En Sıcak Konular

Ağaç

22 Mart 2014 14:16 tsi
Ağaç "Her şey o ağacın altında başlamıştı"

  

Oktan Keleş'i Yeniden, Yeniden Tanımak...     

 

Oktan Keleş'i biraz tanıdığımı sanıyordum. Ama zaman zaman öyle olaylarla karşılaşıyorum ki, tekrar başa dönüyorum ve  yeniden tanımaya başlıyorum. Oktan Keleş'in önceden yazdığı ama çeşitli sebeplerle baskısı Eylül 2012'de yapılan Deruni Devlet-Kutsal Halı kitabına bir göz atayım dedim. Ve yine şok edici bilgilerle karşılaştım.    

Oktan Keleş'in Deruni Devlet Kitabının  73. Sayfasından başlayan ve 124. sayfaya kadar devam eden bölümleri tekrar okumanızı istirham ederim. O bölümlerde mana dersleri vardı. Konu uzun olduğu için buraya sadece bazı başlıkları alıyorum: Kafdağı Ülkesi, Yunus, Nüshay-ı Bekâ, Bekâyı Vicdan Hakikati, Bekâ-yı Şerif Nüshası, Mahrem Nüshası, Bekâ Yolcusunun Hafıza Nüshası, Kabz Nüshası, Aşk Perdesi Nüshası, Şefkat Nüshası, Suret Nüshası, Alfabe,  Lisanlar, Lisandaki Harfler, İşaretler.... 

Bugün yaşadığımız olaylara baktığımda kitapta aynı konuların  -sembolik olarak- olduğunu hayretle gördüm. (Bu benim fikrim tabi, kimseyi bağlamaz.)  Her şey bir ağaç ile başladı deniliyordu. Yani  bir ağaç ile başlayan mücadele; Muhtar Memiş, imam, Kul Ahmed, seçimler, köylü, Mahderiş, ceylan, Hamdi Dayı, Kul, Kufa, Yunus... Ağaçların kesilmemesi için  yapılan mücadele. 

Diğer bölümleri yukarıda saydım, oradan okuyabilirsiniz ama ben konuyla ilgili o bölümün özetini sizlere sunuyorum. Eminin sizler de benim gibi şaşıracaksınız. Ağaç ile başlayan tartışmanın sonunu da  merak edeceksiniz... Oktan Keleş'in her kitabı sır dolu, anlayana...  

 

 

       KAFDAĞI KAMPI 

 

AĞAÇ        
     
Her şey o ağacın altında başladı. Ağaç deyip geçmeyin. Efendimiz (sav)’in yokluğunda ağlayan hurma kütüğünü hatırlayın. “ALLAH, SANA AĞAÇ ALTINDA BİAT EDENLERDEN HOŞNUT OLMUŞTUR.” (Fetih/18.)  

Evet, her şey o ağacın altında başlamıştı. Sılayı rahim yapmak amacıyla, yıllar sonra köyümüze, baba topraklarımızı ziyarete gitmiştim. Bu seferki gelişimde bir taşla iki kuş vurmuş olacaktım: Hem ziyaretlerimi yapacak, hem de dağcılık sporu ile uğraşan ve aynı zamanda grubun lideri olan arkadaşımın, dağ yürüyüşü ve dağda kamp kurma isteğine olumlu cevap vermiş olacaktım. Bir hafta sürmesi planlanan dağ kampına katılmak için, kasabadan köye giden yarım otobüse bindim. Köye 4-5 kilometre kala otobüsümüz arızalanınca, Haziran ayı sıcağında tamiri beklemektense, uzaktan görünen köye doğru yürümeye başladım. Cıvıl cıvıl kuş sesleri eşliğinde köye doğru yürürken, “hayrat” bir çeşmeye rastladım. Hem yürümekten yorulmuş, hem de Haziran ayının sıcağında iyice terlemiş, susamıştım. Siz olsanız benim gibi bu çeşmeden kana kana su içmez miydiniz? İçerdiniz. Ben de içtim. Daha sonra çeşmenin yanındaki ağacın altına sere serpe uzandım. 

KAFDAĞI ÜLKESİ 

Siz olsaydınız uyumaz mıydınız? Belki de uyumazdınız, zira ‘Şurada köye iki adım kalmışken uyunur mu?’ diye düşünürdünüz. Ama ben uyumuşum. Ne kadar uyudum bilmiyorum. Uyandım mı uyanmadım mı, onu da bilmiyorum.

Gözümü açtığımda; bulunduğum yer ne bizim köyün mevkii, ne de altında uyuduğum ağaç o ağaçtı. Etrafta tarifi imkânsız bir renk cümbüşü vardı. Dağlar, ovalar… Her yer rengârenkti. Hele altında bulunduğum ağacı tarif etmeye kalksam, lügatte kelime bulamam. Sanki üç boyutlu cennet tasvirleriyle idraki mümkün bir âlemdi. Etrafa yayılan reyhanî kokular, kuş sesleri, tabiatın muhteşem ahenginin sesi… Her şey insanı mest edip, kendinden geçirecek kadar harikulâdeydi. Uyanmış olamazdım, rüyadaydım herhalde. Sırt üstü yattığım yerden, olup biteni anlamaya çalışıyordum ki, başucumda biri belirdi. İster istemez irkilerek doğruldum. Hemen ayağa kalktım. Karşımda çok ilginç bir kişi duruyordu. Fiziği ve kıyafetleri bana çok enteresan geldi. Saçları bembeyaz ve uzundu. Sakalı ise sanki pamuk gibiydi. Ancak saçının ve sakalının beyazlığına rağmen karşımda duran kişinin yüzü çok gençti. Saf, hiçbir kaygısı olmayan, huzurlu bir hâli vardı. Orta boyluydu. Boynu uzundu ve boynunda ihrama benzer yeşil bir şal vardı. Ayaklarına baktım, ayakkabı yoktu, yalınayaktı. Elinde bir asâ vardı. Asânın başında “KAF” harfi sembolü duruyordu. Bu kişinin gözleri kapalı idi.

Hani insan bazen çok güzel bir rüya görür de, o rüyanın devam etmesini ister, uyanmak istemez ya, işte ben de etrafın bu efsunlu haline kendimi kaptırmıştım. Biraz bocalama yaşasam da bu güzel âlemin çekiciliğine teslim oldum. Rüya olsa da olmasa da, bende bir korku belirmişti, ürpermiştim. Acaba neredeydim?

Altında bulunduğum ağaç, rengârenk çiçekler açmıştı. Erik ağacına benziyordu. Hafif bir meltemin esmesiyle ağaçtan yere çiçekler dökülmeye başladı. Ben havada oynaşan çiçekleri seyrederken, karşımdaki kişi gözlerini açtı. Pürüzsüz ve kadife gibi bir sesle bana: “Kafdağı Ülkesi’ne hoş geldiniz efendim” dedi. Şaşkınlık ve korku arasında ağzımdan belli belirsiz: “Hoş gördük” kelimesi çıktı. Karşımda duran kişiye yavaş bir ses tonuyla, biraz da kekeleyerek, “Kafdağı Ülkesi de ne?” diye sordum. Karşımdaki kişi gözlerini iyice kapatarak, “Neden şaşırdınız efendim? Hiç duymadınız mı Kafdağı Ülkesi’ni? Böyle bir ülkenin varlığını bilmiyor muydunuz?” diyerek soruma soruyla cevap verdi.

Elbette duymuştum. Ama böyle bir ülkenin gerçekliği kafamda yerini bulmamış bir bilgiydi. Bütün bunlar gerçek miydi, onu da bilemiyorum.

KUL

Karşımdaki kişiye sordum: “Siz kimsiniz?” Kadife gibi sesiyle cevap verdi: “En güzel isimlerin sahibi, güzel Allah’ın kullarından bir kul.”  “İyi ama isminiz nedir?” diye tekrar sordum. “Kul dedim ya efendim. İsmin; yer olmuş, gök olmuş ne fark eder? En güzel isimlerin sahibi olan Allah’ın tüm yarattıklarına seçip koyduğu, en beğendiği isim, ‘kul’ değil mi? İsmin ejderha olsa da kulsun, Süleyman olsa da kulsun. Bütün yaratılmışların isimleri, kul ismi içine hapsolunmuş. Ejderha ismin var diye kulluktan çıktın mı, efendim.” diyerek, daha önce duymadığım bir makamda, insanı mest eden billur gibi bir sesle Kuran-ı Kerim’den şu ayetleri okudu: “EN GÜZEL İSİMLER O’NUNDUR. (Haşr/24.) EN GÜZEL İSİMLER ALLAH’INDIR. (A’râf/180.) Güzel Allah’ım, ‘en güzel isimler benimdir’ demiş. Biz güzel Allah’ım demeyelim de ne diyelim?” Kul’un okuduğu ayetler ve daha sonraki açıklamaları sanki bir melodi gibi kulağıma geliyordu. Bu güzel nağmeleri dinledikten sonra tekrar sordum: “İyi ama ben buraya nasıl ve neden geldim? Şimdi ne olacak?”  Kul, gözleri yine kapalı bir şekilde gayet sakin bir tavırla: “Sen buraya tefekkürün ile geldin. Kafdağı Ülkesi’nde nasibin kadar gezecek, nasibin kadar görecek, nasibin kadar öğrenecek ve nasibinle geldiğin yere döneceksin. Bu Kul da, Kafdağı Ülkesi’nde size eşlik edecek efendim.” diye cevap verdi. Tekrar sordum: “İyi ama şu anda sanıyorum ki, uykuda, rüyadayım. Bu harikulâdelik gerçek olamaz! Tefekkür uyanıkken yapılmaz mı?” Kul tebessüm ederek, “İyi ya, uyanıkken yaptığın tefekkürler, uykunda da boşa gitmemiş. Tefekkür öyle lezzetli bir ibadettir ki, uykuda bile meyvesini verir efendim.” dedi.

BAŞ GÖZÜ

Kul: “Buyurun yürüyelim. Güzel Allah’ın adıyla.” diyerek yavaş adımlarla yürümeye başladı. Ben de onu takip etmeye başladım. Kul’un gözleri yine kapalıydı. Sordum: “Gözleriniz hep kapalı mıdır? Gözleriniz kapalıyken nasıl yürüyorsunuz, etrafı nasıl görüyorsunuz?” Kul, “Bu âlemde baş gözüne ihtiyaç yok. Uykuda iken ‘Melekūt  Âlemi’ni baş gözü ile mi görürsün? Melekūt Âlemi’nin bir ülkesi olan Kafdağı Ülkesi’nde de görmek için baş gözüne ihtiyaç olmaz.” diyerek, insanı mest eden o güzel sesi ile şu ayeti okudu: “HİÇ YERYÜZÜNDE DOLAŞMAZLAR MI Kİ BU SAYEDE DÜŞÜNEN KALPLERİ, DUYACAK KULAKLARI OLSUN. GERÇEK ŞU Kİ, BAŞTAKİ GÖZLER KÖR OLMAZ, ASIL KALPTEKİ GÖZLER KÖRELİR, BASİRETLER KÖR OLUR.” (Hac/46.) Ve  devam etti konuşmasına: “Güzel Allah’ım diyor ki, ‘ister gözün açık olsun ister kapalı, kalpteki gözünle gör.” İnci tanesi gibi bu sözler ağzından döküldü Kul’un.

Düşündüm de; öyle ya, yeryüzünde, baş gözün, işitecek kulağın olsa bile, asıl görmeye kalp gözünün iştiraki şarttı. Kalp gözünün görmemesi, baş gözünün eksik bir görüş olduğunu söylüyordu. Ayette ‘DÜŞÜNEN KALPLER’ ibaresi kalbî tefekkürü işaret ediyordu adeta. Kalp gözümüzle bakmadığımız her resim, aslında hakikat değildi. Asıl görülmesi gereken değildi. O zaman Kul’un söyledikleri başka bir anlam kazanıyordu. Kalp gözünle görmedin mi, uyanık olsan ne fark ederdi ki. Şimdi anlamıştım. Kafdağı Ülkesi’ne gelmek, görmek için aslında uykuya da ihtiyaç yoktu. Tefekkür ne güzel anahtardı. Hele Kul şu ayeti okuduğunda anlayışım idrak halini almıştı: “MUHAKKAK Kİ, BUNDA KALPLERİ OLAN, İŞİTEBİLEN, KALP GÖZÜYLE ALLAH’A ŞAHİT OLAN KİŞİLER İÇİN İBRETLER VARDIR.” (Kâf/37.)  Yeryüzünde, kalp gözüyle baktın mı, nice âlemleri görmek ve işitmek mümkündü. Kul’a sordum: “İyi güzel de, o zaman uykunun bundaki rolü nedir?” Kul cevap verdi: “Baş gözüyle bakmaya inat edenlerin, her gün baş gözünü kör edip, uykuya yatırıp, baş gözüyle göremeyecekleri âlemleri göstererek, kulundaki kalp gözünün farkına vardırmak için  uykuyu sebep kılan güzel Allahım’a şükürler olsun. Uyku öyle cebri bir sebeptir ki, sarayda altın sırçalı kuş tüyü yatakta da uyusan, bir harabede, altın sarısı samanların üstünde de uyusan, uykunda gideceğin yeri seçemezsin. Kapı, Melekût Âlemi’ne açılır. Melekût Âlemi’nden de nice kapılar açılır. Kafdağı Ülkesi de bunlardan biridir. Uyanıkken gelemeyenleri, göremeyenleri, uyutup da getirirler efendim.”

YUNUS

Bu enteresan ve insanın gönül dağlarını yerinden oynatan bilgilerden sonra sohbet ederek yürüyüşümüzü sürdürmeye devam ettik. O kadar güzel bir manzara vardı ki, tarifi imkânsızdı. Bir su birikintisinin yanına geldik. Buraya küçük bir gölet de denebilirdi. Suyun içinde envai çeşit nilüfer çiçekleri vardı. İnsanın ruhunu mest eden bir manzara ve su şırıltısı vardı. Suyun üzeri ile yürüdüğümüz karanın rengi aynı olduğundan, ‘Acaba suya adım atar da batar mıyım?’ endişesi bile içimden geçti. Kul, su birikintisinin yanında durdu. Ben de durdum. Kul’un gözleri yarı açık yarı kapalı gibiydi. Kul, başını yukarı kaldırdı. Ben de Kul’u dikkatle takip ediyordum. Birkaç saniye geçti geçmedi, suyun içinden çıkan bir yaratık kafasıyla irkildim. Birdenbire sudan böyle bir şey çıktığı için çok korkmuştum. Bir süre sonra bunun bir yunus balığı olduğunu görünce rahatladım. Çok şirin bir yunus balığıydı bu. Yunusun rengi pembeydi. Kocaman kirpikleri ve gözleri vardı. İzlediğim belgesellerde pembe renkli yunus görmüştüm ama bu bambaşkaydı. Burası Kafdağı Ülkesi olduğu için zaten her şey bambaşkaydı.

Birden yunus balığı dile geldi: “Selâm Kul!” diyerek ince ıslığa benzer bir sesle seslenmişti. Kul, biraz da nazlanarak: “Selâm Kufa” dedi. Kufa bu yunus balığının ismiymiş. Kufa, Kul’a: “Dün üstünü ıslattığım için hâlâ dargın mısın bana?” diye sordu. Kul: “Hayır. Zaten sen bunu hep yapıyorsun. Alıştık artık.” dedi. Bu konuşmaları duyup da şaşırmamak elde değildi. Kul ile Kufa bir arkadaşlık ilişkisi içinde birbirleri ile şakalaşıyorlardı. İçimden hayvanlar ve insanlar ikilemi geçti. Hani insan üstün, hayvan aşağı meselesi ama buna rağmen bir münasebet  var. Bu gerçek dünyada aslında böyle değildi. Hatta Kuran da bile “HAYVANDAN AŞAĞI” ayeti Kelâm olmuştu. Bunları anlık içimden geçirmiştim ki Yunus balığı Kufa, “Yeni misafir mi?” diye beni Kul’a sordu. Kul, “Evet efendim” diye cevap verdi. Kul’un balığa bile ‘efendim’ demesi garibime gitmişti. ‘Bu kadar da olur mu?’ diye düşünüyordum ki, Kufa bana, “Hoş geldiniz, Kafdağı Ülkesi’ne” diyerek kafasını hafifçe suya daldırıp çıkardı. Bir nevi selâmlama yaptı yani. Ben de: “Hoş bulduk” dedim. Kufa yine başını suya daldırıp çıkardı. Ama bu sefer daha sert dalış yapmıştı, bunu da bilerek, üstüme su sıçratmak için yapmıştı. Sonra da öyle sözler sarf etti ki, insanın ister istemez bildiklerini yeniden gözden geçirmesi gerekiyordu. Şunları söylemişti:

“Hayvanlık aşağı olsaydı, peygamberler hayvanlarla konuşmazdı. Hayvanlık aşağı olsaydı, Yüce Yaratıcı ‘SİZLER İÇİN HAYVANLARDA İBRETLER VAR’ (Nahl/66) demezdi. Hayvanlık aşağı olsaydı, hayvanlar sizlere hizmetçi olmazdı. Hayvanlık aşağı olsaydı, Allah, peygamberini yunusa yutturmazdı. Hayvanlık aşağı olsaydı, Allah kurumuş balığı canlandırıp, Musa’ya ilim öğrenmesi için gittiği kutlu kişiyi görme işareti yapmazdı.” Kufa bunları söylerken hem art arda sıçrıyor hem de hızlı hızlı konuşuyordu. Beni düşüncelere gark eden şeyler söylüyordu. Kufa konuşmasına devam etti: “Hem yunus balığı Yunus Peygamberi niye yuttu, yemek için mi? Siz öyle bilirsiniz, çünkü sonunda kurtuldu dersiniz. Oysa Rabbi balığa: “PEYGAMBERİMİ SUYA ATACAKLAR. ONU YUT VE KORU” demişti. Bunu niye bilmezsiniz? Tüm âlemlerin ve Kafdağı Ülkesi’nin efendisi Hz. Muhammedimiz (sav) neden hayvanlara özel davrandı? Develere fazla yük yükletmedi. Onlara haklar tanıdı….” Kufa böyle durmadan konuşurken benim de aklımdan Süleyman Peygamber, hüthüt ve diğerleri bir film şeridi gibi geçiyordu…

Kufa ise hiç durmadan konuşmasına devam ediyordu. O kadar hızlı konuşuyordu ki, kelimeleri yakalamakta zorluk çekiyordum. Kufa konuşmasını sürdürdü: “Hayvanlık aşağı olsaydı, Yüce Allah’ım Kuran-ı Kelâm’ında  sure isimlerini hayvanlardan koyar mıydı? Bakara, Nahl, Ankebût, Neml. Hayvanlık aşağı olsaydı, Efendimiz (sav)’in Hicret’inde, örümcek, Efendimiz (sav)’i yakalamak isteyenlere karşı set olur muydu? Düşmanların görmesini engellemeye sebep kılınır mıydı? Hayvanlık aşağı olsaydı, Yaradan’ım, sivrisineğin bile kanadını misâl verir miydi, Kelâm’ında zikreder miydi? Hayvanlık aşağı olsaydı, hayvanları kendi rızasına kurban seçer miydi?

Kufa durmadan anlatıyordu. Bazılarını anlamıyordum ama anladıklarım bile bana yetmişti. Hayvanlardan aşağı olma konusu bizim anladığımız gibi değildi.

Kul, “Yolumuza devam edelim” diyerek elindeki asâyı hafifçe yukarı kaldırarak, Kufa’yı selâmladı. Kufa ise suyun içine dalarak gözden kayboldu.

Buraya geleli çok zaman olmamıştı ama çok farklı dünyada, çok farklı bilgilerle, hatta sürprizlerle karşılaşıyordum. Acaba beni daha neler bekliyordu, nelerle karşılaşacaktım? Ya nasip…

Kul ile birlikte yürürken bana şunları söyledi: “Bizim Kafdağı Ülkesi’nde, tüm yaradılış, birbiri ile dosttur: Hayvanlar, bitkiler, çiçekler…” Sordum: “Çiçeklerde mi?” Kul cevap verdi: “Tabii efendim.” Tekrar Kul’a sordum: “Çiçeklerle konuşmak mümkün mü?” Kul tebessüm ederek, “Tabii ki. Kafdağı Ülkesi’nde de sizin dünyanızdan buraya açılan kapıların çiçekleriyle de konuşmak mümkün. Yunus Emre’niz; ‘sordum sarıçiçeğe’ derken hangi çiçekle konuştu? Bizim ülkenin, Kafdağı Ülkesi’nin sarıçiçeği ile efendim.”

İster istemez buradaki ruhani havadan etkileniyordum. Yunus Emre, sarıçiçeğe sormuştu: “Annen baban kim?” diye. Sarıçiçek cevap vermişti: Toprak. Yani insanın mayasıydı toprak. İnsanda toplanan hakikatleri haykırıyordu sarıçiçek. Bitkiler dile gelmiş, insanlara ruhanî ilahîler okuyorlardı. Ya bizler ne yapıyorduk? İnsanlık ailesinin bireyleri olarak ne yapıyorduk? Hayvanları, bitkileri, her şeyi katledip yok ediyorduk. Onlara gerekli değeri vermiyorduk. Bu yok ediş, aslında insanın kendini yok etmesi değil miydi? Kendinde bulunan hakikatleri yok etmek, kendini yok etmek değil miydi? Bindiği dalı kesmek bu olsa gerek. Buna işaret eden birçok ayet zihnimde canlandı. ‘İNSAN İLAHİ DENGEYİ BOZMAKLA, YOK ETMEKLE, BİR BEDEL ÖDEYECEKTİ.’  Bu Kuran’da açıkça belirtilmişti.

Düşündüm ki bugün, istisnaları tenzih ederek söylüyorum, hayvanlar; insanlardan daha ahlâklı. Onların fıtratı bu, ya insanın?

Ben bunları düşünürken Kul, “Yürüyelim efendim” dedi. Yolumuza devam ettik. Geçtiğimiz yerlerin güzelliğini anlatmak için kelimeler yetersiz kalıyordu. Yüksekçe bir yamacın kıyısına vardık. Aşağılarda göz alabildiğine uzanan bir alanı, kuş bakışı görüyorduk. Oradan çok garip, adeta kapı gıcırtısını andıran, insanın içini ürpertiyle dolduran, inilti ile gülme arasında kulağa hoş gelmeyen sesler geliyordu. İnsanlar ise belli belirsiz seçiliyordu. Büyük bir kalabalık vardı aşağıda. Sağdan sola, soldan sağa binlerce insan koşturup duruyordu. Anlamsız bir şekilde koşuşturma içersindeydiler.

Aşağıda bir nehir vardı. Bu nehir sanki bulunduğumuz yamaçla diğer tarafın sınırını belirliyordu. Bizim taraf ile karşı taraf arasında bariz farklar vardı: İki atlı ellerinde kılıçlar ve mızraklarla bir ceylanı birbirlerine zıt yönlerde kovalıyordu. Biri yakalamaya biri de ceylanı kurtarmaya çalışıyordu. Bir başka grup ağaçları baltayla kesiyor, yakıyordu. Karşılarındaki grup ise ellerindeki fidanları dikmeye, ateşi söndürmeye çalışıyordu. Bu mücadele, daha önce anlattığım ‘iyilik duvarının’ iki yanındaki mücadeleye benziyordu.

Kul’a sordum, “Burası neresi, bu olup bitenler nedir?” diye. Kul, o güzel naif sesiyle cevap verdi: “Er meydanı efendim. O bölgede her şey var; insanı, şeytanı, cini, meleği vs. Hep bir mücadele var. O ceylanı buraya, nehir sınırına sürüp kurtarmak isteyen mânâ erlerinden bir süvari. Diğeri ise şeytanın süvarisi, ceylanı yok etmeye çalışıyor. Tıpkı ağaçları yok etme çabasında olanlar ve diğer ilahi güzelliğin yok edilmesini isteyenler gibi orası hakikatlerin sûret ülkesi. Sınır bu nehir,  Kaf Ülkesi’ne yüksek yamaçlı sınır.” Tam bu sırada aşağıdan bir kötü süvari Kul’a seslenerek, “Kul sefili, al sana!” diyerek bir ok attı. Ama attığı ok bize yetişemedi. Onu takip eden başkaları da benzer şeyler attılar ama hiçbiri bize yetişmedi. Öyle bir manzara ki, öyle bir mücadele ki; hayvanlar, ağaçlar, nebatlar insanlara yardım ediyordu. Ama diğerleri bunları yok etmeye uğraşıyordu. Kul’a, “sefil” diye bağıran adamı sordum. Kul cevap verdi:

“Onun ismi Mahdariş. Oradaki kötülerin, kötülüğün lideri.” “Elindeki kıvrık yılana benzeyen o baston veya asâ nedir?” diye sordum. Kul, “İşte efendim, Mahdariş gücünü o elindeki asâdan alır.” diye cevap verdi. Tekrar sordum, “Bu asâyı nereden almış, onun karşıtı yok mu, yani ona karşı koyacak güç?” Kul cevap verdi, “Ah efendim, o asâyı, o gücü ona insanlar verdi. O güç, insanların iradesinin sembolü. O ceylan, mânânın sembolü. Ona karşı koyacak güç elbette var, bilgi. Siz düşünün efendim” diyerek sustu. İşte şimdi yeni bir şey daha idrak ediyordum. İnsanların iradesi, tüm yaradılışın da vebalini taşıyordu. Hele o fidan dikmeye çalışan topluluk. Hem de bunca karmaşanın içinde. Sevgili Peygamberimiz (sav)’in “Kıyametin kopacağını bilseniz bile, elinizdeki fidanı dikin.” hadisini adeta tefsir ediyordu. Kıyamet bir sonsa, fidan her şeye rağmen mücadelenin sembolü gibiydi.


            


(Bir beldenin hayvanları insanlara güvenmiyorsa o beldedeki insanlarda bir sorun vardır. Sizin de bulunduğunuz beldede kuşlar kediler sizden korkup kaçıyorlar mı?)     

Birden Kufa yamaçtan atlayı nehre daldı. O da mücadeleye katıldı. Ona da saldırıyorlardı. Onu öyle görünce çok üzüldüm. Ben burada durup seyretmemeliydim, bir şeyler yapmalıydım? Tam yamaçtan aşağı inmeyi planlıyordum ki, Kul, “Daha değil, sabret efendim” dedi ve ekledi: “Zamanı gelince.” Kul tekrar yanıma gelmişti. Müşahede ettiğim bu manzaranın üzgünlüğü içinde Kul ile yürümeye devam ettik. Kafamda birçok soru oluyordu ancak gördüklerim ve yaşadıklarım sorularıma cevap oluyordu.

Daha sonra rengârenk çiçeklerin, sarmaşıkların kaplamış olduğu dar bir vadiden geçtik. Yine bir ağacın altına geldik. Bu ağaç, oldukça heybetli bir ağaçtı. Hani koca tarihi çınarlar vardır ya, bu da tıpkı öyle görünüyordu. Kul, “Buyurun efendim, biraz oturalım.” dedi. Acaba ne olup bitiyordu? Bunu tahmin etmek güç değildi. Fakat bu algılayışla, acaba bir şeyler yapmak, mücadeleye katkıda bulunmak, bir şeyleri değiştirmek mümkün olamaz mıydı? Gerçi fikir alanında neler yapılacağını insanlık ailesi olarak biliyorduk. Ancak hayatta, yani iş uygulamaya gelince maalesef zaaf gösteriyorduk. Öyle değil miydi? ‘Kutuplar eriyor, tabiatın dengesi bozuluyor, ahlâk elden gidiyor, hastalıklar çoğalıyor, yiyeceklerimizin genetiği ile oynanıyor, denizler kirleniyor,  insanlar ölüyor, hayvanların nesli tüketiliyor, depremler geliyor, ormanlar yanıyor, sular kirletiliyor’ deniliyor, çözüm önerileri getiriliyor, iş uygulamaya geldi mi, sonuç yoktu. Yani iş, ahkâm kesmekten öteye gitmiyordu. Er meydanında zaafa uğruyorduk. Samimi ve iyi niyetli değildik. Peki ya bunlardan rahatsız olanlar, dertlenenler neden tüm bu fikirlerini, hastalıklara şifa olacak planlarını, er meydanına gelince uygulayamıyorlardı? Siyasetçiler buna somut bir örnek; ‘Beni seçerseniz, şöyle yapacağım, böyle yapacağım…’ Seçilince ne oluyor? Bazıları samimi de. İmamı, müezzini, tarikatı, cemaati, seni beni, seni Âdemi, beni Âdemi… Siz anladınız onu. Er meydanında, ercesine mücadele edenlere selâm olsun. Selâm olsun Hilâlilere.

Kul içimden geçen bu düşünceleri okumuşçasına, “Bilgi efendim. Ruhani bilgi.” dedi ve sustu. Sordum: “Nedir ruhani bilgi?” Kul başını kaldırdı ve şöyle dedi: “Sana nefes verelim mi, nefes mi istersin, bilgi mi?” Şaşırdım kaldım. Aklıma Hacı Bektaş Veli’nin, Yunus Emre’ye: “Sana nefes mi verelim, buğday mı?” demesi geldi. Tuhaf olan nefes mi bilgi mi cümlesiydi. Sanki bilginin de buğday gibi yani nefesten önemli olmadığı açıklamasıydı… Çünkü Yunus Emre: “Baba, ne yapayım nefesi, buğday verin” demiş, sonra pişman olmuş, ‘Buğday; yenir biter ama nefes bitmez.’ demişti. Demek ki, burada teklif edilen bilgi, buğday gibi bir şeydi. Daha mânâsını anlamadan, hemen ‘nefes’ dedim tabii. Kul cevap olacak şu cümleleri sarf etti: “Efendim, bilgi nefsi besler, ruhani bilgi ise ruhu. Nefsi besleyen bilgiler zahiri –manevi- de olsa bir yerde noktalanır. Ama ruhani bilgi, ruhu besleyen bilgi, nefes gibidir. Çünkü Yaradan ‘Ruhumdan üfledim, nefesledim” (Sâd/72) buyurdu.” Dedi ve sustu.

Şimdi anlamıştım: Bilgi buğday gibiydi. Çünkü Kuran’da iyilerinde birbirinden farkı olduğu buyruluyordu. Meselâ, haramdan kaçmış, bazı denilenleri yapmış bir kişi cennetlik olmuştu. Cennetler arasında da fark vardı. Başka biri daha da ileri iyilik yapmış, fedakarlık yapmış, farklı cenneti elde etmişti.  Kuran’da onlar için şöyle denir: ‘ONLAR BİRBİRLERİYLE YARIŞIRLAR.’ (Âl-i İmrân/114) Yani biri diğerinden farklı cennette. İkisini de bilgi buraya getirmiş.

Ama ruhani bilgi, sınırsız cennetin sahibine götüren bilgidir. “Ruhumdan üfledim” ayetinin esrarındandır. Ruhani bilgi, cennetle sınırlandırılan manevi bilgidir. Ya cehenneme sokup orayla sınırlandıran bilgi? İşte Kul’un dediği zahiri –manevi- bilgi, Yunus Baba’nın algıladığı buğday gibiydi. Yoksa buğday büyük nimettir. Kul nefesler vermeye başladı. Öyle derûni, ruhanî bilgilerdi ki bunlar, biz ona “nüshalar” dedik. Gözler, bu Kaf Ülkesi’nin harikulâdeliğine kapanmıştı bu bilgiler karşısında. “Bura da bir perde imiş demek.” Şimdi Kul’un gözlerinin neden kapalı olduğunu anlamıştım. Nüshalar dedim ve ancak ana hatlarını yazdım. Aradaki derûnî bilgiler tefekkür ehline ve bizlere kalsın diye.

Bu girişte bir not ekleyelim: Burada anlatılan Yesevîye-Melamî seyr ü sülüğüdür. Nüshalardaki ifadeler mecaz ve teşbihtir. Yanlış anlaşılmamalıdır. Allah’ın zatı akla gelmemelidir. Örneğin, “Kul, Rabbi gölgesinden görür” ifadesi ve benzerleri birer teşbih ve mecazdır. Tıpkı Kuran’da Allah’ın ipi, Allah’ın eli teşbihleri gibi algılanmalıdır. Yoksa Allah hepsinden münezzehtir. Yine bu bilgiler Kuran’ın derûnî tefekkür ehline hitaptır. Yanlış anlaşılmamalıdır. Nüshalar ana başlıkları içerir, açılımları ehli tarafından muhabbet yoluyla öğretilir. 

…. 

Uyuduğum ağacın altında büyük bir gürültü ile uyandım. Harikulâde bir rüya idi. Rüya mıydı? Hadi rüya diyelim. Bu gürültü de neydi? Motorlu bir testerenin sesiydi bu. Adamın biri elindeki testereyi çalıştırmış, bulunduğum yerdeki ağaçları kesmeye hazırlanıyordu. Yapılan bu kesim, Köy Meclisi kararıyla imiş, güya ormancılara tanınan bir hakmış bu. Kesim yapanlardan biri bana yaklaştı: “Oradan çekil, aracınızın tamiri bitti, köye gidecek, hadi bin git.” dedi. 

Hiç hoşlanmamıştım adamın bu tavrından. Ama beni asıl rahatsız eden şey, bu köylünün bu ağacı kesmek istemesiydi. Sordum köylüye, “Ne yapacaksın?” diye. Köylü cevap verdi: “Ağacı keseceğiz!” “Olur mu, bu ağaç tarihî bir ağaca benziyor, hiç kesilir mi bu güzelim ağaç?” dedim. Köylü, “Kardeşim zaten işim başımdan aşkın, bu bizim görevimiz.” diye cevap verdi. Bir şeyler yapmalıydım, hemen atıldım: “Hayır bu ağacı kesemezsiniz, kestirmem’” dedim. Adam tuhaf tuhaf yüzüme baktı ve şöyle dedi: “Yoksa sen Hamdi’nin adamı mısın, hısmı mısın?” “Hamdi kim?” diye sordum. Adam cevap verdi: “Kim olacak, muhtarın muhalifi.” “Hayır” dedim. “Biz, Tabiatı Koruma Derneğiyiz.” diyerek blöf yaptım. Köylünün yanına bir arkadaşı geldi, o da tartışmaya katıldı: “Haydi kardeşim, çekil git başımızdan, biz yetkiyi muhtardan aldık, bir derdin varsa git onunla konuş!” dedi. Bu arada diğer arkadaşları da gelip, tartışmaya dahil oldular: “Hayrola?” diye sordu içlerinden biri. Köylünün arkadaşı cevap verdi: “Ne hayrı, bu yabancı ağacı kestirmiyor.” dedi. Münakaşa büyüdü. Bu arada ulu ağacın üzerine bir leylek kondu, hepimiz başımızı yukarı kaldırınca, leyleğin ağaçta bir yuvası olduğunu gördük. Bu durumu görünce köylülere: “Yazık değil mi, bu yuva bile ağacın kesilmemesi için bir sebeptir. Hayvancağızın yuvasını bozmayın.” dedim. Bu arada aramızda bir itişme oldu. Ağacı kesmeye gelen ilk adam, “Hadi jandarmaya gidelim!” dedi. Bir diğeri, “Hayır, muhtara gidelim, o bu işi çözer.” dedi. Ben de: “Tamam, gidelim!” dedim. 

Yedi sekiz kişi tartışa tartışa köyün yolunu tuttuk. Bozulan minibüsümüz tamir edilmişti, hep beraber ona binerek köy muhtarlığının olduğu yere doğru gitmeye başladık. Köyün meydanında bir kıraathane göründü. Küçük, şirin bir köydü burası. Tırmanacağımız dağın zirvesi de buradan net bir şekilde görünüyordu. Gözlerim bizim dağ ekibini aradı ama köy meydanında yoktular. Kıraathanenin yanında bulunan muhtarlığın önünde köy bekçisi oturuyordu. Selâm verdik ve muhtarı sorduk. Bekçi, “muhtarın odada olmadığını” söyledi. Ormancılardan biri, bekçiyi, muhtarı bulup getirmesi için yolladı. Biz de kıraathaneye geçip, muhtarı beklemeye başladık. Kıraathanede çoğu yaşlı, on kadar köylü vardı. Selâm verdik, oturduk. Selâmımızı hep bir ağızdan aldılar.  

Boş bir masaya geçip, tek başıma oturacaktım ki, bir masada yalnız oturan yaşlı bir amca, “Hele oğul gel, şöyle otur.” dedi. Yaşlı amcanın daveti üzerine onun masasına oturdum. İhtiyar amca, “Hoş geldin oğul.” dedi. “Hoş bulduk amca.” diye cevap verdim. “Hayrola evlat, ormancılarla, muhtarla bir husumetin mi varmış?” diye sordu. Bunun üzerine ben, “Hayırdır amca, siz nereden biliyorsunuz, mesele daha yeni oldu.” dedim. Yaşlı amca gülümseyerek, “Buralar küçük yerler, haber tez yayılır.” dedi ve ekledi: “Hayrola, mesele nedir?” Ben de anlattım: “Köyün yakınında tarihî bir ağaç var. Onu kesmek istiyorlar, üstelik üzerinde de leylek yuvası var, böylesine büyük bir ağaç kolay kesilir mi, yazık değil mi?” dedim. İhtiyar amca kaşlarını çatarak, “Aslında yaptıkları kesim yasal değil,  muhtar, köy meclisinin bir kısmını da yanına alarak bu işi yapıyor. O ağaç kestikleri bölgeye, nehrin oraya, santral mı ne yapılacakmış, onun için muhtar oraları kestiriyor.” dedi. 

Bu duyduklarımı kullanarak, “ağaçların kesilmesini engelleyebilirim” diye düşündüm. Yaşlı amca tekrar sordu: “Sen buralı değilsin evlat, ama aferin bu duyarlılığına.” dedi. Bizi yan masadan dinleyenlerden biri laf attı: “Hamdi Dayı, gaz verme delikanlıya, yerin kulağı var, bak anlattıkların muhtarın kulağına gider.” dedi. “Ormancıların bahsettiği, muhtarın muhalifi Hamdi Amca bu olsa gerek!” diye düşünürken, Hamdi Amca, “Gelsin, muhtarın yüzüne de söylerim. Ben muhaliflik yapmıyorum. Hakkı haykırıyorum. Ama siz… Nafile!” dedi. Bu arada kahvede oturanlar, Hamdi Amca’nın bu konuşması karşısında gülüştüler. 

Bir müddet sonra, muhtar ve yanında birkaç kişi kahvehaneye gelerek selâm verdi. Tüm kahve selâma karşılık verdi. Muhtar, Hamdi Dayı ile benim bulunduğum masaya gelerek, “Hoş geldiniz köyümüze!”  diyerek sıcak bir tavırla elini bana uzattı. Tokalaştık. Muhtar: “Ben köyün muhtarı Memiş Ağa.” dedi. “Ben de Âdem.” dedim.  Muhtar, “Memnun oldum.” diyerek hemen konuya girdi: “Bizim köyün kesim ekibini engellemişsiniz.” dedi. Bende neden böyle yaptığımı muhtara kısaca anlattım. Benim anlattıklarımdan sonra o sıcak tavırlı muhtar gitmiş, öfkeli bir muhtar gelmişti. Bana, “Bu yaptığınız yasal değil, siz bu köyde misafirsiniz, köyün işlerine karışamazsınız!” dedi ve bir münakaşa başladı. Hamdi Dayı, “Muhtar, muhtar, doğruları savunmak için illâ bu köyden mi olmak lazım? Âdem kardeşimiz ne güzel duyarlı davranmış, bunun neresi yanlış?” dedi. Muhtar Memiş Ağa daha da sertleşti, “Sus Hamdi Dayı. Bu işler zaten hep senin başının altından çıkıyor. Bu vatandaşı sen mi getirttin köye? Yok yere ortalığı karıştırıyorsun?” dedi. Ortam iyice gerilmişti. Muhtar, kesim ekibine talimat verdi: “Gidin, hava kararmadan işinizi bitirin! Planlandığı gibi ağaçları kesin!” Ben ise araya girerek: “Hayır, kesemezsiniz. Buna müsaade etmeyeceğim!” dedim. Bu arada Hamdi Amca da ayağa kalktı, diğer köylülerden çıt çıkmıyordu. 

Muhtar bu sefer: “Gidin jandarmaya haber verin, gelsinler, yoksa…” Muhtar konuşmasının devamını getirmedi. Jandarma’ya haber verilmesi benim de işime gelirdi. Çünkü Hamdi Dayı’dan öğrendiklerimi koz olarak kullanabilirdim. Hamdi Dayı, muhtarın adamlarına: “Hadi çağırın jandarmayı gelsin!” dedi ve bana dönerek, “Evlat, jandarma kasabadan gelene kadar biz de eve gidelim, bir şeyler yiyelim.” dedi. Bu sırada; ayakları çıplak, saçları uzun, üstü başı dökülen, bir elinde değnek olan meczup kahveye gelerek, “Muhtar Memiş, toprak gözünü doyuracak, mezarında ot bitmeyecek.” diye tuhaf bir ses tonu ile bağırdı. Muhtar Memiş meczubun bu sözlerine iyice sinirlendi, “Get lan, Allah’ın delisi!” diyerek yerden bir şeyler alıp meczuba fırlatacakmış gibi yaptı. Meczup bu hareket karşısında kahveden çıkarak kaçtı. Hamdi Amca muhtara: “Bırak Memiş Ağa, Allah’ın garibini, ona bile çatıyorsun, yazık yazık!” diye söylendi. Sonradan öğrendim ki, bu köyün delisi Kul Ahmet imiş. Ama ne deli. Hamdi Dayı’ya, “Eve gitmeyelim, jandarmayı bekleyelim.” dedim. “Gerek yok evlat, jandarma gelirse bizi bulurlar, meraklanma.” dedi.

Hamdi Dayı koluma girdi, birlikte köy meydanından elli metre uzaklıktaki dar bir sokak çıkışında bulunan, şirin bir evin önüne geldik. Evin önünde bulunan çardağa oturduk. Hamdi Dayı’nın torunları bize ayran ikram ettiler ve hemen oracığa bir sofra kurdular. Bir müddet sonra jandarmanın cipi evin önünde belirdi. Astsubay olduğu kolundaki rütbeden anlaşılan karakol komutanı bizleri selâmladı. Komutan meseleyi sordu. Biz de olup bitenleri anlattık. Hamdi Dayı, muhtarın yaptıklarının yasal olmadığını uzun uzun anlattı. Bu arada Muhtar Memiş’in bir adamı da yanımızda olup bitenleri dinliyordu. Komutan bizleri dinledikten sonra, “durumu kaymakama ileteceğini, bunun için de yarını beklememiz gerektiğini” söyledi. “Orman İşletmesi’nden de belgeleri kontrol edeceğini “konuşmasına ekledi ve cipine binerek köyden uzaklaştı. 

Hamdi Dayı bana, “Bugün burada misafirim olursun evlat.” dedi. Ben ise biraz tereddüt ettim ama dağcı arkadaşlar henüz gelmediği için Hamdi Dayı’nın teklifini kabul ettim. 

Akşam güneşinin kızıllığı yerini karanlığa bırakırken, Hamdi Dayı, torunu Elif Bacı’ya seslenerek: “Hadi torunum, Sarı Kız’ı sağ da taze süt içelim. Yanına da köy ekmeği koy. Âdem şehirde bunları bulamaz.” dedi. Elif Bacı, Sarı Kız isimli ineği sağarkenki tablo ise görülmeye değerdi. 

O akşam Hamdi Dayı ile gecenin ilerleyen saatlerine kadar sohbet ettik. Yatma vakti gelince, bana güzel bir yer yatağı hazırlandı. Böylece, uzun zamandan sonra yer yatağında yatma konforuna nail olmuştum. 

Sabah ezanı ile birlikte kalktık, köy camiine gittik. Namaz çıkışında imam efendi bana dönerek, “Hoş geldiniz, dün olanları duydum. Bence siz bu işe karışmayın. Allah, ağaçları da insana hizmet için sundu.” diyerek açıkça niyetini belli etti. Ben ise imamın bu sözlerine karşılık, “Evet, ama, her ağacı değil.” diye nazik bir üslupla cevap verdim. Camiden ayrılıp, sabah çayını içmek için köy kahvesine doğru yola koyulduk. Hamdi Dayı imamın konuşmalarına sinirlenmişti: “Bu imam da onlardan.” dedi ve ekledi: “Zaten köylünün tepkisizliği de bu imam yüzünden. Kürsüye çıktı mı; vaaz eder, ağlar, bağırır çağırır ama iş icraata geldi mi, fetvası hep zalimden yana. Köyün girişinde bin yıllık olduğu söylenen ve temelleri bile görülmeyen bir taş kalıntısı var. Güya burası bin yıl önce kiliseymiş. Geçenlerde köye bir Hıristiyan grubu geldi o kalıntılar için, bizim imamı görsen, hemen onlarla kol kola girdi. Köy şöyle zengin olacakmış, çok turist gelecekmiş, bu işe Müslümanlar olarak destek olmalıymışız, bu işe sahip çıkmak sevapmış, daha neler neler anlatıyor köylüye. İmam efendi, senin camin dökülüyor, bir hayrın yok. Sanki köyde Hıristiyanlar var da, o kilisede ibadet edecekler, ibadethaneye ihtiyaçları var. Töve tövbe… Zaten bu santral projesi de yabancıların işi. Hepsi zincirleme gelişiyor. Köylü olup bitenlerden bihaber. Ellerinden köy gittiği zaman uyanacaklar ama ne fayda? Muhtar Memiş, İmam ve birkaç yardakçı bu işleri örgütlüyorlar.” dedi. Hamdi Dayı’ya sordum: “Köylü ne diyor bu olup bitene?” “Ne diyecekler, biz, imam efendiden daha iyi mi bileceğiz?” diyorlar. “Şu yan köyün bir imamı var, bir görsen, mütevazı, ilim sahibi, tam bir mümin. Gıpta ediyorum ona. İnşallah bu köye de öyle bir imam nasip olur. Ama ‘böyle cemaate, böyle imam,’ derler. Neyse Âdem, gel kahvaltı yapalım.” diyerek köy kahvesinde birkaç kişinin de iştirakiyle kahvaltı yaptık. 

Tabiat güzeldi, oksijen boldu buralarda, ama köylüde huzur yoktu. 

İlerleyen saatlerde, Kaymakam ve bilirkişi heyeti köye gelmişti. Hem ağaçlara hem de nehre kurulacak santral yerine bakacaklardı. İncelenecek bölgeye gittik. “Nehirde balık var mı?” diye sordu Kaymakam. İmam ve Muhtar Memiş ikisi aynı anda: “Hayır.” dediler. Ama Allah’ın hikmeti, tam o sırada; kırmızı benekli büyük bir alabalık nehirde zıplaya zıplaya herkesin gözü önünde adeta dans etmeye başladı. Muhtar Memiş ve İmam’ın yüzü, bu balığı görünce birden değişti. Doğrusu onların bu hâli görülmeye değerdi. Kul Ahmet de bu cümbüşe katıldı ve bağırarak, “İmaaaam, biraz imannnn! Muhtar Memiiişş ayvayı yemiiiiş!…” dedi. Bu durumda gülümsememek elde değildi. Kaymakam Bey ve bilirkişi heyeti incelemelerini tamamlayıp, “ağaçların kesimi ve santral için son sözü Bakanlığın söyleyeceğini, bunun için oraya durumu belirtir bir rapor yazacaklarını,” söylediler. Bu habere sevinenler de oldu, üzülenler de. 

Bu arada, nihayet dağcı arkadaşlarım bulunduğum köye gelmişlerdi. Hamdi Dayı ile vedalaştım. Dağcı arkadaşlarımla beraber köyden ayrılıp, hep birlikte dağa tırmanmaya başladık. Zirveye varınca da kamp kurduk. Zirveden şöyle köye ve aşağılara bakınca düşündüm ki, Kafdağı Ülkesi’nde ne varsa, köyde de aynısı vardı: Mahdariş’in Kul’a ok fırlatması gibi, köyde de, Muhtar Memiş, Kul Ahmet’e yerden bir şeyler fırlatmaya kalkmıştı. Kafdağı Ülkesi’nde Ceylan, Kufa Yunus vardı. Köyde ise, Sarıkız ve nehirde kendini Kaymakam’a gösteren benekli alabalık vardı.  Kafdağı Ülkesi’nde Mahdariş’in elinde gücün sembolü asâ, köyde ise Muhtar’ın elinde gücün sembolü mühür… Artık gerisini de siz kıyaslayın. Aslında Kafdağı Ülkesi hep yaşantımızın içinde… 

Bulunduğum zirveden aşağıları seyrederken bunları düşündüm. Etrafımda cıvıl cıvıl öten kuşlar vardı. Leylekler, ağaçlar çiçekler vs. Kim bilir bütün bu yaratılmışlar, kendi hâl dilleri ile bize neler anlatıyordu. 

Kamp bitmiş, herkes evine dönmüştü.  

Hayli zaman sonra, Hamdi Dayı, Hac dönüşü, İstanbul’da misafirim olmuştu. Köyü sorduğumda şunları anlatmıştı: “Muhtar Memiş, muhtarlıktan düştü. İmamın başına çok kötü şeyler geldi. Yeni muhtar ve yeni imam köyü ihya ettiler evlat. Santral projesi de iptal oldu.” 

Oktan Keleş (Deruni Devlet-Kutsal Halı sh. 73-124) 

 

  
    



Bu haber 9,639 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler

    1. OKER Teorisi Alametleri

    ON ALTI YILDIZ'da Ara Internet'te Ara  

    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    11,622 µs