak kitapta 13. sayfadan itibaren Kulbak Bilge’nin Mim Çağı’ndaki zaman yolculuğuna çıkışının başlangıç kısmında geçiyordu. Mim Çağı’nın sultanı, Yesevi Sultan’dı.  Kulbak Bilge, daha önce de Türk’ün zor zamanlarında Mim Çağı’na gelmiş ve mücadele sırlarını Türk Başbuğu’na, Atatürk’e vermişti. Kulbak Bilge’nin Mim Çağı’na geçme ruhsatı alabilmesi için iki Kişi’nin bilgisi ve izni gerekiyordu: Yesevi Sultan ve Hz. Ali. Çünkü Hz. Ali, Mim şehrinin yani ilim şehrinin kapısı idi.

Bir silüet belirdi karanlıkları yaran,
Manalar döküldü rüzgarın sesinden ve kayboldu.
Bu, Kulbak Bilge’nin Mim Çağı’nın kapısından girme ruhsatı idi.

Diğer Kalperenler gibi Kulbak Bilge’yi birkaç metre ötedeki tepemizde ben de görmüştüm. Ama ben yüzünü göremedim yani yüz kısmındaki et ve kemik bölgesi benim gördüğüm görüntüde boşluk şeklindeydi, rengini ise beyaz değil yeşil gördüm. O sırada tepede arkası dönük iki silüet daha belirmişti. Acaba bunlar, Kulbak Bilge’ye bize görünme ruhsatı veren Yesevi Sultan ve Hz. Ali miydi?.. Bilemiyorum, bu tabi sadece kişisel bir düşünce, bir olasılıktan ibaret. Kitapta 17. sayfada, Kulbak Bilge, Hz. Ali’den izni alırken bir ağaç resmedilmiş ve şöyle tasvir edilmişti: ‘Kulbak Bilge, Yesevi Dergahı’nın üstündeki ulu ağaca yönelir. Kendi giysisinden ve Temir’in giysisinden küçük bir çaput yırtıp ağacın dallarından birine asar. Bu ağaç bir kapıdır, anlaşılacak şekilde söylemek gerekirse tayyi zaman ve tayyi mekan kapılarından biridir. Çaput asılması bir pasaport gibidir. Tayyi zaman mekan dileği. Aynı zamanda geri dönüşün delilidir. Bu çaputlar, bu çağdan hareket edildiğinin delilidir. Bu ağaca çaput bağlama sırrı, sonraları farklı adetlerle bozulup sürmüştür.’

Ağaca çaput bağlama durumu, Türk tarihindeki alıç ağacına çaput bağlama durumuyla örtüşüyordu. Kitapta resmedilen ağacı incelemeye başladım ve kamp alanındaki alıç ağacıyla karşılaştırdım. Kitapta resimdeki ağaç biraz karanlık göründüğü için, dallarını daha net görebilmek adına resme bazı efektler uygulayarak ağacın sınır çizgilerini gözlemlemeye çalıştım.



Görüldüğü gibi ağacın dalları, merkez gövdeye göre sağlı sollu simetrik değil, asimetrik bir şekilde büyüyerek dağılıyor. Resimde bize göre ağacın sol tarafındaki dallar az iken sağ tarafında saçaklı bir şekilde daha fazla dal olduğu göze çarpıyor. Bu dal asimetrisi de alıç ağacının temel özelliklerinden biridir. Diğer ağaçlarda dallar ağacın sağında ve solunda aşağı yukarı birbirine benzer oranda iken alıç ağacında bir asimetri vardır.


Emir Yıldızdan ağabeyin ‘Gökteki Türklerle Yerdeki Türkler Birleşti’ yazısında bulunan, kamp alanındaki alıç ağacı fotoğrafını incelediğimizde ise benzer bir asimetri gözlemlenmekte. Ağacın yaprakları dökülmüş halini göremesek de yaprakların yoğunluğundan kalın ve ince dalların birbirine göre yoğunluğu ve yaprakların birbirine göre mesafesinden de uzun ve kısa dalların ağaç üstündeki birbirine göre konumları hayal edilip ortaya çıkan kabataslak modelin asimetrik bir yapıda olduğu kolayca fark edilebilir. Başka bir arazide fotoğrafı çekilmiş olan yaprakları dökülmüş örnek bir alıç ağacı fotoğrafı da aşağıdaki gibidir.

 


Benzer bir dal asimetrisi burda da görülmekte. Dolayısıyla Kulbak Bilge’de 17. sayfadaki çaput bağlanan ağacın da alıç ağacı olduğunu düşünmekteyim. Kulbak Bilge, tıpkı kitaptaki gibi o iki Yüce Kişi’den Mim Çağı’nda dolaşma izni aldıktan sonra alıç ağacı vasıtasıyla Kalperenler’e görünmüş olabilir.

Ayrıca, aşağı yukarı bundan bir sene kadar önce Komutan aynı bölgeye daha az sayıda Kalperen ile bir ziyaret gerçekleştirmiş ve bu ziyarete katılan Kalperenler, Komutan’ın alıç ağacının altında eski bir kurganın olduğunu söylediğini belirtmişlerdir. Ben Kulbak Bilge’nin topraktan çıkışını, önce ağzı toprağa bakan yeşil bir hilal muhafaza içinde ellerini çıkartmasıyla, sonra da tüm vücudunun çıkmasıyla görmüştüm. Eğer bu alıç ağacının altında bir türbe varsa ve Kulbak Bilge’de aynı bölgeden topraktan çıktıysa o zaman, bu kurgan Kulbak Bilge’ye mi aittir?..

Büyük Türk hakanı Attila’nın Avrupa seferlerinin kroki geometrisinin de kökü Hazar Denizi’nden başlayan ve asimetrik dalları sol yandan İtalya ve Yunanistan içlerine kadar uzanan yatık bir alıç ağacı şekline olan benzerliği ile dikkat çekmektedir.



Türk tasavvufunda alıç ağacı, Hacı Bektaş Veli ve Yunus Emre arasında geçen ve en azından kendi şahsımca ibret alınması ve çok dikkat edilmesi gereken kritik bir olay içinde de geçmiştir. Hacı Bektaş Veli vilayetnamesine göre: Hacı Bektaş Veli, Horasan’dan Anadolu’ya gelip Kırşehir yöresine yerleşmiştir. Bir süre sonra bu çevrede saygınlık kazanmış ve kerametleri dilden dile anlatılmaya başlanmıştır. Zaman içinde çevresinde müritleri toplanmış, dergahı eğitim merkezi haline gelmiştir. Aynı zamanda yoksullara yardım etmek geleni boş çevirmemek de bu dergahın törelerindendir. Yunus Emre ise Eskişehir’in Sivrihisar kasabasına bağlı Sarıköy’de doğup yaşamıştır. Çiftçilikle uğraşır. Bir yıl kıtlık olmuş ve Yunus çaresiz kalınca Hacı Bektaş Veli’nin tekkesine buğday istemeye gitmiştir. Ancak giderken boş gitmek istemez ve dağdan topladığı alıçları hediye olarak götürür. Alıçları sunup karşılığında buğday ister. Hacı Bektaş Veli Yunus’un hediyesini kabul eder ve kendisini dergahında 1-2 gün misafir olarak ağırlar. Yunus köyüne dönmeye karar verdiğinde Hacı Bektaş Veli ‘Sorun bakalım buğday mı yoksa nefes mi verelim’ der. Yunus ‘Nefesi neyleyim, bana buğday gerek’ diye cevap verir. Hacı Bektaş Veli getirdiği her alıç tanesine bir nefes verelim diyerek teklifini yineler. Yunus Emre ‘Eşim ve çocuklarım var. Nefes karın doyurmaz, mümkünse buğday versinler’ der. Üçüncü kez Hacı Bektaş Veli, ‘Getirdiği alıcın her çekirdeğine 10 nefes verelim’ der. Yunus Emre yine buğday ister. Ve böyle olunca buğdayı yükleyip yollarlar. Yunus yolda giderken yaptığı hatanın farkına varır. Pişmanlık içinde geri dönüp Hacı Bektaş Veli’den özür dileyerek ‘Bana nefes verin’ der. Yunus’un bu dileği Hacı Bektaş Veli’ye iletilir. Ancak Hacı Bektaş Veli ‘Artık geçti’ der. ‘Biz onun kilidinin anahtarını Tapduk Emre’ye verdik varsın nasibini ondan alsın.’ der.

Burda Yunus Emre, Pir’e emir tekrarı yaptırmıştır… Pir’in emrini dinlememiş, sonradan pişman olduysa da iş işten geçmiştir. Şimdi bizim kamp kurduğumuz yerdeki alıç ve Pir’e yani Komutan’a 1-2 gün misafir oluşumuz bu olayla benzeşiyor. İnşallah emir tekrarı yaptırma durumu benzemiyordur diye düşünüyorum. Çünkü o kısım da benzerse olayın da sonunun da benzeme olasılığı yüksektir. Bu kıssayı okuduktan sonra içimi bir sıkıntı kapladı, inşallah Komutan da bize yol vermez diye umuyorum…

Kamp alanında gece yarısı olduğunda Komutan yere sırtüstü yatmamızı ve göğe doğru ‘hu’ şeklinde kurt uluması yapmamızı emretmişti. Kurtların yaşantısını incelediğimde kendi aralarında hırlama,vs. gibi uluma eyleminin dışında çıkardıkları sesleri hep kısa mesafe sürü içi iletişim için kullandıkları bilgisine ulaşmıştım. Sadece başka kurt toplulukları ile iletişime geçmek için uzun mesafe iletişimleri olan uluma eylemini gerçekleştiriyorlardı. Ve bir kurt için her şeyden, kendinden de önemli olan tek şey kendi toplulukları yani kendi milletleriydi. Zoologlar yaptıkları araştırmalarda bu bilgiyi önemle vurguluyorlardı. Bu yönüyle kurtlar, milletini dünya üzerindeki her şeyden üstün ve ileri tutan, kendisi için değil milleti için var olan Türk’e karakteristik olarak çok benziyordu… Uluma sesini duyan diğer kurt toplulukları, ulumayı anında analiz ederek uluyanların ortalama kaç kişi olduğunu, erkek " dişi oranını, genç " yaşlı oranını, sağlıklı olup olmadıklarını ve tıpkı bir gps sistemi gibi hangi lokasyonda ulumanın gerçekleştiğini tespit edip anlayabiliyorlardı. Tabi bu bilgiler, dost topluluklar için değerli olmasının yanında düşman topluluklar için de değerliydi. Düşman topluluklar da bu sesli parmak izi diyebileceğimiz uluma desenlerini toplayıp saldırı ve yok etme planlarını daha sağlam yapabilmek için kullanıyorlardı. Bir kurt ulumasının havada yayılarak ulaşabileceği azami mesafe zoologlara göre 16 kilometredir. Bu mesafeye ulaşılması için ağaçlık değil, tundra " bozkır bir arazide ulumanın gerçekleşmesi gerekiyor. Bizim kamp alanı da bozkır bir yapıya sahipti ve uluma seslerinin en az seviyede çevredeki dağ, kaya, vs. engellere çarpıp yoğunluğunu yitirmemesi için de direkt göğe doğru bir ulumanın gerçekleşmesi gerekmekteydi. Komutan’ın uluma seslerinin göğe en uzak mesafeye kadar ulaşabilmesi için bu şekilde bir konum aldırdığını düşünmekteyim. 16 kilometrelik göğe doğru dikey bir mesafe, hemen hemen tüm uçakların uçuş irtifalarını içine alan bir mesafedir. Dolayısıyla Kalperenlerin göğe doğru ulumaları, bu mesafede uçan tüm uçan cisimlerin, uluyanların sesli parmak izlerini rahatlıkla alabileceğini gösterir. Göktürkler’in bu bilgileri topladığı gibi, üçgen suratlı düşmanların da bu bilgileri toplaması durumu vardır. Zira Komutan ‘ormana vs. bundan sonra yalnız gitmeyin, hepinizin bilgilerini hem bizimkiler, hem de onlar aldı’ demiştir. Üçgen şeklinin batı mitolojisinde ve simyasında yeri çok önemlidir.



Simyacı Johann Daniel Mylius’un 1622’de çizdiği ‘Philosophia Reformata’ serisi amblemlerin ikincisi olan bu resimde yukarıya doğru bakan üçgen eril güneş prensibini ve ateşi, aşağıya bakan üçgen ise dişil ay prensibini ve suyu sembolize eder. Ayrıca dört elementin diğer ikisinin de sembolü üçgendir, ama onların ortalarında birer yatay çizgi daha vardır. Bunlardan yukarıya doğru bakan havanın, aşağıya doğru bakan ise toprağın sembolüdür. Bu dört üçgenin hepsi de iç içe geçmiş altı köşeli siyon yıldızından türetilmiştir.

1922’de Gazi Paşa ve Türk Ordusu, üçgenin temsilcisi Yunan’ı İzmir’de denize dökerken, 2017’de Komutan, Erenler ve Göktürk Ordusu İzmir semalarında üçgen suratlıları gökteki mavi denize mi dökmüştür?..         

Önemli Not: Bu yazının tümü kişisel düşüncelerimden ve yorumlarımdan ibarettir. Ne Onaltıyıldız yazarlarının, ne de Kalperenler’in herhangi bir dahli yoktur. Dolayısıyla yazının içeriği ile ilgili eleştiri yapılacak tek merci olduğumu önemle hatırlatırım.               


Yasin Murat Yiğit



Bu haber 7,154 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    ON ALTI YILDIZ'da Ara Internet'te Ara  

    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    8,975 µs